ROSA LUXEMBURG VE HERBARYUM ÜZERİNE

Çiçeklerin üzerine düşen dehşet gölgesi

1913’ün Mayıs’ında, Berlin’de başladığı botanik defterlerini amatör, romantik bir tutkunun ötesine taşıyan ve hapishane hücrelerinde bile devam ettiği bir uğraşa dönüştüren Rosa Luxemburg, 111 yıl sonra, barbarlık günlerinin ortasında botanik sayfalarıyla beliriyor bu defa aramızda. Kan revan, yıkım ve vahşet dolu görüntülerin içinde, Rosa Luxemburg rehberliğinde Herbaryum’a bir bakış…

Şeyda Ayan

Bu yazıya bahçedeki cevizin tomurcuklarını fark ettiğim sabah başladım. Dutun etrafında bitmiş ebegümeçlerini, karahindibaları, ısırganları tanıyabilmeme şaşırmadan geçtim masaya. Başlamama sebep bunlar değildi elbette, ama başlangıçlar önemli ve sebeplere dair kimi cevaplar burada.

Birkaç saat önce, insansız bir hava aracının, bir-iki parça eşyasını bulma ümidiyle harabeye dönmüş mahallelerine doğru yola düşen dört Filistinli genci katledişini izleyerek uyandık. Şubat ayına ait görüntüler düşürülen araçta bulundu ve dünyanın uyuşmuş gözlerine servis edilen diğerlerinin arasına bu sabah katıldı. Masaya geçtikten biraz sonra, bir at ve beş sivil aynı yöntemle yok edilirken, bu defa kayda alan insansız bir araç değil, işlerine yarayabilecek atın ölümüne yarım ağız hayıflanan İsrailli askerlerdi.

Beş sivil ve atın katledilişinin görüntüleri sosyal medya mecralarının birinde Amerikalı fotoğrafçı Alessandra Sanguinetti’nin şu minvalde yazıp iliştirdiği küçük notuyla önüme düştü. Hızla akıp giden akışta kaşla göz arasında beliren ve kaybolan, vazgeçmememiz gerekeni hatırlatan yoldaş bir not.

Böyle şeyleri paylaşmayacağıma her gün söz veriyorum, herkes en kötüsünü zaten gördü ve alıştı diyorum, ama sonra yeni bir en kötü geliyor… Zorunlu olansa, dünyanın Filistin hakkında konuşmayı bırakmaması, bu katliamın kaydının tutulması, ne olduğunun her gün haykırılması…”

Notu okuduktan sonra, bir görevmiş gibi, artık kimse için bir şey ifade etmez olmuş rakam güncellemelerine tekrar bakıyorum. Baktıkça bir şey ifade etmiyor, biraz daha bakınca akıl baştan çıkacak gibi kahırdan.

Bu yazıya başladığım tarih itibarıyla, Gazze’de 34 binden fazla insan öldürüldü. Bunun en az 14 bini çocuk. Yaralı sayısı 75 bini aştı. 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne atılan patlayıcılar 70 bin tonu geçti. İsrail’in saldırısının öncesinde 2,3 milyon olan Gazze nüfusunun 1,9 milyonu yerinden edildi.

BM yetkililerinin söylediklerine bakılırsa, çoğu patlamamış bombalarla dolu 37 milyon ton enkazın kaldırılması on yıllar alacak. Bir milyon insan açlıkla boğuşuyor. 45 bin civarında çocuk tek ebeveynle ya da ebeveynsiz kalmış durumda. Gazze şu anda dünyadaki en büyük ampute çocuk nüfusuna sahip. Tahminlere göre, 10 binden fazla ceset hâlâ enkazlardan çıkarılmayı bekliyor. Ve yazı yayına girene kadar sayılar acımasızca artacak, rakamlar yarın bile güncelliğini yitirmiş olacak.[1]

Gazze halkı ebegümeci ve başka otlarla hazırladığı yemeklerle açlığa karşı koymaya çalışıyor.

