OKUMA ODASI

1/4

Sabahtan bir anlam istemek

Pınar Öğünç
Şu Anda Burada mıyız? (Kolektif)

Gazeteci-yazar Pınar Öğünç, öykülerinin ardından gelen ilk romanında kent dokusunda kaybolmuş prekarya fertlerini sorguladıkları hayatları üzerinden birbirine teğelliyor…

Hem gezgin hem kayıp gibi, Cihan yürüdü. Bir süre sonra yeni günün kamyonları yanaştı, dolu çelik fıçılar yerlerde yuvarlandı, onlar yuvarlandıkça magmadan yeni parçalar soğutarak dünyanın kırılan kaldırım taşlarını onardılar. Hayat devam ediyordu. Metronun ilk seferine binmek için şehrin kabuğundaki odalarında karanlıkta uyanıp yatağın kenarında iki saniye öylece oturakalanlar, gözlerini o iki saniyede halının göbeğinde bırakmışlardı; saatler geçip yürüyen merdivenlerle gün ışığına taşındıklarında sadece dişleri kamaştı. İşyeri servislerinin camında uyuyan japon balıkları bir frenle silkinip kurumuş damaklarını ıslattı. Bunlar bildiği sabahlardı Cihan’ın. Ek gelir için çeviri yapmaya, bir şirkette maaşlı çalışırken bu servislerde başlamıştı. Üç Kardeşler Haddecilik. Haddeciliğin ne olduğunu daha önceden biliyordu ama neden “üç kardeşler” olduğunu asla öğrenememişti, patronlar aslında dört kardeşti. Birinin ağzı o kadar kokardı ki odasından çıktığında üzerine sinmiş mi diye kendini koklardı, gri bir kazağı vardı o zaman, çok yakıştırırdı kendine, bir fotoğraf hatırladı o kazakla, kimin doğum günüydü, yoksa öylesine mi toplanmışlardı, hesap ne kadar gelmişti? Beyin yapan yer miydi orası, midesi kalktı, beyin salatası, şimdiye kadar hiçbir metinde karşısına çıkıp bunu çevirmek zorunda kalmadığına şaşırdı, beyin salatası, köşebent demiri diye bir şey vardı, lama demiri, soğuk dövme çelik, beyin salatası.

Nereden geldim buraya, dedi içinden. Altışar gram çeken birkaç ötücü kuş sanki toplaştıkları, trafik ışıklarına bakan refüj ağacı değilmiş gibi coşkuyla şakıyordu, onların da işi buydu. Cihan sabahtan bir anlam istedi. Filmlerdeki, romanlardaki gibi bir aydınlanma. O önemsiz zaman parçasını tarih yapacak bir hareket, bir kitap arka kapağında yağlı kara bir leke.

O sabahtan sonra her şeyin bambaşka olacağını bilemezdim.

2/4

Başka türlü çalışmak mümkün

Can Cemgil – Ömer Turan (der.)
Kapitalizm ve Demokrasi –Bir Zıtlığın Anatomisi (Metis)

Kapitalizm ve demokrasi arasındaki birbirine mecbur olduğu sanılan, ama belki de birbirini dışlayan ilişki bu derlemede Marx ve Gramsci’den başlayarak Poulantzas, Adorno, Ellen Meiksins Wood, David Graeber, Nancy Fraser gibi kuramcıların eserlerinden hareketle tartışılıyor…

İşçinin borçluluğu işin doğasından kaynaklanmaz. Gündelik sosyal ilişkilerde biri sizin için bir iş yaparsa siz ona borçlanırsınız. İşçi-işveren ilişkisinde ise bu durum tersine çevrilmiştir. İş sözleşmelerinde kimin borçlu, kimin alacaklı olduğu toplumsal ilişkilerden koparılıp nicelleştirilmiş diğer borçlar gibi güç mücadelesiyle şekillenir. Kuzey Avrupa’da ücretli çalışmanın yaygınlaştığı dönemde hükümetler insanları ücretli çalışmaya mecbur bırakan ve disipline eden etkili zor mekanizmaları kullandılar. 17. yüzyıldan itibaren mahkemeler borç tahsiline ve iş ilişkilerine gittikçe daha çok dahil olmaya başladı. Bu süreçte iş ilişkisinde işçiyi borçlu-işvereni alacaklı kılmaya yarayan “işçinin itaat ve sadakat borcu”, “açık-uçlu itaat ilkesi” gibi yasal hükümler önem kazandı. Britanya’da 18. yüzyılda giderek sertleşen çitleme ve asayiş yasaları insanları yıllık hizmet sözleşmeleriyle çalışmaya mecbur hale getirdi. Bu süreçte hükümetin müdahaleleri ve mahkemeler, ekonomik ve ahlaki alanda işçilerin gücünü kırma işlevi gördü; yasal olarak verilen görevleri yapmayan veya erken ayrılan işçilerin ücretini ödememe imkanı sağlayarak, işverenlerin işçileri istedikleri gibi işten çıkarma konusundaki haklarını güçlendirdi.

