HAL VE GİDİŞ

TARİHÇİ MATHILDE LARRÈRE  İLE DEVRİMLER VE GÜNCEL MÜCADELELER

Karanlık çöktüğünde yakılan meşaleler

Küresel neoliberal düzen gitgide temsili demokrasiden uzaklaşarak baskıcı, despotik rejimlerin ve neo-faşist hareketlerin hâkimiyetine girmiş durumda. Başta yaşam hakkı, temel haklar artık fütursuzca çiğneniyor. Faşizm tartışmalarının gündemin ilk sıralarında yer alması boşuna değil. Demokrasi namına ne kaldıysa hızla eriyor. Bu karanlık tablonun başlıca unsurlarının ve bunlara karşı parlayan direniş ışıklarının gözler önüne serildiği yerlerden biri Fransa. Kıl payı farkla iktidara gelen ve çöken merkez sağ-merkez sol tahterevallisinin yıkıntıları üzerinde neoliberalizmin bayraktarlığını yapan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron faşizan yöntemleri ve söylemleri kullanmaktan kaçınmıyor. Anaakım medyanın gözü kapalı desteğini arkasına alarak yoğunlaştırılmış bir devlet şiddetini devreye sokmakla kalmıyor, meclisi bypass ederek sosyal hakları berhava eden neoliberal düzenlemeleri kararnamelerle yürürlüğe koyuyor. 30 Haziran-7 Temmuz’daki genel seçimlerden birinci çıkan sol ittifakın, Yeni Halk Cephesi’nin başbakan adayını görevlendirmeye yanaşmayarak toplumsal iradeye set çekiyor. “Batı demokrasileri”nin sembol ülkelerinden birinde bu şekilde tezahür eden küresel gidişata ve bunun karşısında kurulan direniş mevzilerine geniş bir açıdan bakmak için Fransız tarihçi Mathilde Larrère’in kapısını çaldık. 19. yüzyıl devrimleri uzmanı olan, son yıllarda sosyal mücadelelerde kadınların rolü üzerine çalışan Larrère’le, genel seçimlerin öncesinde, sol ve feminist hareketlerin tarihini, bugününü ve önümüzdeki devrim perspektiflerini konuştuk.
Söyleşi: Alican Tayla
Yeni Halk Cephesi'nin parlamento seçimlerinin ikinci turundaki sürpriz zaferini kutlayan kalabalık... Paris, 7 Temmuz 2024.

Devrimler tarihi hakkındaki kitabınız Evvel Zaman İçinde Devrimler bir Victor Hugo alıntısıyla başlıyor. III. Napolyon’un 1852’de sivil darbeyle ilân ettiği İkinci İmparatorluk döneminde, 1848 Devrimi’nin yıldönümü şerefine şöyle yazıyor Hugo: “Gecenin karanlığı yeniden çökmeye kalktığında, tarihimizin büyük anlarını ışıldatmalıyız, meşale yakar gibi.” Öncelikle bugünün dünyasına baktığınızda, gerek Fransa’da, gerek dünyanın geri kalanında böylesi bir karanlığın çökmekte olduğunu düşünüyor musunuz?

Mathilde Larrère: Her ne kadar iyimser bir mizacım olsa da maalesef bunun tersini söylemek mümkün gözükmüyor. Galiba hayatımda ilk defa bu kadar kötümserim. Fransa’dan başlayayım. Daha bugün bir Boyun Eğmeyen Fransa (La Fance insoumise – LFI) milletvekili polis tarafından terörizm destekçiliği gerekçesiyle ifade verilmeye çağrıldı[1]. Açıkça solu susturmaya çalışıyorlar. Fakat polis celbinin kendisinden ziyade beni esas endişelendiren bunun neredeyse hiç tepki çekmiyor olması. Hemen anında ve kitlesel bir tepki verilmesi gerekirken, geniş sol hareketin içinde şahit olduğum kadarıyla, herkes kendi köşesine çekilmiş vaziyette, birkaç kişisel kınama mesajı dışında hiçbir toplu eylem yok ortada.

Tarihçi Mathilde Larrère Il était une fois les révolutions (Evvel Zaman İçinde Devrimler, 2019), Rage Against the Machism (Maşizme Öfke, 2020), Guns and Roses (Silahlar ve Güller, 2022) adlı kitapların yazarı. Paris Est Marne-la-Vallée Üniversitesi’nde 19. yüzyıl devrimleri üzerine dersler veriyor.

Bu tepkisizliği nasıl açıklıyorsunuz? Türkiye’den de alışık olduğumuz gibi, çok büyük gürültü koparması gereken olaylar o kadar sık yaşanır oldu ki, bir tür uyuşukluk ve kanıksama yerleşmeye başladı diyebilir miyiz?

Bu noktada 7 Ekim saldırıları büyük bir kopuş yarattı. Kullanılması gereken sözcükler ve yorumlanış biçimleri farklı gruplar arasında bir uçurum ortaya çıkardı. Ama çok açık ki, birçok kişi pusuya yatmış vaziyette son köprüleri de yıkmak için bahane arıyordu ve bunun üstüne atladılar. Bu durumu başlatan 7 Ekim olmadı. Bir süredir sola darbe vurmak için böyle bir mazeret bekliyorlardı. Darbeyi yiyen de tabii ki radikal sol oldu, esas olarak Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) ve Yeni Antikapitalist Parti (Nouveau Parti anticapitaliste – NPA).

Genel olarak neo-liberal düzenin gitgide otoriterleşmesi, aşırı sağa yakınlaşması ve muhafazakârlaşmasıyla da paralel bir durum değil mi bu? En temel insan hakları konularında dahi bir gerileme görüyoruz…

Çünkü onlardan her an feragat etmeye hazırlar. Mesela kadın haklarına veya LGBTİ+ haklarına temelde karşı olup olmamaları değil sorun, gerekirse feda edilmelerinde bir sakınca görmemeleri. Üstelik, bu tam olarak bir sınıf meselesi bile değil. Zaten esasında LFI sınıf mücadeleleri açısından aşırı sol bir parti sayılmaz. Esas mesele bir yanda Sosyalist Parti (Parti socialiste – PS) diğer yanda da merkez sağ üzerine kurulu iki partili düzenden çıkılıp daha ziyade üç başlı bir sisteme girilirken [sol, merkez sağ ve aşırı sağ, çn.] burada kendine yer açma çabaları. Tabii ki LFI ve François Hollande’la beraber alenen liberalleşen PS arasında çok büyük bir fark var. Öte yandan, birçok PS militanının Mélenchon’un [Jean-Luc Mélenchon, LFI’nin kurucusu] programını benimseyebileceğini düşünüyorum. Keza Yeşiller seçmeni de. Otoriter liberalizmle mücadele ettiğimiz sürece açıkçası kimin lider olduğu pek de umurumda değil.

Fourmies. 1 Mayıs 1891

Peki başa dönersek, Victor Hugo’nun kastettiği gibi, bugüne ışık tutabilecek, meşale olabilecek tarihler hangileri?

Sorun şu ki artık çok bir şey ifade etmiyorlar. Hugo’nun döneminde taşıdıkları kadar bir anlama sahip değiller. Bir kere artık tüm taraflar aynı tarihleri sahiplenerek aynı meşaleleri yakıyor. Sola ait birçok tarihi referansı sağ kendisine mal etmeye kalkıştı ve sol bunlara yeteri kadar sahip çıkamadı. Bunun belki tek istisnası Paris Komünü. Onun dışında diğer tüm referansları sağ da sahiplenmeye çalışıyor. Fakat tabii ki devrimler önemlerini koruyor. 1 Mayıs da her şeye rağmen anlamını koruyor.

