ŞEHİR HATLARI
NEW YORK

Çaresizlik ve umut arasında

İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım dünyanın dört bir yanında protesto edilirken ABD’de yaprak kımıldamıyordu. 17 Nisan’da beklenmedik bir şey oldu, ülkenin en muteber üniversitelerinden Columbia’nın kampüsünde kamp kuran bir grup öğrenci Filistin’le dayanışma eylemi başlattı. Hızla büyüyen ve 40’tan fazla üniversiteye yayılarak ABD’nin İsrail’le soykırım işbirliğine son vermesi talebini yükselten bu eylem 30 Nisan’da vahşi bir devlet saldırısına maruz kaldı. Ama bu vahşet eylemcileri pes ettiremedi, taleplerinden vazgeçiremedi. New York’a, Columbia Üniversitesi’ne uzanıyor, 17 Nisan-3 Haziran arasında yaşananlara, ABD’nin “müesses nizamı”na ayna tutan olaylara tanıklık ediyoruz.

Zeynep Yalçın

Hayatımda daha önce antika bir radyoda frekans aramamış, ama Gezi direnişine tanıklık etmiştim. 30 Nisan 2024 gecesi, New York City’deki odamda Filistinli ev arkadaşım ve geçen sene Columbia Üniversitesi’nden mezun olan iki komşumla 89.9 frekansını bulmaya çalışıyordum. Columbia kampüsündeki Filistin eylemlerine ilişkin son gelişmelere ve planlanan —neredeyse askeri teçhizatlı— polis saldırısına tanıklık etmenin tek yolu öğrencilerin yönetimindeki radyo istasyonuna bağlanmaktı. Hiçbir televizyon kanalı üniversitede olanları aktarmıyordu. Kanalı bulmaya çalışırken Gezi günlerinde yayınlanan penguen belgeselini düşünmeden edemedim. Demek özgürlükler ülkesi ABD’de, basın özgürlüğü herkese tanınan bir özgürlük değildi. Son haftalarda buradaki çoğu özgürlüğün tam anlamıyla gerçek olmadığını, hatta bir propaganda olduğunu anlamıştım. Gerçek olmayan özgürlükler listesine eklemek için bir “özgürlük” daha.

17 Nisan sabahından beri ABD’de ifade ve eylem özgürlüğünün bir hak değil de iktidarın sadece onayladığı düşüncelere tanıdığı bir ayrıcalık olduğu apaçık görünür hale geldi. O gün, Columbia Üniversitesi’nde Filistin’in özgürlüğü için toplanan öğrenciler üniversitenin protesto alanı olarak belirlediği iki çim alandan birinde kamp kurmuştu.

Columbia Üniversitesi’nde henüz çok yeniydim, 2023’ün eylül ayında Bilişim Teknolojisi bölümündeki işime başlamıştım. 7 Ekim’den beri kampüste birkaç küçük boykot dışında hiçbir direniş ya da protesto olmamıştı. Ama artık bir direniş havası vardı. Hayatımda daha önce tanıklık ettiğim direnişlerin hiçbiri belirlenmiş bir protesto alanında başlamamıştı. Direniş dediğin zaten biraz doğal, biraz plansız gelişmez mi?

Buradaki protestolar bunun tam tersiydi. Bütün detayları günlerce titizlikle planlanmış, öğrenciler seyyar tuvaleti bile düşünmüştü. Bu protestonun spontane hiçbir tarafı yoktu. “Atanmış protesto alanı” zaten kendi içinde bir ironi, ama öğrenciler okulun kurallarına uymuş, protestolarını ona göre planlamıştı. Protestonun amacının bile radikal olduğu söylenemezdi: Öğrenciler çoğunlukla ücretini kredi çekerek ödedikleri okullarının, İsrail’le doğrudan ilintili ya da Filistinlilere yönelik soykırımı dolaylı yoldan destekleyen şirketlerin yatırım araçlarındaki fonlarını tasfiye ederek başka yatırım araçlarına yönlendirmesini istiyorlardı. Bu yöntem daha önce Güney Afrika’daki ırkçı beyaz rejime karşı uygulanmış ve sonuç vermiş, bir süredir de İsrail için gündemde.