Açık uçlu itaat ilkesi köken olarak Ortaçağ’da hizmetçilerin efendilerine itaat anlayışından geliyordu. Graeber, efendi-hizmetçi ilişkisinden farklı olarak kapitalist ücretli çalışma ilişkilerinde (diğer nicelleştirilmiş borç ilişkilerinde olduğu gibi) karşılıklı sorumluluğun ortadan kalktığına dikkat çeker. Açık uçlu itaat ilkesi mantık olarak işverenlerin (şirketlerin) işçinin artık veremeyeceği kararların sonuçlarının sorumluluğunu kabul etmesine dayandırılır. Yani işçi verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü olduğu için bu görevlerin vereceği zararlardan sorumlu tutulmaz. Graeber bu şekilde bir takas olarak formüle edilse bile İngiltere ve ABD’de ücretli çalışma sözleşmelerinin uzun yıllar aslında özgür sözleşmeler olarak değerlendirilmediğine dikkat çeker. İngiltere’de 1940’larda refah devleti ve sendikaların güçlemesine kadar (ABD’de hala) istihdam anlaşmazlıkları genel olarak sözleşme hukuku kapsamında değil, efendiler ve hizmetçiler arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal çerçeve içinde değerlendirilirdi.

Graeber ücretli işlerin “özgür” olarak tanımlanmasına yönelik bu sorgulamayı 2019 yılında yazdığı Tırışkadan İşler kitabında da sürdürür. Bu çalışmada kapitalizm ve demokrasi arasındaki çelişkileri açığa çıkaran bir yaklaşımla bir yandan günümüzde neyin iş sayıldığına dair eleştirel bir analiz sunarken bir yandan da okuyucuyu pazarlamacılık, lobicilik, marka yöneticiliği, finansal danışmanlık gibi kime ve neye yaradığı şüpheli işler yapmak zorunda olmadan yaşanabilecek bir dünya kurabilme ihtimalini düşünmeye davet eder. Bakım işlerini merkeze alan bir çerçevede üretkenliği/işi kendinden menkul bir değer olarak görmek yerine, bir işi değerli yapanın ne olduğunu yeniden düşünmeyi önerir.

Elif S. Uyar, “David Graeber: Borç, Şiddet ve Demokrasinin İmkânı”

3/4

Örümcek ağının içinde

Ogan Güner
Ramak (Beyoğlu Kitabevi)

İlk romanı “Hercümerç”in ardından gelen “Ramak”ta Ogan Güner, neredeyse terkedilmiş bir liman şehrinde dekadan ve distopik bir dünya kuruyor…

Urba’ya yolu düşüp de Gris’te şifa aramamış kimse yoktu. Diva üç katlı, geniş binanın girişine bir tabela kondurmaya gerek duymamıştı. Gris altı üstü savaştan beri buradaydı. Sokakta, evlerde, lokantalarda, barlarda ve telefonlarda Urba’nın başına gelebileceklerin konuşulduğu günlerde birden kapılarını açıvermiş, herkesin kalbini çalıvermişti. Bugün sorsanız Gris’in Marrella’nın doğduğu günden beri burada olduğunu iddia edebilirlerdi. Üzerine, herkesin bildiği bir sır gibi anlatılan hikâyeler düzülürdü. Daha önce hiç kimsenin tanımadığı Diva diye birinin peydah olup Marrellalılar için yedek bir dünya yarattığını anlatırlardı. Bu dünya iki katlıydı. Giriş katı konuşmak ve itişmek içindi. Mekânın neredeyse üçte birini kaplayan ortadaki dev dikdörtgen barın etrafında herkesin birbirine aşina olduğu bir kalabalık yığılırdı. Tesadüfi ziyaretçiler, aksayan rıhtım faaliyetleri nedeniyle gece eğlencesine kaçabilen gemiciler, bir gece görünüp bir daha görünmeyen yabancılar, kahkaha, kavga, küfürle kaynaşmış bir lisanla anlaşırlardı aralarında. Bara meyve sinekleri gibi üşüşür, geri kalan tüm ihtiyaçlar içinse hangi köşedeki hangi kapıya gitmeleri gerektiğini bilirlerdi. Gris söz konusu olduğunda bu kat örümcek ağıydı.

