Geçmişin kâbusları, geleceğin umutları
Sinan Tankut Gülhan

Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla.
Oturmuşlar tezgâhları başına, diş bilerler.
…
Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz,
inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula
(Silezyalı Dokumacılar, Heinrich Heine, Çeviri: A. Kadir, Selâhattin Yıldırım)
.
1844’te, 1848 devrimlerinin ayak seslerinden ilki Prusya’nın tarihi Silezya bölgesinde duyuldu. Karl Marx’ı da çok yakından etkileyen bu işçi isyanı, Prusya’nın en zengin bölgesi Silezya’nın bile devrime ne kadar açık olduğunu gösteren bir işaret fişeğiydi. Marx’ın uzaktan akrabası ve aile büyüğü olan Heine’nin etkileyici mısraları, işçi direnişleri hafızasına Silezya’nın adını belirgin bir biçimde kazımıştı. Sorun şu ki, artık Silezya diye bir yer yok. Dünya tarihinin tozlu yapraklarına karışan ilk otoriter modernist devletlerden Prusya’yla birlikte, Silezya da insanlık coğrafyasının belleğinden silindi.
2019’da, Erasmus’un değişim programıyla Zielona Góra’ya (“Jielona Gura” diye okunuyor) birkaç günlüğüne öğrencilere seminer vermeye geldiğimde, ne Silezya’dan ne Silezya’nın büyük bir kısmının Polonya’da bulunduğundan ne de Avrupa tarihinin bu en hüzünlü ve karanlık dönemeçlerinden birinden haberdardım.
Orta ve kuzey Avrupa’nın dümdüz ormanlarını, Berlin tren istasyonundan iki saatlik bir yolculuğun ardından Zielona Góra’ya ulaşırken önümde uzanan manzarayı, hayli aşina olduğum Anadolu düzlüğüyle kıyaslıyordum. Bu biteviye yemyeşil ağaçlar pek mukayeseye yer bırakmayacak bir biçimde insanı yeşil bir rüyaya serdederken, bir anda Polonya sınır çizgisini, yani Odra (Almanca adıyla “Oder”) nehrini geçtiğimizi fark ettim.
Doğu Almanya’nın köy ve kasaba kalabalığı, demiryollarını ormanlarla saran, tarım arazilerini demiryollarından uzağa toplayan planlama anlayışı, Odra’yı geçer geçmez değişiyordu. Elektrik nakil hatlarının şekilleri bile farklılaşırken, insan eliyle dikilmiş orman yoğunluğu yerini göz alabildiğine uzanan tarım arazilerine bıraktı.
Dört yıl sonra, 2023’te misafir öğretim üyesi olarak Zielona Góra Üniversitesi’nde çalışmaya ve bölgenin toprak mülkiyeti yapısı hakkında okumaya başladığımda, göz alabildiğine uzanan ve Almanya kırsalından son derece farklı olan coğrafi şekilleri kavrayabildim. 2019’da pek fark etmesem de Heine’nin meşhur Silezya’sı gözlerimin önündeymiş.
Hemen hemen Batı Polonya’nın yarısı, Opole kentinin güneyinden Zielona Góra’nın hemen kuzeyinden geçen Odra nehrine kadar tüm coğrafya, tarihi Lehçesiyle Śląsk-Şlonsk’tan –Almanca’dan Türkçe’ye aktardığımız haliyle Silezya’dan– mürekkepti. Avrupa’nın uluslar ve savaşlar tarihi bir hayli karmaşık ve Türkiye’de çokça karşımıza çıkan ulus-devlet güzellemelerine yer vermeyecek kadar da kanlı ve acımasız.
Lehçede bütün cumhuriyetlere republika denirken sadece Leh Cumhuriyeti, yani Polonya rzeczpospolita adını taşıyor. Bileşik bir kelime bu: rzecz “şey” demek, pospolita da “ortak”; Leh Cumhuriyeti Lehlerin “ortak şeyi.”
Kimlik ve dil
13. yüzyıl başına kadar Piast hanedanlığının görece merkezi iktidarıyla Silezya’nın hemen hepsini Polonya yönetiyordu. Lehlerin mutat seçkinler arası kavgalarının ilk örnekleriyle merkezi iktidar ortadan kalktı ve Silezya’nın bir kısmı Germenleşmeye başladı.