17 Nisan sabahı işe geldiğimde çim alanda “Özgür Filistin” pankartları ve birkaç çadır görünce içimden biraz güldüm, hayatımda gördüğüm muhatabına en az rahatsızlık veren protesto bende yine de büyük bir umut uyandırmıştı. Sonunda, ABD’de Filistin meselesinin ciddiyetini ve bu konudaki adaletsizliği anlayan birileri ortaya çıkmıştı.

Filistin’e destek eylemleri “barışçıl müttefik İsrail” kurgusunu sorgulatmaya başladığı için, hızla ortadan kaldırılması gereken bir “tehdit” muamelesi görmeye başladı. 15-20 öğrencinin başlattığı protesto daha geniş kesimlerin ABD-İsrail ilişkilerini sorgulamaya başlayabileceği endişesini doğurmasa, verilen şiddetli karşılık bu kadar sansasyonel bir seviyeye ulaşmayacaktı herhalde.

Tehdit algısı

Tanık olduğum olaylar, ABD ile İsrail arasındaki ilişkinin en basit biçimde sorgulanmasının bile kurulu düzene nasıl büyük bir tehdit olarak algılandığını gösterdi. ABD’de, başta hükümet, ama aynı zamanda halkın büyük çoğunluğu da kurulduğundan beri sorgulamadan İsrail’e destek olmuştu. Ülkelerinin II. Dünya Savaşı’nda Nazi soykırımına uğrayan Yahudiler için barışçıl bir şekilde kurulmuş olduğunu benimsetmek için İsrail lobisi uzun zamandır büyük çaba harcıyor.

Bu kurgu İsrail devletinin kuruluşuna temel oluşturan Siyonist fikirlerin evrilmesiyle bugün gelinen durumu perdelemek için çok kullanışlı bir araç. ABD’nin İsrail’le Ortadoğu’daki ittifakı üzerinden işleyen askeri ve ekonomik ilişkileri sadece silah endüstrisini ve buna bağlı savaş ekonomisini beslemekle kalmıyor. ABD’deki üniversitelerin bütçelerini besleyen fonlar için İsrail ve İsrail bağlantılı yatırım araçları ciddi kaynaklar. Yani, eğitim kurumları da bu büyük ve derin ekonomik bağlantıda dikkate değer bir yer tutuyor.

Üniversitelerde başlayan Filistin’e destek eylemleri işte bütün bu bağlantıları perdeleyen “barışçıl müttefik İsrail” kurgusunu sorgulatmaya başladığı için, hızla ortadan kaldırılması gereken bir “tehdit” muamelesi görmeye başladı. 15-20 öğrencinin kimsenin ayağına basmamaya özen göstererek planlayıp programlayarak başlattığı protesto daha geniş kesimlerin İsrail devletini ve ABD-İsrail ilişkilerini sorgulamaya başlayabileceği endişesini doğurmasa, verilen şiddetli karşılık bu kadar sansasyonel bir seviyeye ulaşmayacaktı herhalde.

Öğrenci protestoları eğitimli kesimin uyanışını sembolize ediyordu. ABD kamuoyunda ilk kez Filistin meselesi insanların vicdanlarıyla sorguladıkları bir konu haline gelebilirse, toplumun farklı kesimlerinin Filistin’i desteklemesi mümkün müydü?

ABD hükümetinin ABD toplumunun Filistin davasına dair bilgiye erişmesini engellemek için yıllardır kurduğu düzen çok katmanlı. ABD’de 11 Eylül saldırılarından (2001) beri genel Müslüman nefreti zaten çok yaygın, büyük çoğunluk Müslüman toplumları otomatikman “terörist” olarak görmeye şartlanmış durumda.

ABD yönetimi 1990’lı yıllarda arabuluculuğunu üstlendiği Oslo Anlaşmaları’yla Filistin meselesini “çözdüğünü” de öne sürüyor. En önemlisi, ABD eğitim sistemi öğrencilerin zihnine İsrail devletinin varlığının “doğal bir hak” olduğu fikrini yerleştirmekte gayet başarılı.