Kendine mal etmeyi başaramamış olsa da sağ 1 Mayıs’ı bile sembolik olarak solun tekelinden çıkarmayı deniyor. Fransa’da her 1 Mayıs’ta bir de aşırı sağcıların yürüyüşü oluyor…

Üstelik bu hiç de yeni bir şey değil. Aşırı sağcı gruplar 1930’lu yıllarda 1 Mayıs’ta “Jeanne d’Arc Bayramı” diye yürüyüşler düzenliyordu. Peki onlar için 1 Mayıs ne ifade ediyordu? Öncelikle solun sahiplendiği bir alanda kendi mevkilerini kurma çabasıydı. Aynı gün Paris’te farklı bir mekânda, farklı bir güzergâh üzerinde kendi gösterilerini yaparak 1 Mayıs’ın sadece emekçiler ve sendikalara ait bir sembol olmasını engellemeye çalışmak. Nazi işgali sırasında Mareşal Pétain de aynı niyetle 1 Mayıs’ı Hristiyanların Aziz Filipus’uyla birlikte anarak bir “çalışma bayramı” olarak tanımlamıştı. Sağın 1 Mayıs’ı kendisine mal etme çabaları gayet eski. 1980’lerden itibaren Milliyeçi Cephe’nin [aşırı sağ parti Front national – FN, 2018’den itibaren Milli Birlik, Rassemblement national – RN adını aldı] çabaları da bu zihniyetin bir devamı.

Şiddetin barometresini elinde tutan daima devlet. Olayların ne zaman yatıştırılıp ne zaman kışkırtılacağına devlet karar verir. Fransa eylemlerde kolluk kuvvetleri konusunda diğer Avrupa ülkelerinde yaygın olan yatıştırma yaklaşımı yerine aşırı şiddetli bir bastırma yöntemini benimsedi.

Sadece Fransa’da değil, tüm dünyada 1 Mayıs’lar tarihi aşırı sağla veya devletle çatışmalarla şekillenmiş. 1977’de 34 kişinin derin devlet tarafından Taksim Meydanı’na ateş açılarak öldürüldüğü İstanbul’daki Kanlı 1 Mayıs katliamı gibi travmalar birçok ülkede yaşandı. Fransa’nın geçmişinde de kitabınızda değindiğiniz dokuz kişinin öldürüldüğü ve bugün pek de hatırlanmayan 1891 Fourmies katliamı var…

1 Mayıs’ı ilk olarak Paris’te, 1889 Dünya Fuarı sırasında sosyalistler tarafından toplanan İkinci Enternasyonal “Uluslararası Emekçiler Günü” olarak ilan ediyor. Marx’ın öncülüğünde 1864’te kurulan Birinci Enternasyonal, Paris Komünü’nün büyük şiddetle bastırılması sonucunda, ama aynı zamanda anarşistler ve sosyalistler arasındaki fikir ayrılıkları sebebiyle dağılmıştı.

O dönemde emek hareketinin temel talebi sekiz saatlik çalışma süresine geçilmesiydi. Bu taleple grev yapan Chicagolu işçilerin 1 Mayıs 1886’da katledilmesi üzerine, bu tarih sembolik olarak benimsendi. Kısacası, tarihsel olarak ilk 1 Mayıs eylemi 1890’da düzenlenmişti. 1891’de ikincisine gelmiştik. Fransa’da eylem olarak işçi kadın ve erkekler, o gün sekiz saat çalıştıktan sonra işi bırakıp tamamen barışçıl ve yasal bir şekilde belediye binaları önünde toplanıyordu. [Üçüncü] Cumhuriyet’in ilk yıllarıydı. Devlet kurumlarına, özellikle de halka daha yakın olan belediyelere nispeten belli bir saygı gösteriliyordu. O yüzden sekiz saatlik işgünü dilekçeleri belediye binalarının önüne bırakılacaktı.

Fransa’nın kuzeyinde yoğun işçi nüfuslu küçük bir şehir olan Fourmies’de de bu şekilde olaylar gayet sakin başlamıştı. Fakat hükümet olay çıkması ihtimaline karşı çok sayıda kolluk kuvveti görevlendirmişti. Bunların çoğu düzen sağlama, kalabalık yatıştırma gibi konularda en ufak tecrübesi ve eğitimi olmayan genç asker ve jandarmalardan oluşuyordu. Bir aşamada kortejden güvenlik güçleri yönünde taşlar atılıyor ve gerginlik başlıyor. İlk tetiği çekenin kim olduğu belli değil, fakat sonuçta kilise önünde toplanan eylemcilere güvenlik güçleri ateş açarak ikisi çocuk dokuz kişiyi öldürüyor.

Aleni bir şekilde göz korkutma amacı mı güdüyordu devlet?

Zaten gerginliklerin kökeninde kalabalık güvenlik güçlerinin varlığı yatıyor. Yıllarca kolluk kuvvetleri ve kolluk kuvvetlerinin eylemlerdeki rolü üzerine çalıştım, şurası kesin: şiddetin barometresini elinde tutan daima devlet. O kadar yoğun ve silahlı güvenlik önlemlerinin alınması hem jandarmanın hem de askerin gönderilmesi bir mesaj veriyor. Sonra işçiler ve kolluk kuvvetleri arasında küfürleşmeler başlıyor. Evet, ateş açılmasından önce güvenlik güçlerine taş atıldığı söylenebilir, fakat bu da oradaki varlıklarının bir sonucu. Aynı anda kolluk kuvvetlerinin hiç de kalabalık olmadığı birçok başka şehirde de eylemler düzenleniyor ve hiçbir sorun yaşanmıyor.

Son derece kırılgan bir demokratik süreçten geçiyoruz. Fransa halkının neredeyse yüzde 30’u oy kullanmıyor, iktidarın istediği reformlara kitlesel şekilde karşı çıkılıyor ve bu reformları hükümet kararnamelerle meclisi bypass ederek yapıyor. Yani iktidar şiddete ve baskıya meşruiyet eksikliğini telafi etmek için başvuruyor.

Üniversite öğrencisi Malik Oussekine’in polis tarafından coplanarak öldürülmesinin ardından düzenlenen çok sayıda protesto yürüyüşünden biri. 6 Aralık 1986.

Günümüzle karşılaştırdığımızda, son beş-altı yılda Fransa’da, özellikle 1 Mayıs yürüyüşlerinde polis baskısının ve şiddetinin dozajının iyice arttığını görüyoruz. Eskiden bir bayram havasında geçen, eylemcilerin çocuklarıyla beraber gittikleri 1 Mayıs’ın yerine polisle çatışma çıkacağını bilerek evden çıkılan bir düzene geçildi…

Bir kere Fransa eylemlerde kolluk kuvvetleri konusunda diğer Avrupa ülkelerinde yaygın olan “yatıştırma” [désescalade] yaklaşımı yerine, aşırı şiddetli bir bastırma yöntemini benimsedi. Bu yaklaşımın kendisi bizatihi kargaşayı ve çatışmaları körüklüyor. Olivier Fillieule ve Fabien Jibard gibi sosyologlar bu olguyu belgelerle açıklıyor. Bense aynı konunun tarihselliği üzerine çalışıyorum, her durumda olayların ne zaman yatıştırılıp ne zaman kışkırtılacağına devletin karar verdiğini görüyorsunuz.