Yasemin, eğrelti otu, zeytin dalı, kıpkızıl bir gelincik

Zamanın ve iletişim araçlarının ruhuna uygun bir dikkatsizlikle, fotoğrafçının kaydedemediğim günlük story’lerinde göz gezdiriyorum. Açlıkla yüz yüze Gazzeliler topladıkları ebegümeçleri ve diğer yabani otlarla yemek yaparken görüntülenmiş. “Ses çıkarmak, haykırmak zorundayız” diye yazmış bunların altına da. Filistin bitkilerini tanıttığı bir albümün ilişiğinde ise “Bu çiçeklerle, ağaçlarla buluşabilecek mi Gazzeliler gelen baharda?” sorusu…

Ekolojistler, İsrail ordusunun büyük yıkımdan önce de aralıklarla püskürttüğü bitki öldürücü herbisitler yüzünden, Gazze florasının iyileştirilmesi mümkün olmayan ya da iyileştirilmesi çok pahalıya malolacak tahribatından bahsederken artık, paylaşılan albüm şimdiden ölü bir herbaryum. Onlarca bahar sonra bile buluşulamayacak bu florayla.

Yıkımın, kıyımın, paramparça olmuş bedenlerin arasında bir yasemin, küçük bir eğrelti otu, toz içinde bir papatya, yanmış kavrulmuş bir zeytin dalını fotoğraflayan Filistinliler bu aralar çokça re-post ediliyor sosyal medyada. Yorgunluktan şişmiş ellerin tuttuğu, kendileri gibi yaralı, güzel, narin bitkiler ve enkazlardan bir fon. Vahşetin ortasında insanlara bir şeyler hatırlatan, bulduran bir kontrast…

Amerikalı fotoğrafçının ardından, aylardır canı pahasına Gazze’den haberler, görüntüler paylaşan Gazzeli gencecik bir kadının, yapımcı-gazeteci Bisan Owda’nın gülümsemesi tüm yüzüne yayılmış gönderisi düşüyor önüme. “Nihayet yeşil bir alan” diyor videoda, “Ama bu buradaki en güzel şey bu değil. En güzel şey işte burada!” Ve kıpkırmızı bir gelincik gösteriyor bize. O kadar heyecanlı ki çiçeği videoya alırken.

Bahçedeki ebegümeçlerine ve diğer yabani otlara bakıyorum. Durmadan yok edilseler de yabani otlar en dirençli bitkileri gezegenin. İzin almadan yetişenler, ne olursa olsun geri dönenler… Ebegümecini hemen tanıyorum, karahindibayı ve ısırganı da, çünkü masada bir buçuk yıldır duran bir kitabı, bir defterler topluluğunu hatmettim. Bu defterlerin içinde de göz kamaştıran bir gelincik kurusu var. Sahibini Amerikalı fotoğrafçı daha ilk notuyla aklıma düşürmüştü. Ceviz ağacı, dut, yabani otlar, Filistin florası, vahşet ve barbarlıkla da akla zaten gelecek olan devrimci kadını.

Junius Broşürü ve Herbaryum

Mart başında, defterlerin sahibinin doğum gününde, adını taşıyan vakıf onu şu sözüyle andı: “Bir insanın yapabileceği en devrimci şey, olan biteni her zaman yüksek sesle ilan etmektir.” Halbuki bu vakıf da, Almanya’nın korkunç Filistin politikasının estirdiği havayla, soykırımın en kanlı, dehşet dolu ilk günlerinde dahi İsrail ve Filistin’in barış içinde yaşama ihtimalini, fakat tabii bundan önce Hamas’ı kınama mecburiyetimizi geveleyip durdu.

İlan etmesi, haykırması gereken şeyi bu gevelemelerin arkasına saklarken, her şeyi 7 Ekim’le başlatan çarpık algısıyla aylar geçirdi. Bu yüzden bu paylaşımı gören çoğu insan, hatırlatılan kadını, Rosa Luxemburg’u, adını taşıyan vakıftan bile sakındı. Zira aynı insanlardı aylardır aynı sözüyle Rosa’yı omuzlayanlar.

Batı’dan ve çoğunlukla Almanya’dan gelen Filistin haberlerinin yarattığı hayal kırıklığına, önemsediğimiz, hayran olduğumuz şahsiyetlerin adlarını verdikleri ya da temsil edildikleri kurumlar tarafından ihanete uğradıkları inancı da eklenince, öfke dolu itirazlar dünyanın her yerinden dolaşıma girdi. Brecht’in Berliner Ensemble’ı, Gorki Theatre, Hannah Arendt siyasi düşünce ödülünü yazdığı bir makale nedeniyle Rus-Amerikalı yazar Masha Gessen’e vermekten vazgeçen Heinrich Böll Vakfı ve sayesinde siper olunan Frankfurt Okulu mirasıyla büyük hayal kırıklıklarından Jürgen Habermas…

Onun Fanon veya Said’den çok daha önce postkolonyal teori üzerine düşündüğünü hatırlatanlar, Sermaye Birikimi’nden alıntılar yapanlar… Kırbaçlanan bir manda için kahroluşunu, kuşların seslerini taklit edişini anlattığı mektuplardan parçalar… En dokunaklı paylaşımlar ise Junius Broşürü’nü alıntılayan Afrikalılardan ve antisiyonist Yahudilerden geldi.