Piast hanedanlığı Polonyalılar için önemli, çünkü Polonya’nın epey örselenmiş milli kimliği açısından belki Türk kimliğindeki Anadolu Selçuklularına benzer bir yer tutuyor. Zira, Polonya’nın ikinci kuruluşu ancak 14. yüzyıl sonu, 15. yüzyıl başında Jagielonların tahta çıkmasıyla gerçekleşti. Daha sonra resmi tarihyazımında bu geçmiş esas teşkil edecekti.
Jagielonların kurduğu Polonya Krallığı’nın iki ayırt edici özelliği vardı. İlkin, kurucu hanedan kuzeydoğudan, Litvanya’dan gelmişti. İkincisi, devlet kraliyetten çok bir cumhuriyete benziyor ve rzeczspospolita (“şeçpospolita” diye okunuyor) diye adlandırılıyordu. Lehçede bütün cumhuriyetlere republika denirken sadece Leh Cumhuriyeti, yani Polonya, rzeczpospolita adını taşıyor. Bileşik bir kelime bu: rzecz “şey” demek, pospolita da “ortak”; Leh Cumhuriyeti Lehlerin “ortak şeyi.”
Üç defa yok edilen, üç defa yeniden kurulan dirayetli bir cumhuriyet. Ve tabii, bu cumhuriyeti Lehlerin “ortak şeyi” yapan, Slav dilleri arasında en çetrefil ve aşırı kurallarla örülmüş dile duyulan aidiyet. Bugün bile soyadlarından insanların nereden geldiğini çözenler var.
Birinci Leh Cumhuriyeti 18. yüzyıl sonunda, Rusya, Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında pay edilirken, Leh Silezyası da Wrocław’ın doğusunda sıkışıp kalacaktı. Ülkenin ağırlık merkezinin batıdan doğuya kayması, bugün Polonya’nın doğu sınırında kalan Lublin’i merkez alması ve Litvanya’nın da katıldığı ortak kraliyetinin yönettiği erken modern ulus inşası deneyimi Silezya’nın önemini azalttı.

Kanlı dönemeçler
1918’de, I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan II. Polonya Cumhuriyeti, Naziler ve Stalinist SSCB’nin işgalleri sonucu 1939 sonunda yıkılırken, dünya en kanlı dönemlerinden birine girdi. Stalin’in ulus inşa faaliyetlerinin sonuncusu olarak, 1945’te savaş bittiğinde, Polonya’nın doğusu Belarus, Ukrayna ve Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasında pay edildi. Orada yaşayan Lehler de, Almanya’nın doğusunun yeni kurulan sosyalist Polonya’ya tahsis edilmesiyle, Polonya’nın batısına iskân edildi. Prusya’nın payitahtı Koenigsberg’i Kaliningrad adıyla Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti devralırken, Prusya’nın en zengin bölgesi Silezya Polonya’ya verildi. Tabii verildiğinde zengin bir bölgeden ziyade bir savaş alanıydı.
Dünya Savaşı’nın son devri korkunç kanlıydı. Savaşın hemen ardından, 1947’de, Pakistan-Hindistan bağımsızlığının yarattığı iç savaş ortamındaki pogromlar Polonya’da çok daha kısa bir sürede gerçekleşti. Nazilerin neredeyse yok ettiği Varşova’nın acısını hâlâ hisseden Lehler III. Cumhuriyetin kurulduğu 1989 sonrasında Odra’ya koşarken, manzaraya Kızıl Ordu’nun yok ettiği şehirler silsilesinin muhasebesi eklendi.
Bu nedenlerle Nazi ordusunda bir nefer olarak savaş alanlarında kaybolan Silezyalı dokumacıların yerini 1945 sonrasında Doğu Polonyalılar aldı. Fakat, doğudan gelen bu evsiz barksız insanların durumu da pek parlak değildi. Kızıl Ordu Odra’ya ve Berlin’e varabilmek için olanca gücüyle hareket ederken karşısına çıkan Almanya’nın doğu savunma hattındaki şehirlere hiç merhametli davranmadı.
Dresden’i Kurt Vonnegut’un Mezbaha 5’inde okumuşsunuzdur, Hiroşima ve Nagazaki’ye denk, ama onun kadar bilinmeyen devasa bir stratejik bombalama operasyonuyla müttefik orduları şehri yerle bir etti. Böylece, Varşova’ya Nazilerin yaptığının rövanşı alınıyordu. İşte bir yığın şehir de böylesi biçimde dümdüz edildi.