Buna rağmen, bana göre 2018 1 Mayıs’ında bir kopuş yaşandı. Eylemciler içinden küçük bir grup bir McDonalds’ı ateşe vermişti. Bunun üzerine polis tüm sendika kortejlerine, içlerinde çocuklu ailelerin bulunduğu binlerce kişinin üzerine gaz bombalarıyla saldırdı. Evet, o zamana kadar 1 Mayıs’a ailece gidilirdi. Köprü üzerinde bulunan insanlara gaz ve biber bombası atmanın ne kadar tehlikeli olduğu açık.

Aynı gün, Macron’un güvenlik ekibinden, polisle hiçbir bağı olmayan Alexandre Benalla isimli bir kişinin polis kıyafetiyle eylemcilere saldırırken çekilen görüntüleri de büyük tepki yarattı. Yasaların nasıl tek taraflı işlediğini gördük. Bu kopuşun devamı bir sene sonraki 1 Mayıs’ta, polisin daha yürüyüş başlamadan en önde bulunan sendika kortejine sorgusuz sualsiz biber gazı ve gaz bombalarıyla saldırmasıyla geldi.

Çok iyi hatırlıyorum, Fransa’nın en büyük sendikası CGT’nin (Confédération générale du travail – Genel Emek Konfederasyonu) başkanı Philippe Martinez gözlerine inanamıyordu. Tabii ki sendikayla geçen yaşamı boyunca gaz yediği olmuştu, ama böylesine bir şiddetle ilk defa karşılaşıyordu. O zamana kadar polis şiddetinin hedefinde, en azından söylemde, Black Blocks gibi eylemlere özellikle taşkınlık çıkarmak için gelen gruplar olurdu. Sendikalar bu çatışmaların dışında kalırdı. 2018-2019 sürecinde tüm bu sınırların ortadan kalktığına şahit olduk.

Şiddet dozajına karar veren devlet olduğuna göre, bu kopuş bir tesadüf olamaz. O halde Fransa devletinin yatıştırma anlayışından şiddetle bastırmaya geçtiği bu dönüşümü nasıl açıklıyorsunuz?

Öncelikle Fransa demokratik bir omurgadan yoksun. Bu yöntemlere başvurulduğu an devletin artık hukuk devletini, demokrasiyi, düzenin barışçıl biçimde sağlanmasını umursamadığını anlıyoruz. Otoriter ve baskıcı bir kültürü benimsediği anlamına geliyor.

Buna ek olarak, Le Pen faktörü var. Evet, iktidar seçimle geldi, fakat ikinci turda aşırı sağa karşı baraj örülerek ve çok yoğun sandığa gitmeme oranı olan bir seçim sonucunda. Son derece kırılgan bir demokratik süreçten geçiyoruz. Fransa halkının neredeyse yüzde 30’u oy kullanmıyor, iktidarın istediği reformlara kitlesel şekilde karşı çıkılıyor ve bu reformları hükümet yine de kararnamelerle meclisi bypass ederek yapıyor. Yani iktidar şiddete ve baskıya meşruiyet eksikliğini telafi etmek için başvuruyor.

Bu durum tabii ki sadece Fransa’ya özgü değil. Fakat şaşırtıcı olan, Orban Macaristan’ında veya Erdoğan Türkiye’sinde alışık olduğumuz bu manzaraların giderek “batı demokrasisi” denen ülkelerde de yaygınlaşması. 10-15 yıl önce yaşansa hiçbir hükümetin altından kalkamayacağı olaylar arka arkaya geliyor.

Ya da en azından çok daha büyük bir tepkiyle karşılaşırdı. Evet, bu tür olaylar artık o kadar sık yaşanıyor ki…

Polisin attığı gaz bombasıyla genç aktivist Rémi Fraisse hayatını kaybetti. O akşam protesto için Saint-Michel Meydanı’nda kaç kişiydik? 300-400 bile yoktuk. O zaman durumun vahametini kavradım. Bir gencin öldürülmesini kabullenmek anlamına geliyordu bu. Dönüşüm böyle oluyor. Herkesi ayaklandırması gereken bir olaya karşı başınızı eğdiğinizde, bir dahaki sefer daha da ileri gidiyorlar.

Ekim 2015'te Rémi Fraisse'i anmak için düzenlenen yürüyüş

Sizce bu afallamış ve kanıksamış halden nasıl çıkılabilir?

Keşke bilseydim! Hiçbir fikrim yok ve moralimi en çok bu bozuyor. Ben lisedeyken üniversiteye girişte eleme sistemini getirmeyi planlayan 1986 Devaquet reformuna karşı dev öğrenci eylemleri düzenlenmişti. Bir aşamada İçişleri Bakanı Charles Pasqua önderliğinde polis denetimi sertleştirildi. Pasqua “voltijörler” [voltigeurs[2]] isimli, motosikletli tugaylar görevlendirmişti. Öndeki polis aracı sürerken arkadaki de insanları copluyordu. Voltijörler Malik Oussékine adlı bir gencin ölümüne sebep oldu. Oussékine eylemci bile değildi, Cezayir kökenli olduğundan apaçık ırkçılık kurbanı oldu.

Oussékine’in ölümü’nün yarattığı büyük şokla sendikalar da daha da büyüyen gösterilere katıldı. Hemen ertesinde reform tasarısını hazırlayan, yüksek öğretimden sorumlu devlet bakanı Alain Devaquet istifa etti ve reform geri çekildi. Evet, o dönemde de şiddet dalgası vardı, fakat hemen büyük bir tepkiyle karşılaşıyordu. İşlerin iyice rayından çıkmakta olduğunu 2014’te Sivens’e yapılmak istenen baraja karşı oluşturulan ZAD[3] direnişi sırasında idrak ettim.

Polisin attığı gaz bombasının çantası ve sırtının arasına isabet etmesiyle genç aktivist Rémi Fraisse hayatını kaybetti. O akşam protesto için Saint-Michel Meydanı’nda toplanan kaç kişiydik? 300-400 bile yoktuk. Siyasi partiler ise Fraisse ZAD’cı olduğu için birtakım kıvırtmalarla gösterilere katılmaktan kaçındı. O zaman durumun vahametini kavradım. Bir gencin öldürülmesini kabullenmek anlamına geliyordu bu.

Değişim zaten başlamıştı, ama bunu o zaman kabullenmemiz gerekiyordu. Kendimi katmıyorum gerçi, ben asla kabullenmedim. Dönüşüm böyle oluyor. Herkesi ayaklandırması gereken bir olaya karşı başınızı eğdiğinizde, bir dahaki sefer daha da ileri gidiyorlar. Bu tabloya medyaların da rolünü eklemeliyiz. Fransa’da şu an en ciddi sorunlardan biri de medyaların gittikçe Vincent Bolloré gibi aşırı sağcı patronların tekeline girmekte olması.

17 Kasım 2018’de başlayan Sarı Yelekliler eylemlerinden biri; pankart: “Macron defol!”

Fransa’da ana akım medya organlarının tamamının başında servetlerini başka alanlarda elde etmiş zengin, beyaz, erkek patronlar bulunuyor. Bu da yıllara yayılan bir süreçle gelişti…

Evet, zaten yeni bir durum değil. İkinci Dünya Savaşı öncesinde de benzer bir manzara vardı. İşgal sırasında Ulusal Direniş Konseyi’nin [Conseil national de la Résistance] hazırladığı ve kurtuluştan sonra uygulamaya konması gereken program bu düzene son verecekti. Kısmen de hayata geçirildi. Bir medya patronunun birden fazla medya organına sahip olması yasaktı. Fakat sağın her iktidara gelişiyle bu yasa azar azar yontularak, sonunda tüm engeller kaldırıldı. Direniş Konseyi’nin programına bakarsanız her şey kusursuz biçimde öngörülmüş, geriye sadece uygulamaya koymak kalmıştı.