Arkadaki koridordan çıkılan ikinci kat ise dumanlı bir kabare sahnesi olarak tasarlanmıştı. Gün batarken başlayan ve gün ağardıktan saatler sonra biten eğlencelerde herkes hem izleyici hem oyuncuydu. Görünürde bir sahne yoktu burada. Sadece geniş aralıklarla sıralanmış, irili ufaklı dağınık masalar. Kimi geceler, keyfi yerindeyse Diva beliriverir ve kendi şovunu yapardı müşterilerine. O sahne aldığında zaman dururdu. Uzaktaki savaşın asap bozucu gürültülerinin sızamadığı duvarların ve günün ilk ışıklarını gizleyen ağır kadife perdelerle örtülmüş pencerelerin ardında müzik, nükte, dans ve kahkaha doluydu. Büyücü Mama Marie Laveau gibi onlara hükmederdi Diva. Alt kat örümcek ağıysa, burası örümceğin sinir sistemiydi.

Nihayet ayakta duramayacak hale geldiklerinde birkaç saatlik uyku için yalpalayarak dağılırlardı. Asla hatırlamayacakları ve unutmayacakları bir gece daha biterdi. Diva onları saatler önce birbirlerine terk etmiş olurdu. Ağır ağır üçüncü kattaki ikâmetgâhına çıkan merdivenleri tırmanır, kendi sarayına çekilirdi. Ardındaki kalabalığın içinde biri sızmadan hemen önce bağıra çağıra bir Visotski şarkısı söylerdi. En azından bu gece öyleydi.

4/4

Sıradışı bir deney

Başak Tuğ
Namus Siyaseti –18. Yüzyıl Osmanlı Anadolusu’nda Irz, Şiddet, Hukuk (İletişim)

Tarihçi Başak Tuğ arzuhaller, kadı sicilleri, ahkâm defterleri vasıtasıyla 18. yüzyıl Osmanlı Anadolusu’nda cinselliğin ahlâki denetimini, günümüzün cinsellik ve namus kodlarının soykütüğünü araştırıyor.

Osmanlı topraklarında en sık uygulanan ceza sopa cezasıydı. Sopa 18. yüzyıldaki en yaygın bedensel ceza biçimiydi. Önceki yüzyıllara ait kanunnamelerde ve dönemin bazı gözlemcilerinin yazdıklarında diğer bedensel ceza biçimlerinden de bahsedilmekle birlikte, Osmanlı arşiv belgeleri en yaygın uygulanan bedensel cezalar olarak sopa, falaka ve idam cezasına işaret etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda sopa cezasının çoğunlukla falaka şeklinde uygulandığı biliniyor. Ayrıca, Osmanlı ceza pratiğinde cinsel suçlardan yargılanan kişilere uygulanan sopa cezasının genellikle ta’zir cezası olduğunu belirtmekte yarar var, çünkü şer’an tanımlanan zina failleri için öngörülen sopa cezasının Osmanlı kanunnamelerinde para cezasına çevrilmiş olduğunu biliyoruz. 18. yüzyılda şeyhülislâmlar fetvalarında ta’zir’den bahsettiklerinde ve çoğu cinsel suç için ta’zir cezası öngördüklerinde kastettikleri şey sopa cezasıydı. Ayrıca (Kanuni) Süleyman kanunnamesinde ta’zir terimi kadı tarafından yerinde uygulanan sopa cezası için kullanılmıştır. Kadın satıcılığı yapan hamile bir kadının cezasının bebeğe zarar vermemek için ertelenmesi olgusuna bakarak kadı sicillerinde ta’zir’in çoğu zaman bedensel ceza anlamına geldiği sonucunu çıkarabiliriz.

Sopa cezası haneye tecavüzden iftiraya, kadın satıcılığından oğlancılığa kadar uzanan cinsel suçlara ve hafif yaralama suçlarına sıklıkla uygulanıyordu. Örneğin, “aşık olduğu” Alime’nin evine girdiği için komşular tarafından ihbar edilen Mustafa’ya sopa cezası verilmişti. “Namahremden ictinab etmeyip menziline götüren” ve komşularının su-i hallerine şahitlik ettiği Ayşe ve Hadice adındaki iki kız kardeş de sopa cezasına çarptırılmıştı. “Başkalarının menziline girmeyi” alışkanlık haline getiren bazı erkeklere de sopa cezası verilmişti.

