KERİM AVŞAR’LA 30 YILLIK MAHPUSLUK VE HABERCİ GÜVERCİN HEVALNAME ÜZERİNE
Odysseus açmazı ve Hevalzarok’un sesi
1993’te başlayan tutsaklığınız 13 Şubat 2023’te son buldu. Dışarıya adım atmadan kısa bir süre önce Haberci Güvercin Hevalname’yi kaleme aldınız. Otuz yılın sonunda sizi bu kitabı yazmaya iten ne oldu?
Kerim Avşar: İçeride olduğum yıllar boyunca yeğenlerime, kardeşlerime uzun uzun mektuplar yazardım. O mektupları kendi aralarında dolaştırırlardı, birbirlerine verir, çoğaltırlardı. Çoğu edebi mektuplardı. Her giden ve gelen mektup üzerimizde yükseltilen tecrit duvarlarından birer tuğla eksiltirdi. Kitaba dönüşen yazılara da o niyetle başladım, ama baktım ki akış başka yere gidiyor, ben de kendimi akışa bıraktım. Haberci Güvercin Hevalname de tahliyeme bir yıl kala böylece ortaya çıkmış oldu. Uzun yılların birikimiymiş meğer. Doğumu benim için de sürpriz oldu.
“Kelimenin gerçek ve tüm yan anlamlarıyla bir kendime namedir Hevalname” diyorsunuz.
Evet, öyle. Kitapta da dediğim gibi, ne bir Şeref Han Şerefname’si ne Evliya Çelebi’ninki gibi bir Seyahatname ne de bir Nizamü’l-Mülk Siyasetname’si değil. Bir kendine name aslında. Kırk sekiz yıllık hayat yolculuğumun otuz yıllık “içeri” etabının bir encamnamesi.
Cezaevi koşullarında kitabın yazım süreci nasıldı?
Çok zor şartlar altında oldu. Tek bir kelimeye bile idarelerce soruşturmalar açılıp bunun üzerine infazların yakıldığı bir süreçte, parça parça mektuplar halinde dışarıya gönderdim. Bu nedenle mektuplar engellenmesin, haberci güvercin menzile ulaşsın diye fazlasıyla kelime oyunlarına gittim. Firari bir güvercin uçurduk içeriden. Twitter’ın kuşuna bağımlı çoğu kişi hiç görmedi bile. Pencerelerine konmuş bu güvercinin haberlerini merak eden kimileri aldı okudu, kimileri aldı, ama hiç okumadı, kimileri de çirkin ördek yavrusu muamelesi yaptı, yoldu onu. Tabii kimileri de aldı besledi, kendinden bir şeyler kattı ona. Beni asıl mutlu eden bu birilerinin Hevalzarokları ile konuşmaya başlaması.
“Hevalzarok” konusuna geleceğiz, ama önce biraz “dışarı”yı konuşalım. Hapisten çıkalı beri zaman nasıl geçiyor?
İçerisi ve dışarısı ile aynı Dünyahane’nin mahpuslarıyız. Mahpusluk nasıl baki ise özgürlük arayışı da baki. Özgürlük arayışı ve hayatı anlamlandırma çabası dışarıda da sürüyor elbet. İçeride varlığımızı ve yaşadığımızı kanıtlama çabası içindeydik. Benzer şey dışarıda da geçerli. Sivil ölüm dayatması devam ediyor. Ne yazık ki, trajik olan bunun sadece karşıtlarımız tarafından değil, içimizden de –farkında olunarak ya da olunmayarak– dayatılıyor olması.
Dışarıda kendini var etmenin alanları çeşitlendi. Politik varoluş çabasına sosyal ve ekonomik varoluş çabası da eklendi ve daha yalnızız. “Şartlı tahliye” ile bırakılmış olmamız nedeniyle, devlet bu “şartlı tahliye” halini Demokles’in kılıcı gibi kafalarımızın üzerinde sallandırıyor. Üstüne, “sabıkalı” diye kodlayarak memnu hakları tanımıyor ve çalışmaya izin vermiyor. Sivil ölüm böyle sürdürülüyor. Durum böyleyken bir tüketici olmak istemiyorsun, hele hele ister aile, ister bizim çevreden kimseyle tüketici ve dilenci bir ilişki istemiyorsun, ama bu da doğru anlaşılmıyor. İşte buna üzülüyor insan. Öyle hikâyeler var ki, otuz yıllık onurlu bir hayattan sonra ekonomik olarak ya sefil ya da dilenci gibi tüketici, bağımlı bir hayat sürmek zorunda kalan var. “Değer” olmak bu değil. Abartılı yüceleştirmeler tersine bir hiçleştirmeyi mi getirdi, bilmiyorum.
Bir Diyarbakırlıya “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda, eylemini bir “kendine etme” haliyle anlatır. Misal, “kendime oturiyam” der, ya da “kendime yatiyam, kendime yaziyam, kendime okiyam, kendime geziyem…” Buradaki doğal ve kendiliğinden felsefe, bir bilinç ve farkındalıkla buluştuğunda “kendi olma” ve “kendini bil”e dönüşür.
“Dışarıda” yaygın kanı sizin için en şaşırtıcı şeyin teknolojik değişim olacağı varsayımıydı. Bu anlattıklarınız ve eleştirilerinizden, teknolojik dönüşümün dışarıda sizin için ilk sıralarda yer almadığı anlaşılıyor.
Dışarıdan bakınca içerideki insanların hayattan tümden koptuklarına dair bir algı var, ama biz hayattan kopuk değildik. Dışarıyla sürekli iletişim halindeydik. Okuduğumuz gazeteler, dergiler, kitaplar, izlediğimiz televizyon ve ziyarete gelen ailelerimiz üzerinden oluyordu bu. Hep bir iletişim vardı. Cep telefonları, dijital sanal dünya, yürüyen merdivenler… Bunların hiçbiri bize garip gelmedi. Örneğin, telefon hayatımı kolaylaştırıyor. Ama hayatımın odağı olmamalı –ki bazen görüyorum, küçük çocukların bile ellerine ebeveynler telefonu veriyor, saatlerce çocuklar o telefona bakıyor, bazıları her yerde selfie çekiyor, sürekli Twitter’da olanı var… Tabii böyle olmamalı. İhtiyaçlarımı karşılayan, hayatımı kolaylaştıran bir araç teknoloji ve bir araç olmaktan çıkmamalı.
Yıllarca mektup yazmış ve almış birisiniz. Şimdi WhatsApp var örneğin. Nasıl geliyor bu değiş-tokuş?
Garip geliyor tabii. Ama bazen konuşmaktansa yazmak daha iyi oluyor. Telefonda ifade edemediğim, tutuk olduğum şeyleri yazışırken daha rahat ifade edebiliyorum.
Az önce dışarıyla bağınızı tutan şeylere değindiniz. Kitapta bunlardan en önemlisinin kendi içiniz, kendi kendiniz, kitaptaki adıyla “Hevalzarok” olduğunu anlıyoruz.
Aslında içeridekini dışarıya taşıran, inatla umut etmesini ve direnmesini sağlayan insanın çocuk yanı. Eğer o çocuk yan, yani “Hevalzarok” olmasa bu kadar direnemezdik belki.
Hevalzarok’un hep diyalog halinde olduğu bir de Hevalcan var. Bu iki karakter biraz Hermann Hesse’nin aynı adlı kitabındaki Narziss ve Goldmund’u çağrıştırıyor. Biri daha arzuları ve bedeniyle, diğeri daha akılla hareket ediyor gibi. Ne dersiniz?
Modernitenin eğitiminden geçmiş zihinlerimizle ikiliğin hep bir karşıtlık, hatta yok edici bir diyalektik olduğunu düşünürüz. Oysa evrenden doğaya varoluş ikiliğin karşıtlığı ve yok edici diyalektiği üzerinden olmuyor, aksine onların bir aradalığı ve anlamlı birlikteliği varlığı mümkün kılıyor. Misal, Kabil Habil’i öldürmek zorunda değildi. Tarihin ve zamanın yapıcılığı ikiliğin birbirini ne yok etmesi ne de birbiri üzerinde hiyerarşi oluşturmasıdır ya da ikiliğin bir aradalığı aynılaşma değildir, anlamlı bir birlikteliktir. Hevalcan olan bizler de Hevalzaroklarımızı öldürmek, onu yok saymak zorunda değiliz. Ruh ve aklı ya da beden ve aklı neden bir karşıtlık temelinde ve hiyerarşi kurarak düşünürüz ki? Böyle düşünmek biyoiktidara alan açmıyor mu? Bunlar düşünmeye değer şeyler.