Dünya genelinde ana akım medyalarda, sadece özel olanlarda değil, kamusal olanlarda da dışına çıkılmasının kabul edilmediği, çıktığınız takdirde şiddetle susturulduğunuz bir çerçeve oluştu. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımın medyalara yansıma biçimi de bunu iyice gözler önüne serdi. Şimdiye kadar belki de durumun farkına varmamış birçok kişi için de belki gözleri açan bir süreçteyiz sanki…

Bayağı iyimsersiniz bence! Büyük çoğunluğun bir şeyin farkında vardığını sanmıyorum. Gazze için düzenlenen son gösteride hiç de kalabalık değildik. Hiçbir şeyi engelleyemiyoruz. Televizyona çıkıp ipe sapa gelmez şeyler anlattıklarında bunların yalan olduğunu açıklayan makaleleri kim okuyor ki ardından? Muhalif sesler o kadar az ki, ya çok geç saatlerde ya da kimsenin izlemediği programlarda ancak rastlanabiliyor. Bu kişiler çok iyi bildikleri konularda dayanaklı, bilimsel verilerle, nesnel şekilde konuşsalar da genel sunuma dair bir şey değiştirmiyor.

1970’li yıllara kadar muhalif entelektüel hareketlerin beşiği olmuş Fransa’da son yıllarda genel olarak entelektüellere, bilim insanlarına karşı bu şiddetli horgörüyü nasıl açıklıyorsunuz?

Öncelikle medya sahası gittikçe sorunlu bir hale deldi, meşruiyet düzeyi tamamen farklı olan sesleri denkleştiren bir gösteriye dönüştü. Bir profesörün sözünün illa daha önemli olduğunu söylemiyorum. Fakat konu hakkında en ufak bilgisi, çalışması olmayan kişileri konuşturabilen bir platformdan söz ediyoruz.

Sosyal medyada da durum çok farklı değil. Daha dün Twitter’da tarih anekdotları paylaşan Orta Çağ uzmanı tarihçi bir arkadaşımla konuşuyorduk. Konuşulan mesele hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı açık biri, konu hakkında doktora tezi yazmış, üniversitede ders vermiş birine “git tarih dersi al da gel” diyebiliyor.

Eşitlik çok iyi bir şey. Bir araştırmacıya, hocaya cevap verilemez demiyorum. Sorun bunun elitizm karşıtlığıyla bir araya gelmesi. Elit karşıtlığı daima aşırı sağın temel özelliklerinden olmuştur. Bu durum da aslında bir devamlılık gösteriyor. İkincisiyse, daha genel bir sosyal statü sorunu. Anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim kurumları kamusal politikalar tarafından tamamen terkedilmiş, kendi haline bırakılmış vaziyette. Okul binalarının halinden öğretmenlerin kısıtlı imkânlarına, çalışma koşullarının gittikçe zorlaştırılmasından üniversite hocalarının düşük maaşlarına kadar gidiyor bu ve genel bir itibar sarsma hedefi güdülüyor. Artık bir üniversite profesörünün bile sosyal bir figür olarak bir saygınlığı kalmadı.

Sağlık sektörünün de benzer şekilde baltalanması eğitim alanıyla önemli paralellikler gösteriyor değil mi?

Evet, tüm kamusal alanlar için geçerli bu. Sosyal devlet getirilerinin tümü saldırı altında.

Okullarda tarih müfredatından sosyal mücadeleler ve devrimler tarihi tamamen çıkarıldı. Tarih dersinde Ekim Devrimi bile işlenmiyor. Müfredatta “temizlik” yapıldı. Dolayısıyla, mücadelelerin, umutların ve zaferlerin tarihinin en yaygın şekilde aktarılması için savaşmak zorundayız.

İsrail başbakanı Benyamin Netanyahu ve eşi Sara, Macron’la beraber İsrail’in kuruluşunun 70. yıl kutlamalarında.

Az önce Twitter’dan bahsediyordunuz. Özellikle devrimler ve sol hareketlerin tarihi hakkında uzun zincirler paylaştığınız çok takipçili bir hesabınız var.  Sizin de başınıza bu tür hakarete varan atışmalar da sık sık gelmesine rağmen sürdürmeyi önemsiyorsunuz…

Evet, çünkü her şeye rağmen çok güzel bir kitlesel eğitim aracı. Bilgi aktarımı sadece okul sınıflarında, laboratuvarlarda yapılamaz. Bilginin mutlaka paylaşılması lâzım. Bizim işimiz bu zaten. Twitter ve diğer medyalar bunu mümkün kılıyor. Maalesef Elon Musk’ın da etkisiyle gitgide bir tür arenaya dönüştü ve her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Fakat birçok kişinin aksine ayrılmamayı tercih ettim. Birilerinin de kalıp bir şeyler yapmaya devam etmesi gerek.

Twitter bitse de arkasından mutlaka başka bir sosyal medya gelecektir. Geleneksel medyaların tekelinin yine de gittikçe kırıldığına şahit olmuyor muyuz?

İnternette öyle, evet. Ama bu sefer de herkes kendi kulvarında yüzüyor. Evet, bize hitap eden bağımsız yayınları seyredebiliriz, fikirlerini paylaştığımız hesapların Twitter, Instagram hesaplarında gezinebiliriz. Bu hesaplar ana akım medyalardaki yalanları, hataları, dengesizlikleri ortaya çıkarmak için çabalıyor. Fakat bizden başka kim seyrediyor? Kendi kulvarının dışına çıkan yayınlara, hesaplara kimse bakmıyor. Bunun sonucunda da diyalog imkânsız hale geliyor, herkes zaten kendi gibi düşünen kişi ve kaynaklardan besleniyor.

Haber kaynaklarına ulaşımın ve paylaşımın günümüzde bu derece kolaylaşması bahsettiğiniz ana akım medyalar sarmalını kıramaz mı sizce?

Bunun mümkün olabilmesi için bu medyaları kullanan kişilerin bilinçlenmesini ve politize olmalarını sağlayacak çok geniş kapsamlı bir sosyal tepki hareketi lâzım. Fransa’da emeklilik koşullarını zorlaştıran reforma karşı bu potansiyeli gördük. Demek ki hâlâ kitlesel tepkiler mümkün. Bu sayede birçok kişi sadece ana akım televizyon izleyerek karşılaşması mümkün olmayan fikirlere açıldı ve kayda değer bir siyasi uyanış yaşadı.

Buna rağmen direniş başarısızlıkla sonuçlandı…

Evet, yasa geçtiği için başarısız oldu. Ama yasa nasıl geçti? Sokakta cop darbeleriyle ve mecliste oylamaya gitmeden cumhurbaşkanı kararnamesiyle geçirildi. Bu açıdan o kadar da kötümser değilim. Sonuç ne olursa olsun, çok fazla kişi düşünmeye, olayları kavramaya, bilinçlenmeye başladı. Bunun mutlaka bir aşamada olumlu etkileri olacaktır. Saflar sıklaşmaya devam ediyor. Ama tabii ki ağır baskı sürecinde direniş ve değişim de zor.