18. yüzyıla ait İstanbul kadı sicilleri genel olarak ta’zir cezaları hakkında ek bilgiler sunmaktadır. İstanbul kadı sicilleri, kadıların Divân-ı Hümâyun’a bildirdiği kararları açıklaması bakımından çoğu sicilden farklı bir özelliğe sahiptir. 1764-1766 arasında İstanbul’daki çeşitli mahkemelere ait davalar “şer’an ta’zir”in ve diğer ta’zir cezası türlerinin İstanbul’da cinsel suçlar için sık sık uygulandığını ortaya koymaktadır. Örneğin, Eyüp mahkemesinde bir oğlan çocuğuyla işlenen livata suçu şiddetli sopa (ta’zir-i şedid) ile cezalandırılmıştı. Menzillerine ve ehl-i iyallerine saldırmak, şetm ederek hetk-i ırz etmek, “menziline namahrem ricâl ve nisa cem etmek” ve “fiil-i şeni kastıyla cem olmak” gibi suçların tümü “şer’an ta’zir” ile cezalandırılmıştır. Bu da çoğunlukla kadı tarafından değnek cezası verilmesi anlamına geliyordu. Sürgün (fuhuş ve kadın satıcılığı için) veya kürek (serseriler ve Müslümanlara gadr eden gayrimüslimler için) gibi diğer ta’zir cezaları açıkça belirtilerek öncekilerden ayırt edilmiştir, dolayısıyla bunların Divân-ı Hümâyun’un onayıyla verildiği sonucunu çıkarabiliriz. Zarinebaf’ın Üsküdar mahkemesinin Temmuz 1721 tarihli bir kaydından verdiği örnekte, livata suçu işleyen bir erkek şiddetli dayak (sopa) cezasının yanı sıra uzun süreli hapis ve kürek cezasına çarptırılmıştı. Bu davalarda kadı şiddetli dayak cezasını yerinde ve anında uyguladıktan sonra Divan-ı Hümâyun’a bildirmiş gibi görünmektedir.

X-KÜTÜPHANE

Anna Lowenhaupt Tsing
Dünyanın Sonundaki Mantar (YKY)

Annie Ernaux
Kızın Hikâyesi (Can)

Antonio Negri
Marx’ın Hareketi –Tarihsel ve Güncel Bağlamıyla Operaismo (Otonom)

Asuman Susam (der.)
Oraya Kendimi Koydum –Belgesel Şiirler (Everest)

Ayhan Geçgin
Dünyalararasında (Metis)

Ayhan Işık vd. (der.) Kürtler ve Cumhuriyet (Dipnot)

Benjamin Labatut
Arsız Yeşillik (Can)

Begüm Özden Fırat – Fırat Genç (der.)
Mülkiyet ve Müşterekler –Türkiye’de Mülkiyetin İnşası, İcrası ve İhlali (Metis)

Delal Yatçı
Sabiha’nın Kız Kardeşleri –Türkiye Sinemasında Kadınlar, Deneyimler ve Toplumsal Cinsiyet (Metis)

Erlend Loe
Mal Sayımı (YKY)

Ewa Majewska
Feminist Antifaşizm –Ortak Olanın Karşı Kamusallıkları (Otonom)

Eyal Press
Pis İşler –ABD’de Hayati İşler ve Eşitsizliğin Gizli Bedeli (Metis)

Hazal Özvarış (der.)
Adalet Atlası (İletişim)

Jilet Sebahat Jilet (Axis)

Jonas Mekas
Manuel Bir Daktiloya Ağıt (Lemis)

Kerem Eksen
Ölümden Uzak Bir Yer (YKY)

Leyla Bektaş Ata – Defne Karaosmanoğlu – Bahar Emgin
Bu Ev İşlerini Kim Yapıyor Kuzum? –Asrileşmeden Robotlaşmaya Ev ve Kadınlık Tezahürleri (İdealkent)

Lucy Caldwell
Yakınlıklar (Siren)

Marilynne Robinson
Evlerden Uzak (Metis)

Mustafa Kemal Coşkun
Sınıfın Duyguları –İşçiler, Duyguları ve Sınıf Mücadelesi (Dipnot)

Necmi Erdoğan
Kayıp Halk –Günümüzde Yoksulluk Halleri (İletişim)

Nurdan Gürbilek
Örme Biçimleri (Metis)

Orhan Koçak
Romanın Kaygısı (Metis)

Özgür Sevgi Göral
Yaramız Derindir –Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi (İstos)

Samanta Schweblin
Kentukiler (Can)

Silvia Federici
Dünyayı Yeniden Efsunlamak –Müşterekler Siyaseti ve Feminizm (Sel)

Samo Tomšic Keyfin Emeği —Libidinal Ekonominin Eleştirisine Doğru (Axis)

Talat Ulusoy
Ganimet Şehir İzmir –Farklı Bir İzmir “Kurtuluş” Tarihi (Sakin)

Todd McGowan Irkçı Fantazi: Nefretin Bilinçdışı Kökleri (Axis)

Vigdis Hjorth
Postane Günlükleri (Siren)