Tüm yazarların, özellikle roman ve öykü yazarlarının yazdıkları her şey bir kendiyle konuşmadır aslında. Cervantes de Don Kişot’u yazarken kendisiyle konuşmamış mıdır? Öte yandan, evet, Hevalcan verili olanla mücadelesinde daha çekingen, daha kaygılı, hep tetikte. Kendisini çok da açığa vuran bir karakter değil. Ama Hevalzarok çok daha kaygısız ve hesapsız. İdealist ve hayalci yanıyla ortaya atılmaya her an hazır. Zaten Hevalzarok bir dönem yok saydığım, ötelediğim, bastırdığım, konuşmasına izin vermediğim içimdeki kendim, çocuk yanım. Şimdi ikisi birbirini yok etmeye çalışmayan, birbiri üzerinde bir hiyerarşi oluşturmayan bir ilişki içinde.
Hevalzarok’u ne kadar süre görmezden geldiniz?
Uzun yıllar. Çok da farkında değildim. Hepimiz Hevalzarok’umuzla beraber ana rahmine düşer, öyle dünyaya geliriz. Biz Kürtlerin Hevalzarok dediği o plasenta bir yere gömülür. Bazısı camiye gömer, bazısı iş, meslek sahibi olabileceği bir yere gömer. Ölümün üzerine bir kariyer arayışı, umudu… Hevalzarok’unu öldürmenin mükâfatıdır kariyer. Ama Kabil olmayı reddetmek insanın kendi elinde. İnsanın çocukluğu hep kendisiyledir, eğer onu yok saymamışsa, bitirmemişse tabii. Milyonlarca insan var ki, o çocuk yanını bitirmiş, öldürmüştür, ona ihanet etmiştir.
En çok F Tipi cezaevlerine geçtiğim zamanlarda, 2001’lerde kendimle baş başa kaldım. Diğer cezaevlerinde hep kalabalık koğuşlardaydım, bazen otuz-kırk kişilik, bazen sayısı yüze kadar çıkan koğuşlarda. Hareketli, dinamik bir yaşamımız vardı. Ama kendimle baş başa kaldığım süreçlerde daha çok kendime döndüm, kendi iç sesimi duymaya başladım. Bu insanı daha fazla geleceğe taşıyor.
Az önce söylediniz, Hevalzarok Kürtçede plasentaya deniyor…
Evet. Biz Kürtler Hevalzarok diyoruz. Düz bir çeviriyle, “çocuk arkadaş” demek. Kürtler plasentaya Hevalzarok diyerek, rahme düştüğü andan itibaren ona bir can atfediyor. Ana rahmindeki yürüyüşü başladığı andan itibaren size eşlik eden bir çocuk arkadaş… Ben o atfı sonraki hayatta da sürdürmekten yanayım. İnsanın bir hayat boyu kendi sesiyle konuşması aslında kendi Hevalzarok’uyla konuşmasıdır. Bir hayat boyu sürer o diyalog. Tabii o farkındalık oluşmuşsa. Bir Diyarbakırlıya “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda, eylemini bir “kendine etme” haliyle anlatır. Misal, “kendime oturiyam” der ya da “kendime yatiyam, kendime yaziyam, kendime okiyam, kendime geziyem…” Buradaki doğal ve kendiliğinden felsefe, bir bilinç ve farkındalıkla buluştuğunda “kendi olma” ve “kendini bil”e dönüşür.
Dışarı çıktığımda beni en çok sarsan şey, dokunabileceğim bir anımın kalmamış olmasıydı. Koca bir boşluk… Çocukluğumun geçtiği Bismil’deki köyümüz Babaxakî, harabeye dönmüş. Yakılmış, boşaltılmış. Bugün kimse yaşamıyor orada. İnsana inanılmaz bir hüzün veriyor bu.
Diyarbakır doğum yeriniz. Otuz yıl önceki Diyarbakır’la şimdi gördüğünüz arasındaki fark nasıl hissettiriyor?
İçerideyken dayanağın anıların oluyor; çocukluğunun geçtiği köy, yürüdüğün sokaklar, arkadaşların, ailen, mücadelede gezdiğin yerler, oradaki arkadaşlıklar, yoldaşlıklar… Bu anlarla yaşıyorsun. İçerideki sohbetlerde geçmiş anlatılır hep. Aynı şey yüzlerce, binlerce defa tekrar tekrar anlatılır. O anlar var çünkü sadece. Sonrası dört duvar arasında bir hayat. Her şey belli. Duvarın griliği ve matlığıyla birlikte akan bir hayat. Onu kendi içinde renklendirebiliyorsun, kendi iç dünyanda.
Dışarı çıktığımda beni en çok sarsan şey, dokunabileceğim bir anımın kalmamış olmasıydı. Koca bir boşluk… Çocukluğumun geçtiği Bismil’deki köyümüz Babaxakî, harabeye dönmüş. Yakılmış, boşaltılmış. Bugün kimse yaşamıyor orada. İnsana inanılmaz bir hüzün veriyor bu. Orada dokunabileceğim, hissedebileceğim bir anım bırakılmadı.
Bismil merkeze, gençliğimin geçtiği yere geldiğimde de evler, sokaklar, okullar, hiçbiri yok. Otuz yılı bu anılarla yaşamıştım oysa, ama şimdi hiçbiri yok. Çarpık şehirleşme, binalar alıp başını gitmiş. Her şey yabancı. Zihnimde, hayal dünyamda kurup yaşadığım yerler yerinde değil. Bu insanı üzüyor. İnsanlar göç etmiş, hayatını kaybedenler olmuş, yakın akrabalar, kuzenler, arkadaşlar… Geri gelmeyecekler. Bu tarifsiz bir acı ve boşluk. Yaşayanlar var, ama bakıyorsun, çocukluk arkadaşın baba olmuş, bir aileye karışmış, hayatla temasları başka. Orada da dokunabileceğin bir şey yok. Bir an geliyor, şu soruyu kendine soruyorsun: “Sahiden de bir geçmişim var mıydı, belki de ben bir yalana inandırdım kendimi, bir kurguya. Sanal olan hangisiydi?” Bu insanı çok hüzünlendiriyor.
Sur’u gördünüz mü?
Evet. Eski Sur her şeyiyle Diyarbakır. Suriçi kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biri. Oralarda gezdiğimde aldığım kokular, çörekotunun kokusu, ciğerin kokusu, baharatların kokusu, insanların Kürtçe konuşmaları bana çocukluğumu, ilkgençliğimin Diyarbakır’ını hatırlatıyor. Ama “yeni Sur” denen yere götürdü yeğenlerim beni, onlara “Beni bir daha buraya getirmeyin” dedim. “Sizlere de tavsiyem, gitmeyin” dedim onlara. Tam bir garabet. Yapılar hapishane gibi. Orada bir trajedi yaşandı. Onunla yüzleşilmedi. Yüzleşme olmadıkça oralar insanın içini acıtacak mekânlar olarak kalacak. Elimde bir şans olsa o yapıların olduğu yeri açık hava müzesine dönüştürürdüm. Çünkü orası kanayan bir yara.
Mahpusların yaşadığı şeye “Odysseus açmazı” diyorum. Odysseus yıllar sonra İthaka’ya döndüğünde kimse ona ne yaşadığını sormaz. Başına neler geldi, nasıl direndi, nasıl hayatta kaldı, kimse bunları sormaz. Bu soruların cevabını da beklemez kimse. Oysa Odysseus bu sorularla yanıp tutuşur.
Az önce “Dışarı çıktığımda beni en çok sarsan şey hissedebileceğim anılarımın olmaması, bir geçmişin kalmamasıydı” dediniz. O halde sizin için geçmiş ne?
Bugün için mi? Dediğim gibi, otuz yıldan sonra dışarı çıktığımda dokunabileceğim bir geçmişim de kalmadı artık. Kalmamış yani, bırakmamışlar. Şimdi ise geçmişime dair dokunabildiğim şeyler otuz yıl boyunca gönderdiğim ve aldığım mektuplar, fotoğraflar artık. Garip, değil mi? Onlara dokunduğumda, bazılarını açıp tekrar baktığımda, çıplak elle dokunabildiğim geçmişim bu ve otuz yıl öncesine dair bir anım, hayallerim de yok artık… Dışarısı hayallerimi de aldı desem abartmış olmam. Mektuplar ve fotoğraflar ise orada, yanı başımda duruyorlar. Onlar gerçekler.