Direniş ve değişim demişken devrim kavramına geçelim. Kitabınızda tamamen boşaltılan devrim sözcüğünün nasıl karşı siyasi bloklar tarafından kendilerine mal edilmeye çalıştığını anlatıyorsunuz. Emmanuel Macron bile seçim kampanyasında slogan olarak kullandı, üstüne Devrim başlıklı bir kitap yayınladı. Benzer bir akıbete uğrayan, siyasetçiler ve iktidara yakın medyalar tarafından esas anlamının zıttı gibi kullanılan başka temel kavramlar da var, laiklik, cumhuriyet ve evrensellik gibi…

Buna “halk”ı da ekleyebiliriz. Bu tür sözcüklerin nasıl etkisizleştirildiğini [désarmer], onlara nasıl el konduğunu anlatan Kelime Kifayetsiz [Le mot est faible] isimli bir kitap dizisi yayınlandı[4]. Devrim sözcüğü tabii ki hâlâ önemini koruyor. Fakat devrimler tarihi esas olarak sivil toplum hareketleri içinde aktivistler tarafından paylaşılıyor, aktarılıyor. Bu noktada eğitim programları sorununa geliyoruz. Okullarda tarih müfredatından sosyal mücadeleler ve devrimler tarihi tamamen çıkarıldı. Tarih dersinde Ekim Devrimi bile işlenmiyor, düşünebiliyor musunuz? Müfredatta “temizlik” yapıldı.

Biraz da bu yüzden Twitter üzerinden popüler eğitim işine soyundum. Mücadeleler tarihi sadece aktivist çevrelerce bilindiği takdirde, devrim, grev ve benzeri sözcükler sadece küçük bir azınlık için Hugo’nun dediği gibi birer meşale olabilir. Dolayısıyla, mücadelelerin, umutların ve zaferlerin tarihinin en yaygın şekilde aktarılması için savaşmak zorundayız.

Mathilde Larrère kitaplığı: Maşizme Öfke, Silahlar ve Güller, Evvel Zaman İçinde Devrimler.

Evvel Zaman İçinde Devrimler farklı dönemler ve ülkelerden çok sayıda devrimi ele alarak bir tür envanter işlevi de görüyor. 18. yüzyıldan başlayıp Portekiz’in Karanfil Devrimi’ne (1974) kadar gidiyorsunuz… Bu kadar geniş bir yelpazede bambaşka koşullar ve biçimlerde ortaya çıkmış devrimlere, devrimci süreçlere baktığınızda gözünüze çarpan temel ortak noktalar neler?

Devrimler farklı dalgalar halinde tezahür ediyor. İlk önce. İngiliz devrimleriyle başlayıp 1908 Jön Türkler, Meksika Devrimi’nin başlangıcı, ilk Çin devrimlerine kadar uzanan liberal devrimler dalgası geliyor. Bunlar liberal devrimler, çünkü her ne kadar mevcut otoriter, gelenekçi ve monarşik düzenlerden kopuş sağlasa da çok ileri gitmiyor ve sosyal demokrasinin eşiğinde frene basıyorlardı.

Buna ek olarak, benim de İtalyanca ve İspanyolca kaynaklarda olduğu gibi, “radikal devrimler” adını verdiğim ve bu ilk grupla biraz iç içe geçmiş olan bir dalga var. Bu devrimler sosyal demokrasiyi öne çıkarıyor, genel oy hakkını, köleliğin kaldırılmasını ve benzeri hakları savunuyordu. Tabii büyük ölçüde erkek egemen hareketlerdi, kadın hakları onlar için bir sorun teşkil etmiyordu.

Bu dalga Fransa 1793’le başlıyor, 1848’de ve en çok da Komün’de örneklerini görüyoruz, ardından Meksika Devrimi, birinci Rus Devrimi de kısmen bu halkanın içinde sayılabilir. Fakat bu devrimler de yeteri kadar ileri gitmediği için üçüncü dalgada sosyalist veya komünist bir devrim tahayyülüne geçiliyor. Ekim Devrimi (1917), Spartakist Hareket (1919) ve bunların bölgelere göre değişen çeşitli türevleri, Küba Devrimi, Maoist devrimler vs. Tabii buna paralel olarak bir yandan da Troçkist hareketler var.

Süreçlerde benzerlikler gözükse de fikirler ve programların farklılıkları net. Son olarak da İran Devrimi, “Kadife Devrimler” gibi adına “devrim” dediğimiz, ama pek de öyle olmayan süreçler var. Arap Baharı ise fazla yeni ve hâlâ da kısmen sürdüğü için gerektiği mesafeyle yaklaşmak mümkün değil. Şu an hangi dalganın parçası olduğunu kestirmek imkânsız.

Peki, az önce bahsettiğiniz üçüncü dalganın sona erdiğini söyleyebilir miyiz?

Bundan emin değilim. Arap Baharı hareketleri inişli çıkışlı gelgitlerle sürüyor, arkası pekâlâ gelebilir. Çok kısa süre önce, başta Şili olmak üzere, pek çok Güney Amerika ülkesinde kitlesel protestolar oldu. Devrimler tarihine baktığımızda süreçlerin ne kadar uzun zaman alabileceğini görüyoruz. Dolayısıyla, sona erdiğini söyleyemeyiz.

Rojava’yı da bu listeye ekleyebiliriz…

Elbette ve maalesef pek bahsedilmese de Chiapas’ı… Halbuki daha fazla bilinse birçok kişinin ilgisini mutlaka çeker.

Gerçi 1990’ların sonundan itibaren, özellikle 2014’te Marcos’un liderlikten çekilmesine kadar, EZLN’den çok sık söz ediliyordu.

Evet, ama yine sadece bizim kulvarlarda, o da büyük ölçüde Marcos’un kişiliği ve karizması sayesinde…

Fransız İhtilâli’nden Zapatistalar’a kadar tarih boyunca devrimlere baktığımızda, kaçınılmaz olarak öne çıkan bir ortak nokta da silahlı mücadele zorunluluğu. Bu alanda son yıllarda büyük dönüşümler oldu. Bir yandan, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, düzen yanlısı iktidar güçleriyle potansiyel devrimci hareketler arasında görülmemiş bir dengesizlik mevcut. Diğer yandan, kamuoyu nezdinde silahlı mücadelenin, zorbalığa karşı şiddete başvurmanın demin konuştuğumuz ana akım medya baskısıyla ahlâken kabul edilemez olduğu algısının yaygınlaştığını görüyoruz. En ufak bir hasar veya şiddet olayı, protestoların meşruiyetini ve esas taleplerini gölgelemek amacıyla, topluma karşı kabul edilemez bir düşmanlık eylemi olarak sunuluyor ve kriminalize ediliyor. Bu dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sorunuzun ilk bölümüne, iki taraf arasındaki dengesizlik kısmına tamamen katılıyorum. Fakat medyaların direniş eylemlerine karşı tavrı hakkında dönüşümden söz etmek pek mümkün değil. 19. yüzyıl boyunca devrimler sırasında gazetelerin tavrı çok açık. Komün sırasında Le Figaro’ya bakarsanız bugünün en aşırı sağcı, polemikçi kanallarını aratmaz.

Daha çekimser ve ılımlı kesimlerin, mesela Sarı Yelekliler eylemleri sırasında bir anıta grafiti yapılmasından polis şiddetinden daha fazla rahatsız olması nispeten yeni bir durum değil mi?

Hep böyleydi. Düzenli olarak 19. yüzyıl kaynakları üzerinde çalışıyorum ve bugünkü manzara hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Yani bu tür tepkiler yeni bir durum değil. Diğer yandan, kuvvetler arasındaki uçurum çok açık. Görünmez Komite [Le comité invisible] kod adlı anonim bir grubun yazdığı Yaklaşan Ayaklanma [L’insurrection qui vient] isimli kitapta da buna uzunca değiniliyor. Artık devrimler eskisi gibi yapılamaz. Kışlık Saray’ı veya Tuileries Sarayı’nı ele geçirmek artık mümkün değil. O devir kapandı. Onun yerine iletişim ağlarını hedeflemek gerektiği anlatılıyor. Başka sabotaj biçimleri icat etmek lâzım. Karşı taraf o kadar güçlendi ki, devrimci eylem dağarcığımızın da gelişmesi şart.