ABD üstünlüğüne dayalı resmi tarih kurgusu

ABD’ye lise ikide taşındığım ve önceki eğitimimi Türkiye’de tamamladığım için, buradaki üniversite arkadaşlarımla okul hayatımızda neler öğrendiğimizi karşılaştırmak bir alışkanlık haline gelmişti. Ne zaman tarih konuşsak okulda öğrendikleri, daha doğrusu öğrenmedikleri bana hep garip gelmiştir. Modern Dünya Tarihi’nde işledikleri neredeyse tek konu Nazi rejimi ve Yahudi soykırımıydı. Ne I. Dünya Savaşı’nı ne de doğru düzgün Soğuk Savaş’ı işlemişlerdi.

ABD’nin üstünlüğü propagandasına dayanarak kurgulanmıştı bütün müfredat: ABD İkinci Dünya Savaşı’nda bütün dünyayı kurtarmış, savaşın ve Yahudi soykırımının bitmesini sağlamıştı. Zira, ABD insan haklarının da doğum yeri olan “özgürlükler ülkesi”ydi, tarihi de bu fikirlerin dünyaya yayılması ve yerleşmesi için verilen mücadelelerle örülüydü. Arkadaşlarımın –en azından ortaöğretimde– aldığı “muhteşem” ABD tarihi dersleri özünde bundan ibaretmiş.

Anlamakta zorlandığım şey: Neden böyle bir vahşet? En azından Columbia Kampüsü’nde geçmişteki protestolara böyle büyük bir şiddetle karşılık vermemişlerdi. Bu sefer askeri boyutta harekâta girişenler ne düşünüyordu? Öğrencileri insanlıklarından ve umutlarından arındırmayı mı?

Amerikalıların İsrail’e dair bilgilerinin sığlığı da büyük ölçüde bu resmi tarih kurgusuna dayanıyor. Hem dünyayı ABD üstünlüğü gözlüğüyle görmenin yarattığı yanılsama hem insanların farkında bile olmadıkları bilgi eksiklikleri hem de 11 Eylül saldırılarından bu yana iyice yükselen Müslüman nefretinden olsa gerek, ABD’de çoğu insan Filistin meselesini ne öğrenmiş ne umursamış.

ABD’yi 2016’da taşındığımdan beri gözlemlediğim şey, burada Filistin davasını bilen tek grubun Ortadoğu’dan –çoğunlukla da ABD’nin sebep ya da dahil olduğu savaşlardan, istikrarsızlıklardan ötürü– göç edenler olduğu. Bu yüzden de geçtiğimiz aylardaki protestolara dek Filistin’deki irili ufaklı İsrail saldırılarını Ortadoğulu bir kesimin yanı sıra bir avuç aydından başka protesto eden olmuyordu. Öğrencilerin başlattığı protestolar ABD halkının uyanışının hem sebebi hem de göstergesi.

Kendiliğinden gelişen eylemler

Şimdiye dek Filistin meselesine uzak kalmış kesimlerin –gençlerin önayak olmasıyla– bu protestoları başlatması, dahası bunun ilgi ve destek görmesi içimde bir umut doğurdu. Peki, ABD’nin en zengin şehirlerinden birindeki seçkin bir üniversitede titizlikle düzenlenen eylemler halkın ne kadarının dikkatini doğru noktalara çekebilecekti?

Belirlenmiş protesto alanında kurulan birkaç çadır çevresindeki 100 kadar öğrenciyi tutuklayan polisi kampüse adeta davet eden Mısır asıllı rektör kararının ne kadar ters tepeceğini hesap edebilseydi, bu eylem belki sadece bir üniversite kampüsüyle sınırlı kalırdı. Ama polis şiddetiyle 18 Nisan’da 108 barışçıl protestocuyu gözaltına almanın tek sonucu eylemin ABD’de (sonra da dünya çapında) daha da yayılması oldu.

108 arkadaşları gözaltına alındıktan sonra, titizlikle düzenlenen direnişten bir şey elde edemeyeceklerini çabuk kavradı eylemci öğrenciler. Protesto alanı olarak belirlenmiş ikinci çim sahayı daha polis protestocuların eşyalarını çöpe atmakla meşgulken ele geçirdiler. Üniversitenin işletmeci/idarecileri okuldan uzaklaştırma tehdidinin bu “inek” öğrencileri durdurmak için yeterli olduğunu düşünmüştü muhtemelen.