Kitapta İthaka’yı örnek veriyorsunuz…
Biz mahpusların yaşadığı şeye “Odysseus açmazı” diyorum. Odysseus yıllar sonra İthaka’ya döndüğünde kimse ona ne yaşadığını sormaz. Başına neler geldi, İthaka’dan uzak kaldığı yıllar boyunca nasıl direndi, nasıl hayatta kaldı, kimse bunları sormaz. Bu soruların cevabını da beklemez kimse. Oysa Odysseus bu sorularla yanıp tutuşur. Der ki, birileri sorsa da ben de yıllar boyunca neler yaşadığımı anlatsam. Ama kimse sormaz. Herkes Odysseus’un İthaka’dan uzak olduğu yılların İthaka’sını, kendilerini anlatır: “Şöyle oldu, böyle oldu, biz bunu yaptık” vs. Odysseus’a ise kimse o yirmi yıl boyunca ne yaşadığını sormaz.
Şimdi sizin için biraz durum benzer mi?
Benzer. Bizim otuz yıl önce bıraktığımız ülkeye, topluma, insanlara bakıyorsun, arada uçurum var. Milan Kundera, bir kitabında, Fransa’dan Çekya’ya yirmi yıl sonra dönen mültecilerle ilgili bir hikâye anlatır. Çekya’ya geri dönenler, “Onlar bizim ne olduğumuzla ilgilenmiyorlardı, biz de onların kim olduğunu unutmuştuk” der. Biz çıktığımızda da insanlar “Bunlar ne yaptı, ne yaşadı, bugüne kendilerini nasıl taşıdı, bugün ne yapmak istiyorlar, ne yapabilirler, nasıl bir ortam sağlanır” gibi noktalarda pek değiller. Herkes kendisini anlatıyor ve fazlasıyla maddi gündemlerine dönükler.
Söyleşinin başlarında içerisi ve dışarısıyla aynı Dünyahane’nin mahpusları olduğumuzu söylediniz. Herkesin kendini anlattığı bu dünyaya kitapta da Dünyahane diyor ve ekliyorsunuz: “Hapishane ile Dünyahane arasındaki en ciddi fark hapishanedekilerin üç-beş metrekarelik bir alanı varken, Dünyahane’dekilerin yüzlerce, binlerce kilometre devasa havalandırmalarda gezme özgürlüğüne sahip olmalarıdır.”
John Berger’dan esinlendim. O buna “gezegen hapishane” diyor. Dünyanın kendisinin büyük bir hapishane olduğunu söylüyor. Gerçekten de öyle. İçerideyken de bunu gözlemleyebiliyordum, farkındaydım. Ama dışarı çıktığımda daha iyi görüyorum. Her sokakta, her işyerinde, her asansörde kamera var, ehliyetlerde, kimliklerde, pasaportlarda çipler var. Sitelerde adına güvenlik denen gardiyanlar var. 7/24 sizi izleyen, manipüle etmeye çalışan bir biyoiktidar gezegenin her yerinde. Minimum hapishanelerden maksimum Dünyahanelere ya da gezegen hapishanelere.
Bir pirenin metrelerce zıplama kabiliyeti vardır. Onu bir kavanoza koyduğunuzda metrelerce sıçramaya devam eder. Ama her sıçradığında kavanozun kapağına toslar. Bu tekrar ettikçe bakar ki, sınır bu kadar. O sınıra teslim olur. Kavanozun kapağını açtığınızda bile kapağın olduğu yere kadarki sınırı geçemez. Artık bir kapak olmadığını düşünmez bile.
Sitenin güvenlik elemanlarından habersiz siteye giremiyorsun, site yönetimi orada nasıl yaşanacağına karar veriyor, insanların günün hangi saatinde bahçeye çıkabileceğine, hayvanlarını nerede gezdirebileceğine karar veriyor. Hapishane düzeni dışarıda fazlasıyla var. Moda ne giyeceğinize, selfie bağımlılığı nerede ne yiyeceğinize karar veriyor. Tutsaklık içselleştirilmiş. Kendisinin gardiyanına dönüştürülmüş herkes.
İçeri-dışarı ayrımının kalmadığını bir başkası söylese belki söylenen şey “söz” düzeyinde kalabilir, ama otuz yıl içeride kalmış sizden bunu duymak başka bir gerçeklik.
Dışarıdaki büyük sorun şu ki, bir kanıksama var. Çarkın kendisi normalleşmiş. Nasıl yaşanacağına, ne yapacağımıza, neyi, nasıl giyineceğimize onlar karar veriyor. Hayatın her alanına o iktidar ilişkisi sızmış. Ve bu kanıksanmış, normalleşmiş. John Berger denklemi kurarken şunu söylüyor bu yüzden: “Dışarının kalbi içeride atıyor. İçerideki bunun çok daha farkında, buna karşı direniş odaklarını örgütlüyor, bir karşı duruş sergiliyor. ‘Hayır, beni teslim alamazsın, neyi düşünüp söyleyeceğime sen karar veremezsin’ diyor.” Dışarıda daha çok normalleştirme var, hayatın böyle olması gerektiğine inanılmış. Çok garipsiyorum, bir sitenin yüksek duvarları, tel örgüleri benim için hapishaneden farksız. Şimdi bu sitelerden birinde ben de yaşıyorum. Burada dışarıya karşı hep tetiktesin. Hep içe kapanıyorsun. Komşuluk kültürü yok denecek kadar az. Karşılaşma olduğunda selam bile veremiyorsun.
Biz çocukken Bismil’de bir dükkânımız vardı. Bir “deli” o dükkânın önünde on adım atar, geri dönerdi. Saatlerce bunu tekrarlardı. Çocuk aklımızla korkardık. Neden on adım atıp geri dönüyor diye düşünürdük. Çünkü onun hayatının sınırları o on adımdı. Tımarhane hücresinde attığı on adımı, o sınırları tekrarlıyordu aslında. Onun dışına çıkmıyordu. Modern akıllı insanın zihni ve ufku o delininkinden büyük değil. Verili, öğretilmiş sınırları kabullenmiş durumda.
Kavanozdaki pire örneği de var kitapta…
Biliyorsunuz, bir pirenin metrelerce zıplama kabiliyeti vardır. Onu bir kavanoza koyduğunuzda ise önce doğasına uyarak metrelerce sıçramaya devam eder. Ama her sıçradığında kavanozun kapağına toslar. Bu tekrar ettikçe bakar ki, yok, sınır bu kadar. Bir yerden sonra o sınıra teslim olur pire. Onun için sınır artık kavanozun kapağıdır. Bir süre sonra kavanozun kapağını açtığınızda bile o pire eski sınırı yani kapağın olduğu yere kadarki sınırı geçemez. Artık bir kapak olmadığını düşünmez bile. İktidarın da bize yapmak istediği buydu otuz yıl boyunca. “Size çizdiğimiz sınırları kabul edin” dedi hep.
Mandela’ya bir gazeteci “Yıllarınız hapishanede geçti, şimdi dışarıdasınız. En çok özlediğiniz şey ne?” diye soruyor. Mandela, “Hapishanedeyken mektup yazma ânını özlüyorum” diyor. Benim için de öyle. Mektup yazdığın o anda içeride değilsin. Mektup içinde olmadığın dünyayı sana vaat eder.
O sınırları nasıl aştığınızı kitapta anlatıyorsunuz. Bunun en önemli unsurunun bütün o fiziki sınırlara karşı “metafizik olmak” olduğunu anlıyoruz. Kitaptaki ifadeyle, “metafizik mahpus” ne demek?
Tutsağın en mahiri kimdir sorusu için kitapta, “Fiziği aşan, yani metafizik olandır” demiştim. Verili olanın kendisini kabul ettiğinizde, fiziki olanın sınırını kabul etmiş oluyorsunuz. Onun ötesine geçmeye çalıştığınızda ise bir metafizik çıkıyor ortaya. İnsanın en önemli özelliği de bu, fiziğin ötesine geçebilmesi; düşünebiliyor olması, düşündüğünü söze ve eyleme dönüştürebilmesi, üretebilmesi. Ama bu “metafiziklik” modern insana unutturulmuş adeta. İçeride biz tutsaklar nasıl direndik, nasıl bugüne gelebildik, nasıl hâlâ hayata heyecanla, umutla, inançla bakıyoruz, bir şeyler yapma arayışı içindeyiz? Bunların hepsini metafizik yanımıza borçluyuz.
O dört duvarın sınırlarını aşabildik, on adıma mahkûm olmadık. Bedenlerimiz o on adımın sınırları içinde olabilir, onu fiziken bir şekilde kabullenmiş olabilir, ama düşüncemiz, duygularımız, kalplerimiz o duvarların çok ötesine geçti. Kendisini orada var edebildi, orayı her an hissedebildi. Bunu okuyarak yaptı, kendisini eğiterek yaptı, sanatta, edebiyatta, siyasette bir şeyler üreterek yaptı. Sürekli aktivite içinde olarak yaptı. Kanatlanan ruhu ile Simurglaşarak Mezopotamya’da süzüldü durdu. Verili olan sınırların çok daha ötesine geçebildi böylece.