İnsan seçtiği özneyle fazla haşır neşir olunca dikkatine takılanlar yanıltıcı olabiliyor. Buna rağmen, neredeyse emin olarak, bu kurumlara yönelen öfkeli itirazların içinde en ateşli olanların Rosa Luxemburg için yükseldiğini söyleyebilirim. Onun Aime Cesaire, Frantz Fanon veya Edward Said’den çok daha önce postkolonyal teori üzerine ciddiyetle düşündüğünü hatırlatanlar, kimselerle kıyas kabul etmeyen enternasyonalistliğini sevgiyle ananlar, magnum opusu Sermaye Birikimi’nden kapitalizmin doymak bilmeyen genişleme iştahını ve yağmacılığını anlattığı pasajlardan alıntılar yapanlar… Kırbaçlanan, kanayan bir manda için kahroluşunu, içlerinden biri olmak istediği kuşların seslerini taklit edişini, bir böcek için ağlayışını anlattığı mektuplardan parçalar…

En dokunaklı paylaşımlar ise, Nisan 1915’te, hapishane hücresinde gizlice tamamladığı Junius Broşürü’nü alıntılayan Afrikalılardan ve antisiyonist Yahudilerden geldi. “Uygar dünya, emperyalizm on binlerce Herero’nun acımasızca yok edilmesini emrederken ve Kalahari çölü susamışların çılgın çığlıkları ve ölenlerin takırdayan nefesleriyle ürperirken, sessizce seyretti. Aynı ‘uygar dünya’ Putumayo’da on yıl içinde kırk bin insanın bir grup Avrupalı sanayi soyguncusu baron tarafından işkenceyle öldürülmesini ve geri kalan halkın dövülerek sakat bırakılmasını seyretti. Çin’de asırlık bir uygarlığın Avrupalı paralı askerler tarafından ateş ve katliamla yıkım ve anarşinin ellerine teslim edilişini, yabancı egemenliğin sıkılaşan ilmeğine karşı koyamayan İran’ın boğuluşunu, ateş ve kılıcın Arapları kapitalizmin boyunduruğu altına alışını, Trablus’ta olduğu gibi kültürlerini ve yaşam alanlarını yok edişini, sessizce seyretti.”[2]

1. Dünya Savaşı’nı analiz eden ilk metinlerden biri olan, illegal yollarla dağıtılabilmiş ve çağdaşı Avrupa merkezci okumalardan kolaylıkla sıyrılmış Junius Broşürü günümüzde de en etkileyici savaş karşıtı bildirilerden sayılmaya devam ediyor. Bu nedenle insanların bizzat Rosa Luxemburg’u, Junius‘tan, Sermaye Birikimi’nden alıntılarla adını taşıyan vakfın karşısına dikmesi ya da varlıklar arasında hiçbir hiyerarşi kurmadığı, bir mandaya da “kardeşim” diye seslenebildiği mektuplarını bunca anması şaşırtıcı değildi. Özellikle insanlıktan çıkarma, hayvanlaştırma söylemleriyle sahne alan siyonist siyasetçiler, din adamları zamanında…

Rosa Luxemburg Schöneberg’deki evinin balkonunda, Berlin 1910.
John Berger’in çizgileriyle Rosa.
Mavi-gri herbaryum defterleri hâlâ Varşova Akt Nowych Devlet Arşivi’nde muhafaza ediliyor

Fakat belki bu sefer şaşırtıcı olan, bu itirazların arasına sıklıkla Rosa’nın Herbaryum’undan rastgele bir sayfanın karışmasıydı. Bazen bir yonca, bir krizantem, bazen bir zil çiçeği. Botanik levhalar, Gazze’den gelen bitki fotoğraflarının yaptığı gibi, akışı bir an durduruyor, paylaşılan şeye daha dikkatle bakmamızı sağlıyor. Belki insanlar da bu gücü fark etmiştir. Belki de gün yüzüne çıkması 2009 yılını bulan bu büyük Rosa mirasının gitgide görünür olmasıdır asıl neden.