Geçen sene mayısta mezun olduğum Wellesley Koleji ve birçok üniversite hep bu mantıkla öğrencileri küçümsüyor zaten, çoğu zaman da yanılmıyorlar ve eylem yapmak kampus alanında neredeyse imkânsız hale geliyor. Açıkçası, bu el bebek gül bebek öğrencilerin daha ileri gitmeyi göze alacaklarını ben de düşünmemiştim. Bu dava onlar için çok yeniydi, ne de olsa protestocuların çoğu Filistin meselesini ve 75 yıllık tarihini 7 Ekim’den sonra öğrenip kavramaya başlamıştı.

Direnişin yeni evresi işte şimdi başlıyordu: Kendiliğinden gelişen eylemler. Gözaltıların üzerinden daha 24 saat geçmeden öğrenciler kararlılıkla ikinci protesto dalgasını başlattı. Üniversite fonlarının iptal edilmesine ve yeniden yönlendirilmesine dair taleplerini duyurmak için daha ciddi bir mücadele gerektiğini anlamışlardı.

Hamilton Hall’un mirası

Toplumsal alanda da öğrencilerin bu davaya neden kendilerini bu kadar adadıkları tartışılıyor, protesto eylemleri daha çok insanın Filistin meselesinin tarihini, özünü öğrenmesine yol açıyordu. Eylemlerin son durağı Hamilton Hall’du.

Hamilton Hall, ya da öğrencilerin Gazze’de İsrail ordusu tarafından katledilen altı yaşındaki kız çocuğun anısına verdiği adıyla Hind Hall, daha önce dört üniversite eylemi sürecinde öğrenciler tarafından ele geçirilmiş: Vietnam Savaşı’na ve ABD emperyalizmine karşı çıkan öğrenciler 1968’de bu binayı bir hafta boyunca denetimleri altında tutmayı başarmış, hatta bir dekanı rehin almış. Vietnam Savaşı’na ya da Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına karşı çıkmak bugün çok kişinin “doğru” olarak görebildiği tutumlar. Hatta ABD halkının mühim bir bölümünün, “Evet, keşke daha erken davransaydık” dediği nadir itirazlardan. İşte bu binanın mirası: öğrencilerin direnişi ve öncülüğü. Ne 1968’de (Vietnam savaşına karşı ilk direniş), ne 1972’de (genel savaş karşıtı direniş), ne 1985’te (ırkçı Güney Afrika rejimi ile ekonomik ilişkilerin kesilmesi için direniş) ne de 1996’da (Etnik Araştırmalar bölümünün kurulması için) rektör polisi kampüsü ele geçirmesi için “davet” etmişti.

Columbia Üniversitesi’nin web sitesinde daha önce bu binadaki olaylara yönetimin ne kadar yanlış tepki verdiğini anlatan dersler ve sayfalar bile var. Anlaşılan, Columbia Üniversitesi’ni idare edenler de çoğu zaman öğrencilerin eylemlerinin haklılığının farkında. Ama ne yazık ki konu İsrail’e gelince, başta maddi kazanç olmak üzere, başka etkenler devreye giriyor.

Neden böyle bir vahşet?

ABD’deki her üniversite gibi, Columbia da bir şirket gibi işletiliyor. Yönetim para kazanmaya odaklı, eğitim adeta sadece daha az vergi ödemek için kullanılan bir mazeret. Bu da ABD hakkında son aylarda idrak ettiğim çifte standartlar, propagandalar listesine ekleyebileceğim bir madde.

Ancak, anlamakta zorlandığım şey: Neden böyle bir vahşet? En azından Columbia Kampüsü’nde geçmişteki protestolara böyle büyük bir şiddetle karşılık vermemişlerdi. Son polis baskınından önce, 1968’de bu binanın işgal edilmesi üzerinden bir hafta geçtikten sonra kampüse polis çağrılmış, ama o zaman TOMA benzeri askeri araçlar ortada yokmuş. ABD’de 1970’te, Ohio eyaletindeki Kent State Kampüsü’ndeki barışçıl protestolar sırasında kampüsü basan Ulusal Muhafızlar’ın dört öğrenciyi katletmesinden sonra, kampüslere müdahale eden silahlı polis birimleri çok ciddi eleştiri alıyor. Bu sefer askeri boyutta harekâta girişenler ne düşünüyordu? Öğrencileri insanlıklarından ve umutlarından arındırmayı mı?