Bu metafizik evren içinde mektupları nasıl bir yere koyarsınız? Nasıl bir anlamı vardı sizin için?
Mektupların hepsi hâlâ duruyor. Yüzlerce, binlerce mektup ve fotoğraf, hepsi evde. Evde yalnız olduğumda bazen bakıyorum. Nelson Mandela’ya bir gazeteci “Yıllarınız hapishanede geçti, şimdi dışarıdasınız, devlet başkanısınız. En çok özlediğiniz şey ne?” diye soruyor. Mandela, “Hapishanedeyken mektup yazma ânının kendisini özlüyorum” diyor.
Sizin için de öyle mi?
Benim için de öyle. Çünkü hayatla ilişkimizi kuran şeylerden biri hep mektup oldu. Telefon sonradan girdi hayatımıza. Önce sadece mektuplar vardı. Bizi genelde ailemizden uzak yerlere gönderirlerdi. Ailemiz Diyarbakır’daysa bizi Karadeniz’e, Ege’ye sürerlerdi. Binlerce kilometre uzağa götürürlerdi ki, ailelerimizle iletişimimiz kalmasın. Hem onları hem bizi cezalandırırlardı. O zaman o mektuplar aracılığıyla yakınlarımızla, ailelerimizle iletişim halinde olurduk. Mandela’nın dediği gibi, mektup yazmanın ayrı bir ambiyansı vardır.
O ambiyansı nasıl tasvir edersiniz?
Mektup yazdığın o anda içeride değilsin. Fernando Pessoa “İnsana en büyük haz veren gerçekleşen midir, yoksa vaat edilen mi?” der ya, vaat edilendir tabii, umut edilen, hayali kurulandır en büyük mutluluk veren. Onun hazzı ayrıdır. Mektup da öyle, içinde olmadığın dünyayı sana vaat eder. Mektubu yazdığında hayalini kurarsın, o mektubun Diyarbakır’a mı, Şırnak’a ya da Hakkâri’nin bir köyüne mi gideceğini. Bir evin odasında mı açılıp okunacaktır, yoksa bir yaylada veya kahvehanede mi? Mektupla beraber sen de bu yolculuğa çıkarsın. O evde, yaylada ya da kahvehanede olduğunu hisseder, düşünürsün. Gerçekten hissedersin ama. Hapishanenin griliği, matlığı bir anda kaybolur. Avatar filminde boyut değişir ya, mektup yazma da öyledir, boyut değiştirirsin. Hücren bir anda yaylayla, hayvanlarla, insanlarla dolar. Mat hücre duvarları böyle renklenir. Mektup, öykü ya da roman, aslında yazmanın kendisi bir varolma biçimi. İçeride sistemin sana dayattığı ve söylediği şeyse bunun aksi. Sana “Sen yoksun” diyor ve hatta “Sen ölüsün, bir hayal dünyasında yaşıyorsun” diyor.
12 Eylül’le ilgili bir hikâye var, Ahmet Türk’lere ait. Hapishanenin camları da karartılmış, tutsaklar dışarıyı hiçbir şekilde göremiyor. Ne güneşin doğuşunu, batışını ne de ayın hareketini görebiliyorlar. Sadece haftada ya da ayda bir kez ziyaretçileri olduğunda görüşe çıkıyorlar. Arkadaşı Ahmet Türk’e diyor ki: “Biz ölüyüz. Ölmüşüz ve ziyaretçiler de mezarımıza gelenler. Gardiyanlar da bizim zebanilerimiz.”
Evet, devletin dayattığı bu, sana ölü olduğunu düşündürmek. 12 Eylül’deki vahşet döneminde dayatılan “kızıl ölüm” haliydi. Kefeni yırtarak insanlar kendilerini var edebildi. Biz onlardan sonraki kuşağız, onlar bize bir direnme mirası bıraktı. Bizlere sistemin dayattığı beyaz bir ölüm oldu. 12 Eylül’de kızıl, kanlı bir ölüm vardı, günün 24 saati işkencede geçen bir ölüm. Bize dayatılan bunun beyazı oldu. Dışarısıyla ilişki en minimize durumdadır. Yeni sistemde “S Tipi” denen cezaevleri var. O cezaevlerinde gardiyanlarla ilişki bile minimize ediliyor. Sayıma dahi gelmiyorlar. Kapıya parmak izini okutabileceğin bir cihaz konuyor, kamera var zaten. Sayım saatinde, diyelim günde iki defa, adın anons ediliyor, “Parmağını okut, kameraya bak” deniyor, sayım öyle alınıyor. Distopik bir film değil, gerçek bu! Bu dayatılan beyaz ölüm. Bu beyaz ölüme karşı yazının kendisi bir varolma biçimi.
Otuz yıllık tutsaklıkla birlikte cezaevinin değişen yapısını, mimarisini de kimsenin göremeyeceği bir gözle maalesef deneyimlemiş, görmüş oldunuz. Yüksek güvenlikli cezaevleri, F Tipi, S Tipi…
Bunların arasında F Tipi’nin kuruluş hikâyesi ilginçtir. Avrupa’ya dayanıyor. Bir sosyal deney yapılıyor. İnsanları üç kişilik, beş kişilik, altı ya da sekiz kişilik hücrelere koyuyorlar. Sonra da gözlemliyor sosyolog ve psikologlar. Hangisi daha uyumlu bir iletişim sağlıyor, hangisi daha çatışmacı, buna bakıyorlar. Ve görüyorlar ki, dört, altı, sekiz ve hatta ikili hücreler çatışmacı bir ilişki vermiyor. Aksine, çok daha dışa dönük oluyorlar. Üç kişilik hücre ise çatışmacı. Bunun üzerine üç kişilik F Tipi cezaevleri kuruluyor. Çatışmacı bir ilişki istiyorlar çünkü. Mahpusların dışa dönük olmalarını istemiyorlar. O çatışmayı getiren basit şeyler aslında.
Nasıl şeyler?
Bir yaşam döngüsü, bir akış var, sosyal ortam var. İnsan ilişkisi nihayetinde; bazı şeyler sorun olabiliyor. Küçük şeyler bunlar. Televizyonun sesinin açık olması, top oynarken faul yapılması gibi basit ve normal şeyler. Üç kişi olduğunda o sorun etrafında iki kişi bir araya gelirken bir kişi dışarıda kalıyor ve bu çatışmayı doğuruyor. Dört kişi olsa şartlar eşit. Altı kişi olduğunda da üçe üç eşit şartlar. Ama diğer türlü öyle değil. O bir kişi her zaman için çatışma zeminidir, çatışmayı büyütür.
Hapishanelerde mektuplarla ilgili sınırlama ya da yasak olduğunda ne yapıyordunuz?
Diyarbakır Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeyken, 2020’ydi sanırım, bize şöyle bir yasak tebliğ̆ edildi: “Mektuplar beyaz A4 kâğıdına yazılacak, renkli kâğıt kullanılmayacak, sadece mavi kalem kullanılacak, boşluklar olacak, yasaklı cümleler kullanılmayacak, eğer kullanılırsa sansür uygulanacak, kişi kabul ederse sansürlü haliyle yollanacak, etmezse mektup dosyaya konacak, herhangi bir usûlsüzlük tespit edilirse soruşturma başlatılacak.”
O dönem bunun kavgasını çok verdik. Yazdığımız bir kelime bazen disiplin cezası olarak dönerdi. Bunları aşmak için kelime oyunlarına başvururduk tabii. Amaç o mektup bir şekilde dışarıya ulaşabilsin olurdu hep.
Sürgün edildiğimiz bir hapishanede, giysilerimiz dahil hiçbir şey verilmeden tek kişilik hücrede tutulduk. Gece rüyamda Sezen Aksu’yu gördüm. “Ayakkabılarını çıkar, sana bir buz pateni vereceğim, kaydıkça oradan müzik dinlersin” diyordu bana. “Işığı kapatman yasak, ışığı aç!” diyen gardiyanın sesiyle uyandım. Geceleri bile ışığı kapatmak yasaktı.
Bu tutsaklıkta bir yandan hep şarkılar tınlıyor. Kitapta bazen Neşet Ertaş’ın “Evvelim Sensin”ini, bazen Ahmet Kaya şarkılarını duyuyoruz. İçeride müzik ne ifade ediyordu size?