Masadaki Herbaryum[3] hakkında bölük pörçük düşünürken Rosa’nın tutkularının da hep bölünmüş olarak tasvir edildiğini hatırlıyorum. Doğaya ilgisi kadınsı bir sevgi olarak görülüp üzerinden hızlıca geçilmiş. Oysa Sermaye Birikimi’ni yayınladığı 1913’te başlıyor ilk botanik defterine. Junius Broşürü’nü gizli saklı yazdığı sıralarda harıl harıl bitki topluyor hapishane bahçesinden, gelen buketlerden. Onun toplayıcılığı, Herbaryum’unda koruduğu bitkiler gibi bir düşünme biçimi. Bugünlerde bize de geçen, yöntemi montaj olan, bir puzzle’ın parçalarına eğildiğimiz gibi eğildiğimiz bir düşünme hali. Yalnızca botanik levhaların güzelliği olamaz bizi durduran.

Rosa’nın kayıp botanik defterleri ABD’ye götürülmüş ve ‘70’li yılların ortasında Polonya’ya dönmüştü. Nihayetinde izine Polonya Birleşik İşçi Partisi’nde rastlandı. ‘90 başında parti kendisini feshedince tüm evrakları Ulusal Kayıtlar Arşivi’ne, Akt Nowych’e teslim edilmişti. Akt Nowych görevlileri 18 mavi-gri defterin Rosa’ya ait olduğunu belirledi.

Rosa’nın naaşı ve botanik defterleri

Berlin Charité Hastanesi Adli Tıp Enstitüsü başkanı Dr. Michael Tsokos, göreve başladığı 2007 yılında enstitünün soğuk raflarından birinde, elleri ve başı olmayan mumyalanmış bir cesetle karşılaşır. Yapılan testler cesedin uzun süre suda kaldığını, yaklaşık ölüm tarihini, epey kısa boylu bir kadına ait olduğunu ve kalça displazisi yüzünden bir bacağın belirgin uzunluğunu ortaya koyar. Tsokos tezinde iddialıdır. Bu beden 1919’da faşist paramiliter birlik Freikorps üyeleri tarafından katledilmiş Spartakist hareketin komünist liderlerinden Rosa Luxemburg’a aittir.

Oysa Tsokos’un bu çıkışına kadar bilinen anlatı, vahşice öldürüldükten sonra Landwehr Kanalı’na atılan Rosa’nın aylar sonra tanınmayacak halde bulunduğu, dostu Mathilde Jacob’un onu güçlükle teşhis ettiği ve ardından öldürüldüğü gece onunla aynı kaderi paylaşan yoldaşı Karl Liebknecht ve diğer 1919 kayıplarının yanına, Friedrichsfelde Mezarlığı’na defnedildiğiydi.

Bu mezarlıkta yatan kadın adli tabipin sorularına cevap olabilirdi elbette, ama Naziler Sosyalistler Mezarlığı’nı darmaduman etmiş, kalıntılar yok olmuş ya da kaçırılmıştı. Kayıtlardaki otopsi raporunda ise defnedilen kadının belirgin bedensel deformasyonlarından ve rahatsızlıklarından hiç bahsedilmemesi Tsokos’un şüphelerini güçlendirdi ve yeni bir kanıt, küçücük de olsa bir DNA izi bulmak için araştırmasına devam etmesini sağladı.

Nisan-Mayıs 1915 tarihli defterden bir gelincik…

Böylece adli tabip, bir efsaneye dönüşmüş olan Rosa Luxemburg’un kayıp botanik defterlerinin peşine düştü. Defterler önce Rosa’nın avukatı Paul Levi ve dostu Mathilde Jacob sayesinde korunmuş, sonra onların yakınları tarafından ABD’ye götürülmüş ve 1970’li yılların ortasında Polonya’ya dönmüştü. Bazı kaynaklar ise defterlerin Avrupa’dan hiç çıkmadığını, Alman ve Polonyalı komünistler tarafından korunup saklandığını iddia ediyordu, ama bu iddia hâlâ bir dayanaktan yoksun. Nihayetinde, izine Polonya Birleşik İşçi Partisi (PVAP) Merkez Komitesi’nde rastlandı. 1990 başında parti kendisini feshedince tüm evrakları Polonya Ulusal Kayıtlar Arşivi’nin, Akt Nowych’in depolarına teslim edilmişti.