Polis ordusunun kampüsü kuşatmasıyla başlayan olayları sadece öğrenci radyosu aktardığı için radyonun web sitesi aşırı yüklenmeden çöktü. Bunun üzerine, öğrenciler olan biteni onlardan dinlemek isteyenleri artık antika bir nesne muamelesi gören radyo alıcılarına yönlendirmeye girişti. Evdeki radyolu pikaptan frekansı tutturduğumda, dört kişi odamda dehşetle olanları dinliyorduk. Binlerce polis kampüse girmeye hazırlanıyordu.

New York Şehri Emniyet Müdürlüğü 5,5 milyar (evet, milyar) dolarlık bütçesini büyük bir azimle bir üniversite kampüsündeki 15-20 protestocunun işgal ettiği bir binayı ele geçirmek için kullanmaya hazırdı. İki hafta önce öğrencilerin kurduğu ve bütün ABD’ye yayılan kampı yıkıp mahvederken sergilenen kin ve azim, bu gecenin yanında bir hiçti. Sadece dizi ve filmlerde gördüğüm askeri araçlarla başlayan silahlı polis işgalini, sesi titreyen öğrenciler sayesinde takip edebiliyordum.

Polis baskını, savaş bölgesinden kaçırılmış gibi görünen tank benzeri araçlar eşliğinde sürüyordu; tek bilgi kaynağım da öğrenci radyosundaki muhabirlerin endişeli sesleriydi. Seslerindeki korku bana hem Gezi olaylarında polisin sivillere yönelik şiddetini duyduğumda hem de daha iki hafta önce kampüste 108 protestocunun tutuklanıp kamplarının dağıtılmasına tanık olurken hissettiğim çaresizliği, dehşeti anımsatıyordu. Bu, umudun kaybından sonra, insanı ele geçirip boğan bir dehşet dalgasıydı. Umut dolu bir andan çaresizliğe gömülmenin dehşeti.

Çifte standartlar ülkesi

Öğrenci muhabirler gece yarısına kadar tanık olduklarını olanca ayrıntısıyla anlatmaya çalışırken, son iki haftadır işyerimde tanık olduğum ABD çifte standartlarının nasıl gözler önüne serildiğini düşünmeye başladım: Eylemci öğrencileri tutuklatmak için üniversite yöneticileri polise onların okuldan uzaklaştırıldıkları için işgalci konumuna düştükleri bilgisini vermiş, ama öğrenciler ancak idarenin bu düzmecesiyle tutuklandıktan sonra, tutuklandıkları gerekçesiyle okuldan uzaklaştırılmışlardı. Ne taktik ama!

Üniversite yönetimi, bu hamlesinin geri tepmesi üzerine, Ulusal Muhafızları çağırma tehditleri savurmuş, ancak binlerce öğrenci ve çalışan gecenin 3’üne kadar kampüse geldiği için bu tehdit lafta kalmıştı. Protestolarla ilgisi olmayan Ortadoğulu öğrencilere de uzaklaştırma cezaları vermiş, kampüsün bütün kapılarını “halka açık” bir üniversite olmalarına rağmen kilitlemişlerdi.

Üniversitenin İsrail ordusunda askerlik yapanlara ayırdığı kontenjandan (evet, bunu da bu olaylar dolayısıyla öğrenmiş olduk) öğrenci olanların, protestocu öğrencilere gaz sıkıp hastanelik etmelerine rağmen, yönetim haklarında bir suç duyurusunda bulunmamış ya da soruşturma açmamıştı. Okulun çevresindeki sokaklarda dolanan, öğrencilerin adresleri ve özel bilgilerini ifşa eden kamyonetleri de umursamamışlardı…