Müzik dinlemeyi çok severim. Eğer ağır bir kitap değil de bir roman veya öykü okuyorsam hafif bir müzik açardım. Kulaklıktan dinlerdim. Tabii bizde kısa dalgalar yoktu, sadece FM vardı. Ama Diyarbakır’da kaldığım yıllarda Kürtçe de dinleyebiliyordum şehrin yerel kanallarından. Müziğe dair bir anımı anlatayım bu vesileyle. Bir keresinde sürgün edildiğimiz bir hapishanede 15 gün bir başımıza, yanımıza giysilerimiz dahil hiçbir şey verilmeden tek kişilik hücrede tutulduk. Müzik dinlemeyi özlemiştim. Gece rüyamda Sezen Aksu’yu gördüm. Büyük bir kalp ve inanılmaz güzel bir ses Sezen Aksu. Rüyamda hapishane girişinde karşılaşıyorduk. Fısıldayarak, “Ayakkabılarını çıkar, sana bir buz pateni vereceğim, kaydıkça oradan müzik dinlersin” diyordu bana. Ben de “Ablacığım, benimle kafa mı buluyorsun, hapishanede buz pateni ne arar” diyordum ki, kapı mazgalı vuruldu, “Işığı kapatman yasak, ışığı aç!” diyen gardiyanın sesiyle uyandım. Geceleri uyurken bile ışığı kapatmak yasaktı…
Sezen Aksu’nun yanısıra kimleri, hangi tür müzik dinlemeyi seversiniz?
Ciwan Haco, Xelil Xemgin, Tirêj, Xêro Abbas, Şıvan Tara, Rewşan, Ahmet Kaya ve daha onlarca sanatçı. Klasik müziklerden İspanyol ve Latin müziklerine, geniş bir yelpazem var.
Çıktıktan sonra bir konsere gittiniz mi hiç?
Diyarbakır’da Sasa’nın konseri vardı, ona gittik. Bir kafedeydi.
Çıkışınızdan bu yana geçen bir yılda iki seçim oldu. Seçimlerin atmosferine, halkın tutumuna dair izlenimleriniz nasıl?
Bir dava, mücadele toplumu haline geldi Kürt toplumu artık. Kendisini en zor anda bile var edebiliyor, küllerinden yeniden doğabiliyor. Bunu anlamayanlar, “Bitti, teslim oldu, bir şey yapamaz duruma geldi” diyebiliyor. Ama bu öyle bir şey değil. Halk ile mücadele arasındaki dinamik, halkın kendisini var etme biçimi beni inanılmaz sevindirdi. Legal siyaset başka bir konu, ayrı bir eleştiri konusu. Ama halkın kendisi insana heyecan veriyor. Muazzam politik bir toplum, o politik bilinçle çok kritik anlarda her şeyin seyrini değiştiren öyle dokunuşlar yapıyor ki, “Bu toplum nasıl böyle dokunuşlar yapıyor” diye şaşırıyor herkes. İnsanlar sınırı aşıp Kobani’ye aktığında ya da kuzeydeki kritik anlarda alınan tutumlarda görebiliriz bu bilinci. Tek tek örgütlemeyle belki başarılamayacak bir şey. Ama o halkı oluşturan bireyler bunu düşünüyor ve bir tutum alıyor. Bu sadece kendisiyle sınırlı kalmıyor, bir toplumsal güce dönüşüyor. Çünkü bireylerin hepsi aynı şekilde benzer tutum alıyor. Bunu yapan, toplumsal bilinç kazanmış bir halk. İşte bu benim geleceğe dair umutlarımı yükseltiyor.
Bir de Newroz parantezi açsak…
Bu Newroz’da Amed’de, tesadüfen benim gibi çıkan arkadaşlarla karşılaştık, beraberdik. Oradayken bir yandan “Burada olması gereken arkadaşlarımız var, hâlâ içeride başka şartlar altındalar” dedik. Onların olmaması bir burukluk yaratıyor tabii. Bir yanıyla da o arkadaşların gözüyle meydana bakıyorsun. Onların yerine sen görüyorsun meydanı, coşkuyu, heyecanı, kalabalığı. Onlarla birlikte yaşıyorsun.
Newroz’da gözlemlediğim ve bana ilginç gelen bir şey, insanların neyi alkışlayacağını biliyor olmasıydı. Olur ya, seçim mitinginde birileri çıkar konuşur, alkış tutulur vesaire… Newroz’da gördüğüm bu değildi. İnsanlar her söze kulak kesiliyordu. Bazen anons edilse de alkış tutmazken, bazen anons edilmeyen şeye kendiliğinden alkış tutuyorlardı. Bu bir destekleme, bir iletişim, bir ilişki biçimi.
Bunun mânâsı ne sizce?
O meydanı dolduran kalabalıklar basit dinleyiciler değil, o meydanın bir öznesi olarak oradalar. Bu anlamda sahnede olanlardan çok daha fazla o meydanın özneleri onlar. Çünkü sahnede olanlar bunu o meydana borçlular. Söylemiştim, benim gibi otuz yıl yatıp çıkan arkadaşlarla karşılaşmıştık Newroz meydanında. Yaklaşık 15 kişiydik. Sahnede bizden bahsediliyordu, ama biz meydandaydık. Kimse ne bizim otuz yıl yattığımızı biliyordu ne de mücadelenin bir ferdi olduğumuzdan haberdardı, o an halkın arasına karışmış bireylerdik sadece.
Bu nasıl hissettirdi?
Shakespeare “Dünya bir oyun sahnesidir” der ya, sırası gelen sahneye çıkar. O sahnede nasıl ve nerede yer alacağına kendin karar verirsin. Dünya bir sahneyse, biz hiçbir zaman bu sahnenin başköşesinde olalım derdinde olmadık, bütün ışık ve spotlar bize dönsün derdinde de olmadık. Biz o sahne olsun diye, sahnenin hangi köşesinde olursa olsun var kalmaya çalıştık. Bunu çok zor koşullarda, içeride başardık. Sisteme, dört duvara teslim olmamış, fiziğin sınırlarını aşmış, kendini fiziğin ötesine taşımış ve bugün dışarıda olanlarız biz. Dünyahane dediğimiz yerdeyiz. Oranın da sınırları var elbet ve o sınırlara da teslim değiliz. Ama ince bir çizgi var bize karşı, yüceltmeyle hiçleştirme arasında ince bir çizgi. Kitapta da söylemiştim: Çok zorlanırsa koca dünya sahnesinde bulunur bir uzlet köşe.
“Abartılı yüceleştirmeler tersine bir hiçleştirmeyi mi getirdi, bilmiyorum” demiştiniz. Size yönelik hissettiğiniz bu tutum değişir mi zamanla?
Değişmesi lâzım. Değişeceğini umuyorum. Zamanla daha iyi anlaşılacağızdır. Biraz daha irade koymak gerekiyor. Biz nasıl en zor koşullarda kendimizi var ettiysek, burada da kendimizi var etmemiz lâzım. İthaka’yı anlatmıştım. Mesela bir ortama gidiyorsun, bu bir aile ortamı olabilir, o ortamda hapishane çıkışlı bir arkadaşınla olabildiğin kadar rahat olamıyorsun. Çünkü onların gündemi farklı. Sana saatlerce tavlayı, evi ve arabayı, birisinin kendisine yaptığı nankörlüğü, birisiyle arasının bozulmasını anlatabiliyor. Hatta bu sorunlara bir taraf olmanı talep edebiliyor. İsmini, geçmişini kullanmak isteyebiliyor.
Orada bir frekansta buluşamazsın ki, kendini rahat hissedemezsin çünkü. Haliyle kendini oraya ait hissedemezsin. “Bu insan otuz yıl içeride kalıp çıktı, bazen içine kapanıyor, bazen konuşmuyor, normal değil” diye düşünmeye başlıyorlar bu hallerimizi gördüklerinde. “Bir sorun var, psikolojik olarak iyi değil” diyorlar. Bu acıklı bir şey. Zaten devlet bizi yıllarca anormal olarak gördü, kapattı, “normale” dönüştürmek istedi ve bunu şiddetle, beyaz ölümü dayatarak yapmaya çalıştı. Ama şimdi yakın çevren seni “anormal” görmeye başlıyor.
Bunu anlamaya da çalışıyorum, patolojik bir durum mu var da biz farkında değiliz diye. Ama bazen kendini soyutlamak, kendini oraya ait hissetmemek normal değil mi? Zaten verili olanı kabul etmemişim, etsem neden otuz yıl direneyim? Verili olanı kabul etmediğim için bu yolu seçmişim. Şimdi aksi isteniyor ve bu defa “Benim verili olanımı kabul et, etmezsen anormalsin” deniyor. Ama senin için verili olan beni memnun etmiyor, mutlu etmiyor, verili olanla kendimi var edemiyorum, oraya dahil olamıyorum, ne yapayım? Dahil olmadığım zaman ben normal değilmişim gibi davranılıyor. Neden? Sistemden bir farkımızın olması gerekmiyor mu?