Günümüz koşullarının birçok devrimci kıstasına uyar gözüken hareketlerden biri de de Greta Thunberg’in başlattığı öğrenci grevi. Thunberg ilk başta pek tehditkâr gözükmeyen ekolojik söylemli bir genç kız olarak ortaya çıktığında, Fransa dahil birçok liberal hükümet tarafından alkışlanmıştı. Fakat söyleminin altındaki sağlam anti-kapitalist temeli gördüklerinden beri tüm liberal, sağ, muhafazakâr hükümet ve medyalar tarafından yerden yere vuruluyor, alaya alınmaya çalışılıyor. Thunberg’in öncülüğündeki eylemler ekoloji ile anti-kapitalizmin birbirinden bağımsız olamayacağını herkese göstermek adına da çok etkili olmadı mı?

Tabii ki. Başka türlü olamaz zaten. Sınıf mücadelesinden yoksun ekoloji bahçıvanlıktan ileri gitmez diye bir söz var. Farklı insanların bir şeyler yapmak için çabaladığı, yeni yöntemler geliştirdiği, yeni yaşam biçimleri tasavvur ettiği, zenginlikleri paylaştığı birbirinden kopuk alanlar mevcut. Bambaşka tecrübelerin yaşandığı böyle sayısız adacık var.

Sorun şu ki, bu adalar arasında bağlantılar kurulması gerek. İktidarlar kendilerini öyle tehdit altında hissetmeliler ki, korktuklarının başlarına gelmemesi için istemedikleri reformları yapmak zorunda kalsınlar. Tarih boyunca hep korkuyla yerlerinden oynadılar. 20. yüzyılın ikinci yarısında, düzenli olarak bazı sağ hükümetlerin dahi komünist devrim korkusuyla sosyal reformlar yaptığını görüyoruz. Mesele, ayaklarının altındaki halıyı çekerek onları bu reformları yapmaya mecbur etmek. İngiltere’de böyle oldu.

Bu illa silahlı mücadele olmayacağı anlamına gelmiyor. İrlanda isyanını ve işçi mücadelelerini unutmayalım. Ama diğer ülkelerden daha önce belli hak ve özgürlükleri tanımalarının sebebi, devrimci bir dönemeçe girilmesinden korkmaları. Öyle büyük bir devrimci potansiyel yaratılmalı ki, geri adım atmak zorunda kalsınlar, denklem bu.

Dünya çapında “batılı liberal demokrasiler” diye anılan ülkelerde git gide yaygınlaşan baskı ve otoriterliğe bakarsak böylesi bir korkunun şimdiden mevcut olduğunu söyleyemez miyiz?

Şu an yeteri kadar korkmuyorlar. Çünkü karşılarında kayda değer bir tepki yok.

Fransa örneğine bakarsak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda oyların yüzde 15’ini bile alamamış bir aday tarafından, o da ikinci turda kendisinin beslediği aşırı sağa karşı “baraj” oluşturulmasıyla kazanılıyor. Buna rağmen ülke kararnamelerle ve azımsanamayacak bir polis şiddetiyle yönetiliyor. Bu açıdan bakarsak, mevcut liberal düzen bileği bükülmez görünüşüne karşın savunma halinde değil mi?

Evet böyle bir çelişki var. Ama şimdilik baskıdan başka bir yol denemek zorunda kalacak kadar tehdit altında hissetmiyorlar kendilerini. Bu yoldan çıkmaları için tehdidin daha da büyümesi şart.

Feminizmin bu ani yükselişini beklemiyorlardı. Hâlâ ciddi bir tehdit olarak algılamıyorlar. Fakat feminizm kapitalizm karşıtı, ırkçılık karşıtı bir harekete dönüştükçe tehditkârlığını da artıracaktır. Tehlikeli hale geldiği anda ezmeye çalışacaklardır. Bu eğilimi şimdiden görüyoruz. Eskiden feminist gösterileri bastırmaya çalışmazlardı. Şimdiyse polis hemen etrafımızı sarıyor, coplanıyoruz…

1970’lerde kürtaj hakkı eylemlerinden bir kare.

Muhalefet perspektifinden baktığımızdaysa, 1980’lerin sonundan beri Fransa solundaki daimî sorun “mücadelelerin birleşmesi” [convergence des luttes] meselesi ve bunun görünürdeki imkânsızlığı. Başlangıçta, bundan kastedilen öğrenci hareketleri, emekçiler ve göçmen kökenli yurttaş hareketlerinin buluşmasıydı. Bunlara ciddi bir dinamikle feminist ve LGBTİ+ hareketle ekolojist mücadele eklendi. Diğer yandan da süratle fakirleşen ve kendisini prekarya içinde bulan orta sınıf var. Son yıllarda STK ve solcu akademik çevrelerde, özellikle de feminist mücadelenin ivmesiyle önem kazanan “kesişimsellik” kavramı “mücadelelerin birleşmesi”ne daha doğru, kapsayıcı ve gerçekçi bir alternatif oluşturabilir mi?

Kesinlikle öyle. “Mücadelelerin birleşmesi” biraz “Büyük Gece[5]” gibi, kâğıt üstünde belki gayet güzel, ama gerçekçiliği yok. Buna karşın feminizmdeki kesişimsel yaklaşımın tüm alanlara yayılması şart. Her bir grubun içinde yaşanan tahakkümlere karşı gelmeliyiz, bu grubun kendisi de başka bir kategorinin tahakkümüne maruz kalıyor olsa bile. Ancak bu şekilde kimseyi dışlamadan hareket etmeyi başarabiliriz.

Feminist ve LGBTİ+ harekete demin konuştuğumuz devrimci dalgalar perspektifinden bakarsak, şu an çok mühim bir dinamiğe şahit oluyoruz. Feminizmin tarihini anlattığınız Rage Against the Machism[6] kitabınızda feminist hareketin tarihsel olarak farklı dalgalar halinde anılmasına karşı çıktığınızı yazıyorsunuz…

Esasında feminizm tarihinde farklı dinamikler, hareketlenmeler olduğu fikrine karşı çıkmıyorum. Elbette mücadelenin daha yoğunlaştığı, sesini daha fazla dinletir olduğu dönemlerle, aksine daha sönükleştiği dönemler var. Benim karşı çıktığım, bu tarihin üç farklı dalga halinde ele alınması.

Bu bakışa göre, süfrajetler ilk dalgayı temsil ediyor, ardından ikinci dalga olarak kürtaj hakkı için mücadele ve üçüncü olarak da şu an içinde bulunduğumuz cinsel ve cinsiyetçi şiddete karşı mücadele… Bu üçlü ayrıma katılmıyorum. Feminizmin bu ani yükselişini beklemiyorlardı. Hâlâ ciddi bir tehdit olarak algılamıyorlar.

Korkarım feminist hareketin son zamanlarda yakaladığı ivme biraz da iktidarların ondan pek korkmamasından istifade ediyordu. Fakat feminizm kapitalizm karşıtı, ırkçılık karşıtı bir harekete dönüştükçe tehditkârlığını da artıracaktır. Tehlikeli hale geldiği anda ezmeye çalışacaklardır. Pek iyimser değilim maalesef. Gerçi bu eğilimi şimdiden görüyoruz. Eskiden feminist gösterileri bastırmaya çalışmazlardı. Şimdiyse polis hemen etrafımızı sarıyor, coplanıyoruz… Rage Against the Machism’de de dediğim gibi, bu belki de iyiye işarettir, sonunda bizi ciddiye almaya başladıklarını gösteriyor. 