Harabeler arasında
Bu şehirlerden birini görme ve hikâyesini dinleme fırsatım oldu. Glogau, bugünkü adıyla Głogów (“Gvoguf” diye okunuyor) Silezya’nın Grünberg, bugünkü adıyla Zielona Góra ile beraber orta ölçekli, yüz binden fazla nüfuslu şehirlerinden biri. Głogów’un güzelliği, tam Odra’nın üzerinde olmasından, nehirle bütünleşmesinden kaynaklanıyor.
1945’te şehrin yüzde 90’ı harap edildi. Öyle ki, savaşın ardından doğudan gelip kente yerleştirilen insanlar gördükleri yıkım tablosu karşısında, “buradan hiçbir şey olmaz, burada hiçbir şey yetişmez” diyerek geldikleri yerlere dönmek istediklerini, bir kısmının başka şehirlere göç ettiğini şehirde doğup büyüyen arkadaşlardan dinledim.
Głogów’un yıkıntısı orada doğup büyüyenlerin hafızasında yer edecek kadar dirençli. 1980’lerin sonuna kadar, şehrin tam ortasında büyük harabeler varlıklarını sürdürüyor. Şehirde bir briket fabrikası olmasına rağmen, on yıllar boyunca briketler “Varşova’yı yeniden inşa ediyoruz” kampanyalarına gidiyor, harabeler gündelik hayatın bir parçası olarak varlıklarını onlarca sene sürdürüyor. Şehirde doğup büyüyen insanlar harabelerin önünden kuyruk eksik olmayan dükkanlarla bütünleştiğini anlatıyor.
Zielona Góra’nın ortasındaki devasa fabrika Heine’nin “Silezyalı Dokumacılar”ından kalan son iz. II. Dünya Savaşı sırasında bine yakın Macar ve Polonyalı Yahudi kadın bu fabrikada köle işçi olarak çalıştırıldı. Savaşın son yılında, bu köle nüfus toplama kampına götürüldü.
Dükkân faslı açılınca “Polonya’da 1980’lerde aylık kişi başı istihkakı şu kadar litre votka, bu kadar et, bu kadar peynir miymiş gerçekten” diye soruyorum. “Evet, doğru” diyor biri ve parmağıyla gösteriyor: “Şu yıkıntıların arasında bir devlet dükkânı vardı, herkes karneyle hak edişlerini alırdı” diye anlatıyor. Ne var ki, insanlar hak edişilerin ne zaman dükkâna varacağını bilmez ve saatlerce kuyruk beklermiş. Kim kuyrukta neyi alabilirse, ona göre ikincil bir değiş-tokuş ekonomisi devreye girer, insanlar ihtiyaçlarını böyle denkleştirirmiş.
Głogów’un araçla bir saat güneyindeyse, Almanca ismini çok yakından tanıdığımız bir şehir var: Wrocław. Almanca adıyla Breslau. İttihat ve Terakki’nin Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na dahil etmesine neden olan iki zırhlı, Goeben ve Breslau’nun Karadeniz’de Osmanlı donanmasına katılmasıydı. Breslau deniz kıyısında değil, fakat Almanya’nın en büyük şehirlerinden biri olarak Prusya donanması için üretilen gemilere ismi verilmiş. Aynı zamanda Silezya’nın da başkenti. Breslau, Almanya topyekûn teslim olana kadar kuşatma altında yaşadığı, Berlin’den sadece iki gün önce, 6 Mayıs 1945’te teslim olduğu için Glogau’nun başına gelenlerden de bir bakıma sorumlu.
Değişen toponimi
Şubat 1945’teki Yalta Konferansı sonucunda, Polonya’nın sadece Silezya’nın bir kısmını değil, tamamını alması kesinleştikten sonra, ilginç bir toponimi, yani yer isimlendirmesi ortaya çıkıyor. Daha ziyade Wrocław’ın güneyi ve doğusunda, Lehlerin yaşadığı Silezya’da yerleşimler eski Lehçe isimlerine avdet ediyor. Wrocław’ın kuzeyi ve batısındaysa ya ses benzerliği ya da doğrudan anlam üzerinden isimler değiştiriliyor.
Glogau’nun Głogów’a ya da Breslau’nun Wrocław’a, Sagan’ın Żagan’a dönüşmesi Piast hanedanlığı döneminden ortak –daha doğrusu, Lehlerin de yer aldığı– bir geçmişe dayanırken, Neusalz’ın Nowa Sól’a (“Yeni Tuz”), Grünberg’in Zielona Góra’ya (Yeşil Tepe) dönüşmesi tercüme yoluyla oldu. Sadece şehirlerin ve kasabaların değil, yüzlerce köyün, mezranın da adı bu şekilde değiştirildi.