Öte yandan, kişinin kapalı bir havzaya dönüşüp kendini yiyip bitirme ihtimali var mı, var, olabilir. Ama öyle olacağını düşünmüyorum. Bu bir yere akacak. Kuşaklara baktığımızda da bunu görebiliriz. ‘68 kuşağı vardı, ‘78 kuşağı hakeza. Bu kuşaklardan mahpushane, tutsak deneyimi yaşamış olanlar hayatın birçok yerine aktılar. Kendilerini bir şekilde var ettiler. Tabii onlar sayısal olarak daha azdı ve bizim kadar uzun süre de yatmadılar. Ama hayata karıştılar.
Sizin gibi otuz yılın ardından çıkan ve çıkmakta olan kaç kişi var, tam sayı biliniyor mu?
Bizim kuşak, yani “X kuşağı” ya da ‘90’lar kuşağı denen kuşak sayısal olarak binin üzerinde ve değişik bir portre çiziyor. Bugün her şehirde varlar. Bu birikim bir sinerjiye dönüşecek. Bir kırılmaya, bir değişime bakar. Bence toplum ve siyaset bunu kendisine bir şans, bir fırsat olarak görmeli. Bir sorun olarak görmemeli. Zaten “anormal” olarak gördüğü andan itibaren sorun başlar. Oysa kendine benzeştirmeye çalışmak yerine kendi mecrasına akmasına müsaade edilse, o akar, onun topluma dönüşü de toplumun sanatına, siyasetine, edebiyatına değer katarak olur.
Sovyet sinemasında Sine-Göz var ya, oyuncuyu nesneleştirmeyen, oyuncunun kendisini bir göz kılan, kameranın kendisini olduran bakış, işte onu yapmak isterim. Biz içeridekilerin gözüyle görünen dışarı nasıl bir dışarı? Bir görelim, oradan toplum, bu düzen nasıl görünüyor? O baktığımız yerdeki hisler nasıl? Bunları yansıtacak bir film yapmak isterdim.
Siz ne yapmak istiyorsunuz, hayaliniz ne?
Sinemayla çok ilgiliyim, belgeselle özellikle. O alanda bir şeyler yapmak çok istiyorum. Görüntüyü, hareketi kaydetmek, onu yeni bir gerçekliğe büründürüp sunabilmek içimde hep bir ukdeydi. Şimdi dışarıdayım, belki şartlar oluşur ve bu konuda bir şeyler yapabilirim.
Buna dair bir girişiminiz oldu mu?
Benim gibi otuz yıllık arkadaşlarla ilgili bir belgesel yapmak istiyorum. Ama ne yazık ki kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Her şey para. En küçük bir şeyi yapabilmek için bile para gerekiyor. Maliyetler çok yüksek. Benim bahsettiğim gibi bir proje para istiyor. Bunu sağlayabilmek mümkün değil. Daha amatör ve daha idealistçe bir şey yapmaya kalksan belki kotarırsın, ama o zaman da aklımdakini ortaya çıkaramayabilirim.
Nasıl bir şey var aklınızda?
Nietzsche’nin bir sözü var, “Bir kuyunun içine sürekli bakarsanız kuyu da size bakmaya başlar” diye. Biz o kuyunun içindeki insanlardık uzun yıllar. Bize hep baktılar. Devlet bizi 7/24 gözetledi, baktı, terbiye etmeye, teslim almaya çalıştı. Sürekli gözetim altındaydık. Dışarıdakiler, ailelerimiz, yakınlarımız da hep bize baktı. Ben bu kadrajı, kameranın açısını değiştirmek istiyorum. Bunu da kendi kameramla yapmak istiyorum. İçeridekiler, kuyunun içindekiler dışarıdaki dünyaya nasıl bakıyor, ne görüyor? Sovyet sinemasında Sine-Göz var ya, oyuncuyu nesneleştirmeyen, oyuncunun kendisini bir göz kılan, kameranın kendisi olduran bakış, işte onu yapmak isterim. Biz içeridekilerin gözüyle görünen dışarı nasıl bir dışarı? Yıllardır zaten bundan mustaribiz. Hep “gözaltı”ndaydık. O zaman bir görelim bakalım, oradan toplum, bu düzen nasıl görünüyor? O baktığımız yerdeki hisler nasıl? Bunları yansıtacak bir film yapmak isterdim.
Elinizde bir kamera olduğunu varsaysak şimdi…
Önce benim gibi otuz yıl yatmış arkadaşların her birine bir kamera verirdim. Onlar kendi bulundukları ortamda neyi görüyor, neyi yaşıyorlarsa, gördükleri ve yaşadıkları onlara ne hissettiriyorsa çekmelerini isterdim. Sonra onları bir araya getirip daha geniş bir kurguyla birleştirirdim bütün kadrajları.
Sinemaya ilginiz nasıl başladı?
Sinemaya ilgim dışarıdayken başlamıştı. Küçük bir kameram vardı, kendimce amatör çekimler yapıyordum. Hapishanedeyken Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü bitirdim. 2010’ların başında, uzaktan eğitimle okuyabilmiştim. O zaman o imkânı sağlıyorlardı. Dersleri, sınavları internet üzerinden, online yapıyorduk. Pratik yapabileceğim bir ortam yoktu tabii.
Kürt sineması dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri Halil Dağ. Onu nasıl buluyorsunuz?
Bêrîtan (2006) filmini izlemiştim, çok güzeldi. İlktir zaten. O da amatör bir ilgiyle başlıyor, onu profesyonelliğe döküyor. Müthiştir, yeri ayrıdır.
Çıktıktan sonra bir sinema salonunda film izlediniz mi? Sinema perdesinde film izlemenin duygusu nasıldı?
Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmini izledim. Filmin konusu ve yönetmenin bakışında çeşitli sıkıntılar olsa da sinematografik olarak güzeldi.
Filme eleştiriniz nasıl?
Her taraftan bakmaya çalışmış. Sözde tarafsız bir bakış izlenmiş, ama bir taraf var. Kürt meselesini de işliyor, ama ürkek. Bir karaktere, “Birileri ne istediklerini bilmiyor, vermeyenler ise niye vermediklerini bilmiyor” mealinde bir şey söyletiyor. Ortada bir isteme-verme yok ki, tipik oryantalist bakış gibi geliyor bana. Her halkın sahip olduğu doğal haklarının gaspına son verilmesi, bu hakların tanınıp saygı duyulması gerekiyor, o kadar. Filmin nihilist karakteri de zaten problemli ve onu ele alışında da onu yüceltiyor mu, yoksa yeriyor mu, net değil. Elbette bir filmin amacı bunları netleştirmek değildir, ama bir noktada politik bir duruşu olmalıdır.
Kuru Otlar Üstüne’yi Tekirdağ’da izledim. İzleyicilerin de ağırlıklı olarak Kürt meselesine uzaktan, devletin gözüyle ve yanlış bakan kimseler olduğunu tahmin ediyorum. Filmi izledikten sonra filmi izleyenlerle filmi hem sinematografik hem de politik gerçeklik açısından tartışmak mümkün olsun isterdim.
Çocukluk ve ilkgençlik zamanınızda sinemaya gider miydiniz?
Çocukluğumda, 1980 ve ‘90’ların başında Diyarbakır’da Dilan ve Emek sinemaları vardı, onlara giderdim. Ama genelde çok politik filmler olmazdı. Sinema açısından içeriği güçlü filmler de yoktu. En politiği Yılmaz Güney’in filmleriydi.
Sever misiniz Yılmaz Güney sinemasını?
Severim. Müthiş bir yönetmen, inanılmaz bir oyuncu, yazar ve devrimci.
Kürt sinemasını nasıl görüyorsunuz?
Sinema dünyasında film platoları yapılır ya, Kürdistan açık bir platodur, her şeyiyle. Bu platoda nereye dokunsan bir hikâye var. Her bir bireyin, toplumun hikâyesi var. Bu hikâyeler canlı, yaşıyor. Filmlere konu olabilecek hikâyeleri aşan bir biçimde canlılar hem de. Elbette bunların değerlendirilmesi lâzım.