Buna karşın toplumsal mücadeleler tarihine göz attığımızda, anlatıların çoğunda kadın militanlara veya feminist hareketlere hak ettikleri yerin verilmediğini görüyoruz. Bir yandan sanki hâlâ kadınlar aktivizm yapamaz, otoriteye karşı çıkamaz gibi bir algı da mevcut… Bu açıdan son yıllardaki radikalleşme hem feminizm ve LGBTİ+ hem de toplumsal mücadelelerin geneli için bir kazanım olarak görülebilir mi?

Elbette. Üstelik kadın mücadeleleri veya feminist direniş hareketleri çoğu zaman daha başarılı oluyor. Birkaç sene önce, kadın otel çalışanlarının grevi Fransa’da son yıllardaki en mühim ve etkili direnişlerden biri oldu. Evet, biraz mesafe katedildi. Fakat karşı tarafın da kadınları harekete geçirdiğini unutmayalım. Kadınların özgürleşme hareketine karşı direnen kadınlar da var. Bunu en iyi beceren de aşırı sağ.

Bu konulara ayırdığınız son iki kitabınızın adları doğrudan rock gruplarına gönderme yapıyor. Rage Against the Machism cuk oturuyor, ama en maço rock klişelerini taşıyan Guns and Roses’ı[7] biraz yadırgadık doğrusu…

Ondan ben de pişmanım zaten! Hiç de iyi bir fikir değildi. Feminist mücadelenin tarihini nesneler üzerinden anlattığım bir kitap. Bu nesneler arasında silah ve gül de var, fikir oradan çıktığında matrak gelmişti. Üstelik herif de pisliğin tekiymiş, sonradan öğrendim[8].

Son zamanlarda en çok dinlediğiniz, hem politik hem de müzik olarak sevdiğiniz gruplar kimler?

Les Vulves Assassines! [Katil Vulvalar – son albümleri Das Kapital’i 2022’de çıkan feminist-marksist Fransız punk grubu] yeni emeklilik yasasına karşı bir şarkıları da var: “60 yaşında emeklilik / Elde etmek için savaştık / Kaybetmemek için de savaşacağız…” Protesto yürüyüşlerinde hep bir ağızdan söyledik. Onun dışında tabii ki Bérurier Noir [1980’lerin en önde gelen Fransız muhalif punk grubu]. Oldum olası punk sevmişimdir.

Les Vulves Assassines!

Fransa halbuki punk hareketin en yaygın olduğu ülkelerden değildi…

Doğru, ama tüm çocukluğum punk’la geçti.

İngilizce punk da dinler misiniz?

Evet, ama maalesef İngilizcem pek iyi olmadığı için sözleri aklımda tutmakta zorlanıyorum. Fransızca şarkılaraysa eşlik edebiliyorum.

“Çocukluğum punk’la geçti”, dediniz, aynı zamanda da dedenizin mesleği vesilesiyle en anti-punk sembollerden biri sayılabilecek Versailles Şatosu’nda geçmiş…

Evet, dedem arşivciydi. Versailles’da oturuyordu ve şatonun içinde çalışıyordu.

Çocukluğunuzu kraliyet şatosunun koridorlarında geçirdikten sonra devrimler tarihi uzmanı olmanız manidar…

Belki de şatoyla o kadar haşır neşir olmak bende onu ele geçirme arzusu uyandırmıştır. Ama tarihin kendisinden ziyade beni esas cezbeden arşivler oldu. Arşivlerde büyüdüm resmen. Sürekli dedemin ofisine giderdim. Bana inanılmaz belgeler gösterirdi, Adolphe Tiers’in [1797-1877, Paris Komününü büyük şiddetle bastıran, ardından da Üçüncü Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı olan devlet adamı] notları mesela… Tüm arşivlerin kutular halinde durduğu depoya bir de ping pong masası yerleştirmişti.

Anneniz ve babanız da militan entelektüeller değil mi[9]?

Evet, ama onlar daha ziyade ekolojist.

İşinizi, heveslerinizi ve siyasi angajmanınızı bir araya getirmek aileden gelen, içinde büyüdüğünüz bir yaşam biçimi mi?

Evet, tam Bourdieu’nün anlattığı kültürel mirasın daniskası! Bu mirasın içine doğdum. Dolayısıyla, daha az çaba gerektiriyor.

Sarı Yelekliler 20. yüzyıl ayaklanmaları gibi bir üretici-emekçi hareketi değil, daha ziyade 19. yüzyılda örneklerini gördüğümüz türden bir tüketici hareketiydi. Sendikalar destek vermekte çok geç kaldı. Burjuva anaakım medyanın tepkisi zaten malûm. Solda bile Sarı Yelekliler’in en ufak bir falsosunu gözleyip ilk fırsatta hareketin tamamını kötüleme refleksi vardı. Ama bunu yapan sol, liberalizme boyun eğen soldu.

2024 1 Mayıs’ının aksine, emeklilik yasasına karşı eylemlerin 13. gününe denk gelen 1 Mayıs 2023 yürüyüşüne katılım yoğun ve coşkuluydu.

Siyaseten angaje, muhalif ve belli bir görünürlüğü, ağırlığı olan entelektüellerin sayısı son yıllarda gittikçe azaldı tüm dünyada…

Nasıl azalmasın ki! Yaşam ve çalışma koşulları o kadar ağırlaştı ve geriledi ki, salt işinin dışında bir şeye kendisini adayacak ne imkânı ne de vakti var insanların. Üniversitede çalışmak, akademik kariyer yapmak istiyorsanız, bugün bunun getirdiği tüm yükümlülükler politik veya sendikal bir aktiviteye imkân bırakmıyor. Eskiden bu ikisini bir arada yapmak mümkündü. Merdivenin ilk basamaklarından itibaren başlıyor. Prekarya içinde yaşayan genç akademisyenlerin çoğu bu işlere kalkışmaya cesaret edemiyor, çünkü akademide kadro bulmaları gerekecek. Profesör olmayı düşleyen genç öğretim üyeleri iş bulamama korkusundan ağızlarını açamıyorlar.

Diğer eğitim kademelerinde de durum farklı değil. Eğitime ayrılan imkânlar her geçen gün azalıyor, öğretmenler gittikçe zor koşullarda çalışırken iktidar tarafından hiç olmadığı kadar hor görülüyor. Eskiden olduğu gibi kitlesel grevler neden artık örgütlenemiyor?

Çünkü herkes geçim derdinde. Grevlerin azalması yaşam standardındaki düşüşle de doğrudan alâkalı. Öğretmenlerin gelir seviyesinde çok ciddi bir düşüş yaşandı. Sendikaların da sorumluluğu var, gönülsüzce iş yavaşlatmalardan ibaret göstermelik grevlerle yetiniliyor. Tek bir gün grev yapmak bile ciddi bir gelir kaybı demek ve çoğu zaman ucunda hiçbir kazanım olmayacağı da biliniyor. Sendikaların çağrısı ve desteğiyle uzun süreli ve geniş kapsamlı bir genel grev düzenlenmeyeli çok uzun zaman oldu. Emeklilik yasasına karşı bile örgütlenemediler.