Bugün bile Batı Polonya ülkenin en düşük nüfus yoğunluğuna sahip bölgesi. Tren yolculuğumda gördüğüm devasa tarlalar 1945 sonrası kurulan devlet çiftliklerinin devamı. Köyler nispeten düşük yoğunlukta yerleşime tanık olmuş. Bölgenin güçlü yanı sanayisi ve şehirleri. Głogów’da dev bakır madenleri ve Avrupa’nın en büyük bakır üretim tesislerinden biri bulunuyor.

Köle dokumacılar
Zielona Góra’nın tam ortasında devasa bir fabrika yapısı var. Bu fabrika Heine’nin “Silezyalı Dokumacılar”ından kalan son iz. Wrocław’da da uğradığım Alman Yün Dokumacılığı Şirketi’nin fabrika kompleksi hâlâ ayakta denebilir. Deutsche Wollenwaren Manufaktur AG, II. Dünya Savaşı sırasında bine yakın Macar ve Polonyalı Yahudi kadını bu fabrikada köle işçi olarak çalıştırdı. Savaşın son yılında, bu köle nüfus SS’lere verildi. Onlar da kadınları Gross-Rosen toplama kampına götürdü.
Savaşın sonlarında, Ocak 1945’te, iki binden fazla Yahudi kadın Silezya’dan zorunlu yürüyüşle Almanya’nın tam ortasında, Aşağı Saksonya Eyaleti’ndeki Bergen-Belsen toplama kampına ya da Bavyera’ya gönderildi. Aylaca süren yürüyüş sırasında kadınların üçte biri açlık ve hastalıktan hayatlarını kaybetti.
Lehlerin, Yahudilerin ve Sovyet savaş esirlerinin tutulduğu kamplar o dönemde Alman toplumunun bir kesminin “görmedik, bilmiyorduk” yönündeki savunmasını boşa çıkarıyor. Zira Bergen-Belsen ve Gross-Rosen kampları, örneğin Auschwitz’in aksine, işgal edilmiş ülkelerde değil, Almanya’nın içinde yer alıyor.
Savaştan sonra, Doğu Polonya’dan, Polonya’nın yıkım görmüş merkezi şehirlerinden binlerce Leh Zielona Góra ve Silezya’ya yerleştirildi. Tarım, Doğu Polonya’nın aksine, devlet kontrolünde yürütülürken, sanayinin bir an önce ayağa kaldırılması için Deutsche Wollenwaren Manufaktur AG’nin Zielona Góra’daki fabrikası Polska Wełna adını alıp faaliyete geçti.
“Niye kaçmıyorsun?”
Şehrin ekonomisinin temelini oluşturan dev yün dokuma fabrikası, 1999’a kadar nesiller boyu yeni göçmenlerin anneden kıza aktarılan emek dünyasındaki yerini belirledi. 1989 sonrası devletin üretimden elini çekmesi sonucu zora düşen fabrika, 1999’da kapandı. Yaklaşık on yıl boş kalan yapılar, 2008’de dev bir alışveriş merkezine dönüştürüldü.
Polonya’da hatırlamak zor, hüzünlü ve acılı. Zielona Góra’ya ilk gelişimde gördüğüm bir okulun önündeki heykel çok hoşuma gitmişti. Janusz Korczak anıtı. Yuvarlak gözlüklü, top sakallı bu adam ne yapmış olabilirdi? Büyük Varşova gettosu direnişinin son günlerinde, 200 yetim çocuğu yalnız bırakmayı reddeden, Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir filminin baş kahramanı gibi, çocuklara “hava almaya çıkıyoruz, en güzel kıyafetlerimizi giyelim” diyen ve onlarla beraber toplama kampında ölmeyi kaçmaya yeğleyen, “niye kaçmıyorsun” diye soranlara “gece ateşi çıkınca yalnız bırakmadığım çocukları, şu hâlde mi tek başlarına bırakacağım” diyen bir insandı Korczak.

James Joyce’un Stephen Dedalus’u misali, geçmiş uyanamadığımız bir kâbusa dönüşüyor Polonya’da. Evet, bu nedenle hatırlamak önemli, bu nedenle burada şehirlerin dört bir yanı hafıza anıtları, bellek kurumları ve kütüphanelerle dolu. Fakat, bu mütemadi hatırlama eylemi kendine acıyan bir hal almıyor. Alsaydı herhalde yaşanamazdı. Bu kadar kesif, bu kadar yoğun acı nereye sığdırılırdı?