Rojava Film Komünü’nün bazı filmlerini izledim. Kobanê (2022) çok güzeldi. Ama tabii Kürt sinemasının kendi özgünlüğünü oluşturması, mesela İran sineması gibi bir kimliğe, özgünlüğe ulaşması vakit alacaktır. Rönesans için söylenir hani, “Bir çöp yığını üzerinde yükseldi” diye. Kültürde, sanatta, edebiyatta bir çöp yığını oluşmuştur ve onun üzerinden Rönesans olgusu ortaya çıkmıştır, özgünlüğüyle tarihe mâlolmuştur. Bizde de bir “çöp yığını” olması lâzım. İnsanlar bir şey üretiyorsa onu engellememeli, kısıtlamamalı. Yanlış, eksik ya da kötü yapılır, önemli değil, o yığının üzerinde kendi kimliğini, kişiliğini bulmuş bir sinema ortaya çıkacaktır çünkü. Aynı şekilde edebiyat, sanat ortaya çıkacaktır. O açıdan çok daha fazla üretim gerekiyor, Rojava’dan Avrupa’ya, her tarafta. Kürt Rönesans’ını ortaya çıkarabilecek eserlerin önünü açmak lâzım.
Kürt sinemasının dili ne olmalı ya da Kürtçe olmayan bir film Kürt sinemasına dahil midir, değil midir tartışması çokça yapılır. Bu tartışmaya siz nasıl bakıyorsunuz?
Sinemanın dili kesinlikle Kürtçe olmalı. Kürtçe olmazsa o kimliği kazanamaz zaten. Bizim temel meselemiz budur, dildir. Geçen dil konusuyla ilgili annemle konuşuyorduk. Annem 1980 yılında, 12 Eylül faşizmi sürecinde tutuklu olan Behçet abimin görüşüne, Diyarbakır 5 No’luya gidiyor. “Gittiğimde askerler bana ‘Kürtçe konuşmayacaksın, Türkçe konuşacaksın, eğer Kürtçe konuşursan oğlunu döveceğiz, ona işkence edeceğiz’ dediler” diye anlatıyor. Kardeşlerim de annemi uyarıyor öncesinde, “Kürtçe konuşma, yoksa abimize işkence yapacaklar” diyor. Annem ziyarete gittiği esnada abim anneme, “Türkçe konuşma, Kürtçe konuş, bir şey olmaz” diyor. Annem de kabullenemiyor oğlunun işkence görmesini, kendisinin buna sebep olmasını. Kürtçe konuşmayıp sadece iki-üç Türkçe kelime söylüyor: “Oğlum nasılsın, iyi misin?” Abim Kürtçede ısrar ediyor ve nihayetinde işkence görüyor. 1980’de yaşanıyor bu. 2006’da ortada bir Kürtçe yasağı olmamasına rağmen bize hapishanede, aile ziyaretleri sırasında Kürtçe yasağı getirmişlerdi. Bir sene boyunca Kürtçe konuşmamıza izin vermediler ziyaretçilerle. Annem, kardeşlerim geliyordu, Kürtçe konuştuğumuz için telefonumuz kapatılıyordu. Zaten 45 dakikalık ziyaret, boşa gidiyordu. 1980’de abimlerin yaşadıkları, 2006’da bizim başımıza gelen ve bugün yaşananlar… Bakın, Meclis’te vekillerimiz Kürtçe konuşuyor ve mikrofonları kapatılıyor. Değişen bir şey yok. Bu nedenle temel mesele dil. Bir halkın diline, kültürüne tahammül yok.
Sinema için de anahtar dil, değil mi?
Evet. Sinemamız, edebiyatımız, kültürümüz o dil üzerinden gelişecek çünkü.
Onca yıldır yolunuzu gözleyen annenizle ilişkiniz nasıl?
Kürtçede “Dayê” deriz anneye. Bu sözcüğün kökü olan “Da”nın mânâsı “verdi” ya da “yarattı” demektir. “Dayê” de “vermek” demektir. Yani hayat verenin kendisidir anne. O isme yakışır biridir annem. Hayatı boyunca çocuklarına hep verdi. İçerideki yolculuğum Diyarbakır’da başladı. Daha sonra 1996’da Çankırı’ya gittim, 2003’teydi sanırım, Ankara F Tipi’ne geçtim. 2008’de Kırıkkale, sonra Mardin’de bir yıl, oradan Rize’ye, sonra Tekirdağ’a ve en son tekrar Diyarbakır. Bu “gezdiğim” tüm cezaevlerinde annem hep ziyaretime geldi. Sadece pandemi sürecinde gelemedi. Yaşlı zaten, 90’ın üstünde. Çıkmadan önceki son üç-dört yıl hiç görüşemedik. Telefonla konuşuyorduk sadece. Annem bütün bu süreçlerde hep benimleydi, hep hissettim bunu. En zor ânımda yakınımda her zaman hissettiğim annemdi. Biz açlık grevindeysek lokmalar ağızlarına takılan, yiyemeyen insanlar bunlar. Çok çektiler.
Rönesans için söylenir, “Bir çöp yığını üzerinde yükseldi” diye. Sanatta, edebiyatta bir çöp yığını oluşmuştur, onun üzerinden Rönesans ortaya çıkmıştır. Bizde de bir “çöp yığını” olması lâzım. İnsanlar bir şey üretiyorsa engellememeli, kısıtlamamalı. Yanlış, eksik, kötü, önemli değil, o yığının üzerinde kişiliğini bulmuş bir sinema ortaya çıkacaktır.
Sinema ve kameranın yanısıra fotoğrafa bakışınız nasıl?
Fotoğraf dijital bir hapishane gibi. Kişiyi o hapishaneden kurtaran ve çıkaran şey fotoğrafa bakan gözleridir. O bakış fotoğrafı özgürleştirir, görünür kılar. Bir fotoğrafa baktığımda hep bu duyguyu hissederim. Eski fotoğraflarda özellikle. Hapishane fotoğrafları da öyledir, her birinin bir öyküsü var. Yaşanmışlıklarıyla sana bir şey anlatırlar hep.
Omzunuzda kuşların olduğu fotoğrafın öyküsüne gelsek örneğin…
Sincan F Tipi Cezaevi’ndeydim. Sene 2001 ya da 2002. Kuşları dışarıdan almıştık. Birinin adı Miro, birinin Canê’ydi. Omuzuma gelirlerdi, kulağıma bir şeyler söylerlerdi. Çok alışmıştık birbirimize. Bir süre bende kaldılar, ama sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış bir arkadaş geldi. Onlar tekli hücrelerde bir başlarına kalıyorlar hayatları boyunca. İlk geldiğinde bizimle üç-beş gün kaldı, cezasından dolayı daha sonra tekli hücreye alındı. Miro ve Canê’yi ona verdim…
Otuz yıl kaç zaman eder, bunun muhasebesini görüyoruz kitapta. Günler, haftalar, aylar, yıllar, saatler… Bu hesabı biz “dışarıdakiler” kafamızda bir nebze olsun canlandıralım diye yapıyor Hevalcan, ama Hevalzarok devreye giriyor ve “Nerede yaşadığımızı, neler yaptığımızı çok güzel özetledin özetlemesine de, ben zaten bunlardan yola çıkarak kim olduğumuzun, neler yaşadığımızın anlaşılacağından şüpheliyim” diyor. Kim olduğunuzun yanıtının nerede yaşadığınızda değil, nasıl yaşadığınızda aranması gerektiğini söylüyor. Bu niçin önemli?
Kitapta Simurglar dedim bize, içerili yıllarımızı “içerili bir yolculuk” olarak ifade ettim, metafiziklik de oradan geliyor zaten. Nasıl yaşadığımızın yanıtı bu yolculuğu nasıl deneyimlediğimizde gizli. Herkes kemalince yürümüştür bu yolculukta.
Yani “nerede değil, nasıl yaşadığınızın” esası da aslında zamanı nasıl yaşadığınızda saklı, öyle mi?
Herakleitos aynı nehirde iki defa yıkanılmayacağını söyler, çünkü yıkandığın nehir değişmiştir artık. Ama içerideki zamanda bu biraz farklı. Bugün tıpatıp dündür, yarın da bugündür. Otuz yıl boyunca hep böyle. Mevsimlerin tadına varamadan, onun içine giremeden, gündoğumunu ve günbatımını görmeden giden bir otuz yıl. Sadece dik açıyla baktığın, üzerinde gidip gelen bir güneş var. Tabii yaşamı algılama boyutunla onu yaşama boyutun farklı. Metafizik dediğim şey burada devreye giriyor işte, “nasıl”ı belirleyen de o.
Herakleitos’un sözü bu durumda ne oluyor?
İçerideki zaman akışında aynı nehirde bir defa değil, binlerce defa yıkanırsın. Böyledir. Bu değişmez. Zaman değişmez. Sabah kalkarsın, sayım için gelinir, kahvaltı yaparsın, eğitime geçersin, öğlen arası verirsin, dinlenirsin. Tekrar kalktığında etkinlikler olur, top oynarsın ya da satranç. Akşam kapı kapanır. Bir şeyler okursun, televizyondan belki bir şey izlersin. Sonra uyursun. Bir rutin vardır, değişmez bir rutin. Hiçbir şekilde değişmez.