Bu iz üzerine Tsokos’un gönderdiği resmi yazı sonrasında, Akt Nowych görevlileri arşivin tozlu raflarındaki bir kutunun içinde iyi durumda buldukları 18 mavi-gri okul defterinin Rosa Luxemburg’a ait olduğunu belirledi. Doktor nafile bir çabayla bir tükürük kalıntısına rastlayabilmek için 24 Haziran 2009’da Varşova’ya geldiğinde, kutu gururla kendisine teslim edildi.

Onca çaba ne yazık ki boşunaydı, çünkü Rosa bitkilerini müthiş bir özenle preslemiş ve zamanın en kaliteli tutkallarıyla yapıştırmıştı. Ne kurumuş bitkilerinin ne notlarının arasında bir DNA izine rastlanabildi. Sonraki birkaç yılda birkaç başarısız girişimde daha bulunacak adli tabibimizle bizim yollarımız burada ayrıldı.[4]

Enstitüdeki meçhul ceset 2011 yılında bunun için hazırda bekleyen polise teslim edildikten sonra aceleyle bilinmeyen bir mezarlığa gömüldü. Herbaryum’u ortaya çıkaran ikinci Rosa bedeninin de bir muammaya teslim edilmesi bize yine dehşetle hatırlattı ki, ölülerimiz yüz yıl sonra bile tehlikeli, mezarlarımıza yüz yıl sonra da yer yok.

Ancak, ikinci cesede genetik kesinlikle bağlı olduğu düşünülen Herbaryum, iddia sahiplerini hayal kırıklığına uğratmış ve öylece terk edilmiş olsa da, sanki kendiliğinden üçüncü bir Rosa naaşına dönüştü. Kurutulmuş çiçeklerden, otlardan, yapraklardan yeniden bir araya getirdiğimiz Rosa buketi. Bir kanalizasyon işçisi tarafından bulunana kadar aylarca suda kalmış, harap edilmiş mezarında kemiklerine bile huzur verilmemiş, ya da belki bir morgda yüz yıla yakın parçalanmış halde beklemiş bir beden ve güzel ölü bitkiler… Gazze’den gelen fotoğraflara benzer kontrast hatırlatma…

Bütün o badireleri –kanlı 1919 günlerini, Nazi zulmünü, Holokost’u, savaşı, yolları, arşiv odalarını, kimya testlerini– kazasız belasız atlatabilen Herbaryum defterleri, Rosa’nın doğa, hayvanlar, bitkilerle ilgili gözlemlerine büyüteç tutularak seçilen mektuplarıyla birlikte 2016’da yayınlandı.

“Çuha çiçekleri hücremi güneş gibi aydınlatıyor”

Rosa Luxemburg ilk botanik defterini, Berlin’in o zamanlar çeperlerinde kalan mahallesi Südende’de, Mayıs 1913’te derlemeye başlıyor. Ölümünden birkaç ay önce, Ekim 1918’de, Breslau’daki hapishanede sonuncusunu tamamlayana kadar 17 defter dolduruyor. Arşivde bulunan 18. deftere ise “Jeolojik ve Botanik Notlar” başlığını koymuş. Bu defter alanın önemli kaynaklarından çıkardığı özetleri içeriyormuş. Presleyip yapıştırdığı bitkilerin neredeyse tamamına tarih atmış, Almanca ve Latince isimlerini yazmış, nereden geldiğini, hangi familyadan olduğunu eklemiş. Nadiren küçük bir şiir, nadiren özlem dolu bir cümleyle.

Amatör herbaryumunu oluştururken Moritz Fünfstück’ün Bilimsel Botanik Üzerine Makaleler kitabını ve irili ufaklı bitki atlaslarını her yere yanında taşımış. Ekonomi ve siyaset kitapları kadar –belki de daha çok– önemsediği botanik kitapları hapishanede de onunla birlikteymiş. Tutsaklık yıllarında “Adıma çayırları yağmalamanız için sizi vekil kılıyorum” dediği Mathilde Jacob’a baharda açan çiçeklere dikkatle bakmasını salık verirken bile bilimsel bir kaynak önermeden geçmemiş. “Schumacher’ın Otto Maler Yayınevi’nden, ‘İlkbahar Çiçekleri, Ravensburg’ adlı küçük bitki atlasını yanınıza alınız.” Rosa’nın vekiliyseniz eğer, çayırlarda da kitapsız, dayanaksız kalamazsınız.