1939’da Polonya’nın resmi nüfusu o dönemki Türkiye’nin hemen hemen iki katıyken, savaşın bitişinin üzerinden geçen neredeyse 80 yılda aynı yoğunluğa ulaşamamış. Polonya şimdilerde Türkiye nüfusunun yarısından azına sahip. Savaş sırasında ülke nüfusunun, çoğu iyi eğitimli, beşte biri ölmüş.
Hafızanın boğucu ağırlığının karşısında geleceğe dair duyulan iyimserlik de mevcut, dahası hayli yaygın. Ekim 2023 seçimlerinde Polonya halkı Avrupa’daki benzer örneklerin ve Türkiye’nin aksi yönünde davrandı. Polonyalılar 1989 seçimlerini dahi aşan bir oranda sandığa giderek, sekiz yıldır ülkeyi yöneten aşırı sağcı Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) –evrensel bir alışkanlık herhalde tüm aşırı sağ partilerin “adalete” yaptığı bu abartılı vurgu– yerine merkez sağ ve sol partilerin koalisyonundan oluşan muhalefeti iktidara getirdi.
Yeni iktidarın ilk icraatları kilisenin bütçesini azaltmak, öğretmenlerin maaşlarını artırmak, yargının bağımsızlığını tesis etmek, kamu medyasını tek parti propaganda aleti olmaktan çıkarmak ve Avrupa’nın en baskıcı kürtaj ve kadın hakları yasalarını düzeltmek oldu.
Demokratik dönüşüm
Gündelik hayatta yakın temas halinde olduğum gençlerin dünyaya açıklığı, siyasette de kendini gösteriyor. Yeni iktidarın ilk işi kilisenin vergilerden aldığı payı azaltmak, öğretmenlerin maaşlarını artırmak, yargının bağımsızlığını yeniden tesis etmek, kamu medyasını tek parti propaganda aleti olmaktan çıkarmak ve tabii ki Avrupa’nın en baskıcı kürtaj ve kadın hakları yasalarını düzeltmek oldu. Cumhurbaşkanlığı hâlâ eski iktidar partisinde olduğu için değişim yavaş. Türkiye’nin aksine, eski iktidar bile hukuki-rasyonel kurumsallığa bir ölçüde önem verdiği için otoriter rekabetçilik mevcut değil.
Bu demokratik dönüşümde Batı Polonya önemli bir yer tutuyor. Artık adı Silezya değil tabii. Dört vilayete ayrılmış eski Silezya farklı ölçeklerde geçmişin parçalarını taşıyor: Zielona Góra’nın bir parçası olduğu Lubuskie, Wrocław’ın merkezinde olduğu Aşağı Silezya, katettiğimiz bin yıllık tarih boyunca hep Lehlerin çoğunlukta olduğu Opole ve Silezya.
Asırlardır yapısı hemen hiç değişmemiş Doğu Polonya bölgelerinin aksine, Batı Polonya merkez ve merkez sol partilerinin en güçlü olduğu yerlerden. Geleneksel köylülüğün dindarlığı ve yalıtılmışlığı Batı Polonya’da yerini daha şehirli bir dindarlığa ve daha direngen bir sivil topluma bırakmış. Bölgede toprak devlet tarafından işletildiği için küçük köylülük veya serflik olmadı. Sanayi işçilerinden, onların mücadele tarihinden kaynaklanan görece bir serbestlik de mevcut.
İrlanda’yla beraber modern dünya sisteminin kuruluşunun ilk Avrupalı kurbanlarından olan Polonya halkı şimdilerde III. Cumhuriyet’lerinde geleceğe daha iyimser bakmaya çalışıyor. Artan kişi başı gelirini nispeten daha dengeli bir biçimde dağıtıyor. Ücret hadleri hâlâ çok düşük, fakat sosyal devlet, özellikle eğitimde kendisini hissettiriyor. Sol geçmişinden dolayı konut sahipliği oranı çok yüksek. Hakeza, benzeri gelire sahip ülkelerle kıyaslandığında eğitim seviyesi de. Ekonomik büyümenin etkisiyle, 2012’de AB’ye girişinden itibaren, Polonya tarihte ilk defa göç veren değil, göç alan bir ülke olmaya başladı. Evet, Silezya’da hafıza ve tarih karamsar olmak için çok neden veriyor. Ancak, şimdilerde iyimser olmak için de yeterince dayanak mevcut.