Ama bu rutinin dışına çıkmak metafizik olmana bağlı, zamanı bükmene bağlı. Onu büktün mü, onun ötesine geçebiliyorsun. Zamanı anlamlandırmanla alâkalı. Zamanın kısalığı ya da uzunluğu izafi bir şey. Kimine göre kısa, kimine göre uzun.
Kitapta bu anlamlandırmayı yapabilmesi için okura sesleniyorum ya, nerede ne kadar kaldık, bunlar bir yere kadar anlaşılabilir. “Bana nerede yaşadığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” bir altyapı-üstyapı meselesidir aslında. Kişi nerede yaşıyorsa o sınıfa aittir görüşü düz bir mantık. Gerçeği ifade etmez. Nerede yaşadığın senin gerçeğini ifade ediyor olsaydı, biz sadece içeride, dört duvar arasında yaşamış beton insanlar olurduk. Ama yaşadığın yerde zamanı nasıl yaşadığın önemlidir. İnsanın kimliğini, hakikatini var eden budur.
Tabii herkes için aynı değil bu. Biz içeridekiler farklılıklarımızla birbirimize benzeriz, ama herkesin o yılları yaşama biçimi kemalince olmuştur. İdrak edebildiği, düşünebildiği, bunu bir eyleme dönüştürebildiği oranda olmuştur. Bazısı yüzeyde kalmıştır, bazısı derine inebilmiştir. Ve bu yürüyüşü benden çok daha fazla üreterek, değer katarak, büyüterek yürüyenler olmuştur.
O dört duvarlar arasında öylesine muazzam romanlar, öyküler, şiirler, resimler, şarkı sözleri ve direniş hikâyeleri çıktı ki, inanamazsınız. Tüm bunları o zor şartlar altında direnen yüzlerce tutsak yaptı. Ben bu yolculukta kemalince yürümüş bir yolcuyum sadece. Bu yolculukta hayatını kaybetmiş tüm yoldaşları saygı ve minnetle anıyorum.
Zaman ve mekânı konuştuk. Bedeni, o bedenin arzularını da konuşsak. Kitapta Beatrice’i görüyor, duyuyoruz. Kim o?
Hevalzarok’um işte. Yoksa siz de platonik bir aşkın şifresi mi sandınız? (gülüyor)
Hayır desek yalan olur… Bir söyleşide, Alain Badiou’ya “sanal sahnede kalan aşk” konusuna dair bir soru yöneltiliyor. O da bu vesileyle karşılaşmaya ya da dokunulamayana, uzakta olana dair şöyle diyor: “Nihayetinde yokluk, sakınma veya sanallık biçimleri içinde büyük karşılaşmalar yaşayabiliriz. Uzak mesafede bile süren bir aşk yaşayabiliriz. Heloise ve Abelard ya da Tristan ve Isolde, mit de olsalar, âşık sadakatinin örneklerinin aşırı çeşitli olduğunu belirtirler. Mevcut olana dönük kayda değer bir sahtekârlığımız olduğu gibi, var olmayana yönelik kayda değer bir bağlılığımız vardır.” Ne dersiniz?
Öte yandan, bizdeki bilinen örneklere, yani Mem û Zîn ya da Ferhat ile Şirin’e baktığımızda da görürüz ki, hiçbirinin mutlu sonu yoktur. Hep ayrılık. (gülüyor)
İçeride hayat daha yavaş akardı. O yavaş akan hayatın içinde her şeyi daha derin yaşayabiliyordun. Özlemi de, heyecanı da, sevinci de, kederi de. Ama dışarıda hıza teslim olmuş yaşamlar içinde bunların hiçbirini derinlemesine yaşayamıyorsun. Şimdi bu hıza karşı bir ayağım hep frende yol almaya çalışıyorum. Çünkü hakikatin kalbi yavaşlıkta atıyor.
Haklısınız. Ama onları ölümsüzleştirip efsaneleştiren de bu mutsuz sonlar galiba…
Evet. Aşka ve sevgiye inanıyorum. İkisi de insanı insan kılan temel özellikler. Onlarsız hayat düşünülemez. Olmayanı yüceltme, baştacı etme, olanı ise değersizleştirme dediniz ya, katılıyorum. Ve bu bana da pek dürüst gelmiyor. Aşk ve sevgi konusuna tekrar gelince, Nâzım Hikmet, “Aşk, hercai bir bahar meltemi gibidir” der. Gelip geçicidir yani. Baki olan sevgidir demek ister. Ve o sevgi az mı değerlidir?
Modern yaşamda, popülist kültür içinde aşk bir tüketim nesnesine dönüştürüldü. Onun için “özel” bir gün bile var. Popüler kültür içinde her şeyi bir kareye alma çabası vardır ya, aşk da bundan mustarip. Elbette aşkın geçici olması onu değersiz kılmaz ya da bitip gideceği anlamına gelmez. Sevgiye dönüşür ve o da değerlidir; bir insanı sevmek, doğayı sevmek, hayvanları sevmek, bir vatanı sevmek, insanın kendini sevmesi… Kitabımın en temel konularından biri budur esasen, her şey insanın kendisini sevebilmesiyle başlar. Çünkü kendisini sevmeyen birinin başkasını sevebilmesi, kendisiyle barışık olmayan birinin bir başkasıyla barışık olması mümkün değil. Dünyamız kendisiyle boşanmış insanlarla dolu. İnsanın bir başkasıyla evlenmesinden önce kendisiyle evlenmesi gerekir, kendisiyle barışık olması gerekir. Bu aynı zamanda kendini bilmenin ve bulmanın da yolu.
Kalabalıklar arasında yaşıyoruz, hayatı hızlı bir şekilde yaşıyoruz. Ben de dışarıda bu hıza dahil oldum. Kendimi bu hız kültüründen korumaya çalışıyorum. Ne kadar başarılı olurum, bilemem, zamanla göreceğiz. İçeride hayat daha yavaş akardı. O yavaş akan hayatın içinde her şeyi daha derin yaşayabiliyordun. Özlemi de, heyecanı da, hüznü ve sevinci de, kederi de. Ama dışarıda kalabalıklar içinde, hıza teslim olmuş yaşamlar içinde bunların hiçbirini –eğer yavaşlamazsan– derinlemesine yaşayamıyorsun. Çok yüzeyde, kıyısında kenarında kalabiliyorsun her şeyin. Ben de bu hıza karşı bir ayağım hep frende yol almaya çalışıyorum. Çünkü hakikatin kalbi yavaşlıkta atıyor. O yavaşlıkta insan birçok şeyi derinden yaşayıp hissedebiliyor.
Geçen otuz yıl içinde her şeye rağmen sizi en çok sevindiren, yüzünüzü gülümseten bir şey geliyor mu aklınıza?
Büyük sevinçler, büyük mutluluklar yaşamadım. Çok mutlu olduğum bir şey var mıydı, yok. Küçük küçük sevinçlerim, mutluluklarım oldu tabii.
Peki, en çok üzen?
Çok şey var. 1999 yılı başlı başına hepimiz için travmatikti. Sonrasında Kobani ve Afrin, Sur, Cizre… Zorlandığımız, televizyonu kapattığımız oluyordu, çaresiz hissediyorduk. Hemen duvarın ötesinde bir dram yaşanıyordu. Onun getirdiği acıyı tarif edemem. Yediğimiz yemeklerin tadı olmazdı. O zamanlar çok zordu. Özel olarak da 1994’te abim Şerif Avşar’ın katledilmesi beni çok çaresiz hissettirmişti…
Son söz?
Nihayetinde hapishane yolculuğumuzun içerideki hali bitti ve dışarıdayım. Yeni bir Dünyahane’deyiz. Bu yeni Dünyahane’de de ya hep beraber özgürleşeceğiz ya da hiçbirimiz özgür olmayacağız. Mahpusluk bitmiş değil, içeride başlamış bir şey değildi, dışarıda olmakla da bitmiş değil, ama ilelebet devam edecek de değil. Umutsuz, karamsar biri değilim. Bitecek mutlaka. Biz görür müyüz, bilmiyorum. Bu dünya kendisini yeniden var edecek. Daha büyük tehlikeler var, biliyoruz: küresel ısınma, doğanın yıkımı, derinleşen eşitsizlik… Ya dünya kendi felâketine doğru koşacak ya da kendi kurtuluşuna.
Biz Dünyahane’nin mahpuslarına düşen, hep beraber kurtuluşun yolunu bulmaktır. Kendi Hevalzarok’u ile barışmak, konuşmak, kendini sevmek, kendini bilmek ve kendini aramanın yolculuğuna çıkmakla başlar her şey.