Mayıs 1913’te başladığı ilk defter muhtemelen ilk değildi. Bitkiler çocukluğundan beri hayatındaydı. Çiçeklere, hayvanlara hayatının her döneminde dikkatle bakmış, ağaçlara, çalılıklara eski tanıdıklar diye seslenmiş bu kadın, Varşova’dan üniversite eğitimi için taşındığı Zürih’te bir botanikçi olma hayalindeydi. Kaydolduğu Doğa Bilimleri Fakültesi’nden, kendi deyişiyle, “lanet olası siyaset” yüzünden ayrıldı ve aynı üniversitenin tarih, politika, ekonomi derslerine yoğunlaştı.

Mektuplarından birinde “Küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum”[5]diyen Rosa’dan elimize kalan son defter de son defter olmayacaktı mutlaka, yeniden başlayacaktı toplayıcılığa.

Vietnam Savaşı’na karşı büyük protestolar. Batı Berlin, 1968

Bütün o badireleri –kanlı 1919 günlerini, Nazi zulmünü, Holokost’u, savaşı, yolları, arşiv odalarını, kimya testlerini– kazasız belasız atlatabilen Herbaryum defterleri, Rosa Luxemburg Vakfı Varşova ofisi başkanı Holger Politt’e tasnif için teslim edildikten ve bu çalışma tamamlandıktan sonra, Berlin’deki Dietz Yayınevi tarafından, doğa, hayvanlar, bitkilerle ilgili gözlemlerine büyüteç tutularak seçilen mektuplarıyla birlikte, Rosa’nın hayatının parçalarını somutlaştıran, varlığını bize geri kazandıran 400 küsur sayfalık bir naaş, bir mezar ya da sadece bambaşka bir portre denemesi olarak 2016’da yayınlandı.

Masanın bir buçuk yıldır demirbaşı olan tıpkıbasım Hebaryum’un Türkçeye çevrilmesi ve yayınlanması ise Aralık 2022’yi buldu. Kitap, çevirmeni Murat Çakır’ın ve yayına hazırlayan Holger Politt’in önsözleriyle açılıyor. Almanca, Latince isimlerin yanına eklenen Türkçe bitki isimleri için kullanılan kaynak Armenag K. Bedevian’ın 1936’da Kahire’de yayınlanan “Resimli Çok Dilli Bitki Adları Sözlüğü”. Kitabın sonundaki mektupların muhatapları, Nazilerin elinde bir toplama kampında hayatı son bulacak Mathilde Jacob, sevgilisi Kostja Zetkin, Rosa’yla birlikte eşi Karl’ı da kaybedecek Sophie Liebknecht, Clara Zetkin ve derin bir aşk yaşadığı, I. Dünya Savaşı’nda bir cephede hayatını kaybeden doktor Hans Diefenbach.

Junius Broşürü’nü tamamladığı sıralarda, Nisan 1915’te, Kostja’ya şöyle yazıyor: “Niuniu düşünebiliyor musun, gene çiçek kurutuyorum!” Aynı günlerde Mathilde’e, “Çuha çiçekleri hücremi güneş gibi aydınlatıyor” diyor, 1918’de, Rus Devrimi’ni incelediği aynı adlı ünlü makalesi üzerinde çalışırken Mathilde Wurm’a, “Bir kütüphaneden benim için Anton Kerners von Marilaun’un Bitkilerin Yaşamı kitabını ödünç alabilir misiniz? Satın almak için çok pahalı. Ya da Pfeffer’in Bitki Psikolojisi’ni?”, Clara Zetkin’e, “Vazoya fasulye ektim. Devasa fasulyeleriyle büyük bir fundalığa dönüştü!”, ve yine Mathilde’e, “Canım Mathilde’im, bugün muhteşem bir gün. Güneş altında nasıl yandığınızı ve güzelim yerlerde gezindiğinizi hayal ediyorum ve bu da beni neşelendiriyor. Biraz önce gönderdiğiniz çiçekler elime geçti, hepsi taptaze!” Mathilde’e mektubundan birkaç ay sonra nihayet özgürlüğüne kavuşacak, devrimin başarısız olacağını, erken bir hamleye kalkıştıklarını düşünse de yoldaşlarının yanından ayrılmayacak ve “hasretiyle yanıp tutuştuğu” baharı göremeden katledilecek.

Rosa’nın Herbaryum’u politikadan kaçıp saklandığı bir sığınak değildi. Dikkatle bakıldığında hemen fark edilen, doğanın politik anlamı üzerine bir tefekkür hali, nadide türlerin değil, yaban otlarının, sıradan kır çiçeklerinin, hatta sebze yapraklarının baştacı edildiği bir harita, pusula, bir sığınaktansa.