Bu olaylar ABD’de değil de bir üçüncü dünya ülkesinde gerçekleşseydi acilen kınayıp ülkenin yöneticilerine otoriter sıfatını hemen yapıştırırlardı. Bütün bu olaylar sadece Filistin meselesinin öneminin daha geniş kesimlerce anlaşılmasını değil, ABD’nin çifte standartlarının da bir kez daha fark edilmesini sağladı. İkiyüzlülüğün, çifte standardın egemen olduğu, savaşın ve şiddetin alkışlandığı, eğitimin bile kapitalizme yenik düştüğü bir ülke…

Tanımadıkları insanlar için risk alarak onlara destek çıkan yüzlerce kişiyi görmek, orada bulunup insanlığına sahip çıkanlara tanıklık etmek umut verdi. Halbuki ne kadar doğal bir insanlık hali, başka birini önemsemek. Acıyı paylaşmanın ve diğerkâmlığın bile radikal kabul edildiği bir dünyadayız artık.

Umut dalgaları

Bu sevimsiz gerçekleri zihnimden atıp olan bitene odaklanmak için radyoya kulak kabarttığımda, dinleyicilere polis merkezine gelip tutuklanan öğrencileri desteklemeleri çağrısı başlamıştı. Komşularımla birkaç atıştırmalık ve içecek alıp polis merkezinin yoluna koyulduk. Vardığımızda gece yarısını geçiyordu. Binanın girişinde yüzlerce insan toplanmıştı, bazıları müzik çalıyor, bazıları sohbet ediyor, bazıları da dört gözle tutuklanan arkadaşlarının yolunu gözlüyordu.

Bu seferberlik bana tekrar bir umut hissi getirdi. İnsan böyle tuhaf bir varlık işte, bütün olumsuzluklara rağmen en beklenmedik zamanlarda umut bulabilen cinsten… O gece karakolun önünde beklerken hayatın çaresizlik ve umut arasında kurduğumuz hassas bir denge olduğunu kabullendim.

Bizden farklı (ırkı olsun, dini olsun, etnik kökeni olsun) insanları önemsemememiz esası üzerine kurulu bu düzende, o gece o polis merkezinin önünde tanımadıkları insanlar için risk alarak onlara destek çıkan yüzlerce kişiyi görmek, orada bulunup insanlığına sahip çıkanlara tanıklık etmek bana umut verdi. Halbuki ne kadar doğal bir insanlık hali, başka birini önemsemek. İşte acıyı paylaşmanın ve diğerkâmlığın bile radikal kabul edildiği bir dünyadayız artık.

Tanık olduğum onca şeye rağmen bu gerçeğin beni çaresizliğe boğmasına izin vermemeye kararlıyım. Acıyı paylaşmayı ve diğerkâmlığı eyleme çevirebilen bir camiada bulunabildiğim için umutluyum. Hayatımda, 10’lu yaşlarımdan başlayarak, birçok protestoya tanıklık ettim; Gezi, Boğaziçi Üniversitesi Starbucks protestoları, Arap Baharı, Occupy hareketi, Black Lives Matter ilk aklıma gelenler. Bütün bu protestolar arasında bana en çok umut verenler –özellikle de Gezi ve Filistin protestoları– beni aynı zamanda en çok şaşırtanlardı. Çünkü onlar bana umudun çaresizlikten doğduğunu gösteren protestolardı.

O geceden beri tutuklanan bütün öğrenciler serbest bırakıldı, mayıs sonunda kampüs dışında düzenlenen sade bir diploma töreniyle öğrenciler mezun oldu. Onlarla birlikte kamplarının da gittiğini düşünürken 30 Mayıs’ta mezunlar toplantısında yeni bir kamp kuruldu. 3 Haziran Pazartesi sabahı işe geldiğimde kamp çoktan kaldırılmıştı. Beş gün bile müsaade etmemişlerdi yeni ve küçük kamp alanına. Ama insanın umudu tam koptuğunda, tam “Bitti artık herhalde, öğrenciler de gitti” diye düşündüğünde yeni bir protesto, küçük de olsa bir direniş görmek umut veriyor. Columbia Üniversitesi’nde 17 Nisan sabahından beri umut dalgaları var.

––––

17 Nisan’da başlayan eylemlerin seyrinin ayrıntılı dökümü, eylemcilerin talepleri ve tanıklıkları için bkz.