Hafıza, sabır ve hayal gücünün bileşimi

2016’daki basımından sonra, Herbaryum incelemelerinde sıklıkla kullanılan cümleler: “Bitkileri olmasa hapishane yılları yıpratıcı olurdu…” “Botanik defterleri onun terapisiydi…” “Büyük devrimci kadının bilinmeyen romantik yönü…” Bunların tam karşısında ise, Doğu Almanya rejiminin de 1970’ler boyunca kanıtlamaya çalıştığı buz gibi diğer tez: Bitkiler, hayvanlar, günbatımları, gündoğumları, rüzgârlar ve kumdaki seslerle dolu tüm bu mektuplar ve defterler, şifreli iletişim zorunluluğunun bir parçasıydı, hepsi bu kadar.

Doğrusu, romantik Rosa övgülerindense bu buz gibi iddiayı tercih edebilirim, çünkü ne harika şifreler bir mesaj iletmek için, ne muhteşem bir yol bulmuş yoldaşlarımız… Gelin görün ki, didik didik edilmesine rağmen belki birkaç noktada şifrelemeye dair işaretler bulunabilmiş. En az doğada teselli arayan kadın imgesi kadar zorlama olan bu iddia da sönüp gitmiş.

“Tam Akağaç yaprağı. Peronaspora’ya yakalanmış.” 10 Ekim 1918, Breslau Hapishanesi’nde tamamladığı defterlerden.

Rosa Luxemburg teselli ya da sığınak aramıyordu. Bulduğu parçalanmış böceğin nasıl parçalanmış olabileceği üzerine akıl yürüten, defterine eklediği yaprağın yakalandığı hastalığı yazan, Südende’de dolaştığı güzelim tahıl tarlalarının hobi çiçek bahçelerine dönüştürüldüğünü duyunca kahrolan biri ne tür bir huzur bulur doğada? Herbaryum’u politikadan kaçıp saklandığı bir sığınak değildi. Dikkatle bakıldığında hemen fark edilen, doğanın politik anlamı üzerine bir tefekkür hali, nadide türlerin değil, yaban otlarının, sıradan kır çiçeklerinin, hatta sebze yapraklarının baştacı edildiği bir harita, pusula, bir sığınaktansa.

Peki, nedir bir herbaryum? Neden insan bir herbaryum yapmaya kalkışır? Tarım, orman fakülteleri ve doğa dernekleri en çok, veri tabanı-koruma-gözler önüne serme-laboratuvar-miras-gelecek kuşaklar-ileti-sistematik düzen-incelikli kanıt-varyasyon-teşhis-tedavi kelimelerini kullanarak açıklamış herbaryumun ne olduğunu ve amaçlarını. Bu durumda bir herbaryum hafızanın, sabrın ve hayal gücünün bileşimidir denebilir. Sorular soran, kehanetlerde bulunan, muhafaza eden, bu sayede iz sürmenizi sağlayan… Masanın başına geçtiğimde bana yaptığı gibi, hızla akan akışın arasına görüntüleri cızırdatarak giren, kendinden parçalar hatırlatan.

Rosa’nın çıkıp gelmeleri

Yazıyı bitirmeye çalıştığım, mevsimin yaza döndüğü bugünlerde, Almanya’da polis Filistin için toplanan kalabalığa her hafta vahşice saldırıyor. Saldırıya uğrayanlar arasında büyükannelerini, büyükbabalarını Holokost’ta kaybetmiş, onlarca yıl sonra yurtlarına dönmeye karar vermiş Yahudi gençler de var. “Benim evim burasıydı” diye bağırıyor içlerinden biri.

Yazının başında Amerikalı fotoğrafçının notuyla ve bitkilerle çıkıp gelen Rosa, yazının burasında Türkiye’de Bir Alman’ın Hikâyesi adlı kitabıyla tanınan Sebastian Haffner’le birlikte geliyor aklıma. Alman yazar 15 Ocak 1919 cinayetlerinin sonraki on yıllarda yaşanacak milyonlarca cinayete başlama sinyali olduğunu yazıyordu ısrarla. Rosa’nın şehri Berlin’de, yine bulduğu her delikten kafasını çıkaran kâbus tarihin onun ölümüyle ilişkisini hatırlattığı satırlar, ısrarla.  “Ancak bu tek suçtur, itiraf edilmemiş, açığa çıkarılmamış ve pişmanlık duyulmamış olan. Bu yüzden bugün Almanya’da hâlâ cennete haykırılıyor. Bu yüzden onun ışığı ölümcül bir lazer ışını gibi Almanları yakıp kavuruyor.”[6]

Bir sardunya çiçeği ve Gazze, Haziran 2024.

Rosa Luxemburg’un kolaylıkla bir yerlerden çıkıp gelmesini en güzel, en sade John Berger anlatmıştı. “Rosa! Seni çocukluğumdan beri tanıyorum. Sık sık okuduğum bir sayfadan çıkıp gelirsin –bazen de yazmaya çalıştığım bir sayfadan– ve başını geri atarak gülümsersin. Ne tek bir sayfaya sığarsın ne de seni tekrar tekrar koydukları hapishane hücrelerine.”[7]

Benim zihnime aylar sonra ilk defa bu yazı için masaya geçmeden birkaç hafta önce, Jonathan Glazer’ın yılın bütün övgülerini ve ödüllerini toplayan filmi The Zone of Interest’i izlerken çıkıp geldi. Elbette capcanlı çiçekler ve üzerlerine düşen ölülerin küllerini izlerken kolaydı onu bulmak. Fakat bu defa çiçeklerle değil, 14 yaşındaki direnişçi Aleksandra Bystron-Kolodziejczyk’in suretiyle belirmişti perdede. Rosa da 15 yaşında sosyalist bir yeraltı örgütüne katılmış bir başka Polonyalı genç kızdı. Aleksandra’dan 55 yıl önce o da üzerinde bir şeyler taşıyor, kuryelik yapıyordu. Zihnimde bu iki genç kız birbirine dönüşürken artık, Rosa dostu Mathilde’in kapatıldığı kampa elmalar sokuyor, Aleksandra Varşova sokaklarında gizlice gazete dağıtıyordu. Yazının sonuna geldiğimde hatırlıyorum ki, Herbaryum’u onca zaman sonra tekrar açmam filmden sonra oldu.

Amerikalı fotoğrafçı her gün en az bir düzine fotoğraf, video, haber paylaşıyor. Kan revan görüntülerin arkasından birden sardunyalar, zeytinler çıkıyor. İnsanlar Gazze sınırındaki İsraillilerin sapsarı günebakan tarlalarının fotoğraflarını The Zone Of Interest’in afişleriyle birlikte hatırlıyor.

Bisan Owda, Rafah’taki korkunç çadır katliamını yerinde izlemeden bir gün önce bir bahçede bulduğu küçük kaplumbağasını gösteriyor. Filistinliler şans eseri bombalanmamış ve zehirlenmemiş küçücük toprak parçasını bile ekip biçiyor ve sokaklarda kendileri gibi aç kedilerini, köpeklerini beslemeyi ihmal etmiyor.

Adorno, “Çiçeklerin üzerine düşen dehşet gölgesi algılanmadığı anda bahar dalı bile yalana dönüşür[8] diye yazıyor Numara 5’e.

 


[1] Gazze Sağlık Bakanlığı ve UNICEF’in ağustos ortası verileri, ölü sayısının 40 bini, yaralı sayısının 90 bini aştığını gösteriyor. Ünlü tıp dergisi The Lancet’e göre ise gerçek ölü sayısı, 5 Temmuz itibarıyla, 186 bin civarındaydı. The Lancet sağlık hizmetlerine, temiz suya ve gıdaya erişemediği için hayatını kaybedenleri de hesaba katarak sarsıcı bir rapor ortaya koyuyor. https://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(24)01169-3/fulltext 

[2] Peter Hudis – Kevin B. Anderson, The Rosa Luxemburg Reader, Monthly Review Press, 2004

[3] Rosa Luxemburg, Herbaryum, Ceylan Yayınları, 2022

[4] https://www.juedische-allgemeine.de/kultur/die-schluesselblumen-beleuchten-mir-die-zelle/

[5] Peter Hudis, Kevin B. Anderson, Rosa Luxemburg Kitabı –Seçme Yazılar, Dipnot Yayınları, 2010

[6] Sebastian Haffner, Failure of a Revolution: Germany 1918-1919, Plunkett Lake Press, 2013

[7] John Berger, Hoşbeş, Metis Yayınları, 2016

[8] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Metis Yayınları, 2012

ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
MÜZİK DOLABI
AĞIR EXPRESS