Sendikaların yetersizliği kaçınılmaz olarak akla siyasi partilerle de sendikalarla da hiçbir bağı olmadan kendiliğinden ortaya çıkan ve aniden kitleselleşen Sarı Yelekliler hareketi geliyor. Sarı Yelekliler’e özellikle sol cenahtan verilen farklı tepkiler çok düşündürücü ve aydınlatıcıydı. Kimileri kendine mal etmeye çalışırken kimileri tam tersine çok mesafeli durdu. Solun bu harekete yaklaşımlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Açıkçası benim açımdan eğlenceli bir tarafı vardı, çünkü bir 19. yüzyıl uzmanı olarak yaşananları 20. yüzyıl uzmanlarından çok daha kolay kavrayabiliyordum. Sarı Yelekliler 20. yüzyıl ayaklanmaları gibi bir üretici-emekçi hareketi değil, daha ziyade 19. yüzyılda örneklerini gördüğümüz türden bir tüketici hareketiydi. “Sans-culottes”lar [“Baldırı Çıplaklar”, 1789 Devrimi sırasında soylular tarafından isyancılara verilen isim] bir tüketici isyanıydı. Hatta Paris Komünü’ne bile bakarsanız, ayaklananlar proleter kesim değil, zanaatkârlardı. Yaşam koşulları benzerlikler gösteriyordu, ama aynı fabrikada işçilik yapan veya aynı sendikaya üye olan örgütlü kişilerden çok farklılardı.

Sarı Yelekliler’in sendikalardan kopuk, yüksek oranda küçük çaplı serbest mesleklerde çalışan kişilerden oluşması çoğu kişiye çok şaşırtıcı geliyordu. Bense kendimi bir anda araştırma kaynaklarımın ortasında bulmuş gibi hissediyordum. O açıdan biraz matraktı. Aynı şekilde, gelen tepkileri de anlıyordum. Mesela sendikalar destek vermekte çok geç kaldı. Burjuva ana akım medyanın tepkisi zaten malûm. Onları geçtim, solda bile Sarı Yelekliler’in en ufak bir falsosunu gözleyip ilk fırsatta hareketin tamamını kötüleme refleksi vardı. Ama bunu yapan sol, liberalizme boyun eğen soldu. Ayrıca, birçok farklı hareket iç içeydi. Sarı Yelekliler’e ilk rastlayışım kadına karşı şiddete karşı yapılan çağrı için gittiğim bir gösterideydi. Üçüncü eylemlerineyse doğrudan katıldım, çünkü ırkçılık karşıtı Adama Komitesi[10] Sarı Yelekliler’e destek çağrısı yapmıştı. Kadın hakları, ırkçılıkla mücadele, benim tahayyülümdeki sol zaten büyük ölçüde bu hareketlerden oluşuyor.

1934’te kimin aklına gelebilirdi iki yıl sonra güçlü bir sosyal direniş ve ardından seçimle, bir gecede Fransa’da dünyanın en ilerici sosyal yasaları oylayacak hükümetin iktidara geleceğini. Öncesindeki sosyal mücadele olmasaydı asla salt seçim yoluyla bu mümkün olamazdı. Sandıkların, tıpkı 1936’da olduğu gibi, arkasını yaslayabileceği kuvvetli bir sosyal hareket lâzım.

30 Haziran 2024 genel seçimlerinin ilk tur sonuçlarının açıklanmasının ardından LFİ genel başkanı Jean-Luc Mélenchon ve kurmayları.

Sarı Yelekliler ve Adama Komitesi’nin yan yana duruşu, bizi tam da az önce bahsettiğimiz mücadelelerin birleşmesi sorununa getiriyor. Bu ikisi bir araya gelebiliyorsa, neden gençlerin de kitlesel olarak katılacağı bir dalga düşünülemesin?

Çünkü bir araya gelmemeleri için her şey yapılıyor. Howard Zinn bunu ABD tarihine dair çok güzel anlatıyor. Yeni kurulan ABD’de tüm ezilenler, Amerikan yerlileri, köleler, yoksul beyazlar birleşmeliydi. Fakat onları birbirine düşürmek için her şey yapıldı. Beyazların yerlileri ve köleleri desteklememesi için ırkçılık körükleniyor. Yerlilere karşı savaşlarda siyahlar asker olarak kullanılıyor. Bugün de değişen bir şey yok. Birleşmenin önünü kesmek için farklı gruplar sanki birbirlerine karşıymış gibi sunuluyor. Irkçı söylemleri kışkırtıp öne çıkararak yoksul beyazların Adama Komitesi gibi beyaz olmayan gruplara düşmanca yaklaşmasını sağlamaya çalışıyorlar. Irkçı söylemin birinci işlevi mücadeleleri bölmek. İşte bu yüzden Adama Komitesi Sarı Yelekliler’e destek çağrısı yaptı.

Bu tabloya ek olarak üniversitelerde düzenli olarak direnişler oluyor, liseliler uzun zamandır hiç bu kadar politize olmamıştı, feminist hareketin dinamiğinden az önce bahsetmiştik…

Evet ciddi bir potansiyel var. Bunun büyük bir dalgaya dönüşebileceğini umuyordum, ama çok ciddi bir baskıyla karşı karşıyayız. Ancak bu baskının kendisine karşı bir tepki oluşabilirse bir şeyler olabilir.

Bu manzara Fransa ve Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde benzer bir hale gelmişe benziyor: Gittikçe otoriterleşen egemen sınıf ve karşısında kaynamakta olan, ama bir türlü patlayamayan direniş hareketleri. Bununla beraber, yaşanan yoksullaşmayı da göz önünde bulundurunca, bu durum sürdürülemez gibi gözükmüyor mu?

Bana da sürdürülemez geliyor. Fakat ne zaman patlayacak? Beş yıl sonra mı? On yıl mı? Yirmi yıl mı?

Ve arada nasıl bir geçiş süreci olacak?

Onu kestirmek mümkün değil. Öngörebilmek isterdim, ama hiçbir fikrim yok.

Tarihe bakarsak genelde geçiş süreçleri pek hayırlı olmuyor sanki…

Yok, her zaman değil. Mesela Fransa’da Front populaire’e [Halk Cephesi] bakın[11]. 1934’te kimin aklına gelebilirdi iki yıl sonra güçlü bir sosyal direniş ve ardından seçimle, bir gecede Fransa’da dünyanın en ilerici sosyal yasaları oylayacak hükümetin iktidara geleceğini. Öncesindeki sosyal mücadele olmasaydı asla salt seçim yoluyla bu mümkün olamazdı. Evet, çok uzun süremedi, fakat gerçekleşti. Demek ki mümkünmüş.

Sizce günümüzde değişim salt seçimlerle mümkün olabilir mi?

Tek başına imkânsız. Sandıkların, tıpkı 1936’da olduğu gibi, arkasını yaslayabileceği kuvvetli bir sosyal hareket lâzım.

Alain Badiou gibi mevcut düzene daha fazla su taşımamak için oy kullanmamak gerektiğini düşünenlerden değilsiniz o halde…

Hayır, hayır. Tam aksine. Çünkü düşmanlarımız sandığa gidiyor. Üstelik boş oylar ve sandığa gitmeyenler dikkate alınmıyor. Halkın yarısı sandığa gitmese bile umurlarında olmaz ve hiçbir şey değişmez. O yüzden oy kullanmaya devam ediyorum.

Peki son olarak, aşırı sağa karşı “baraj” oluşturmak adına, ikinci turda Macron’a oy verdiniz mi? Ve eğer verdinizse bir daha verir miydiniz?

Evet verdim. Hakikaten bilemiyorum bir daha yapar mıydım? Bunu bilemiyor olmak çok canımı yakıyor. İkinci turda Macron’a verdim, çünkü her şeye rağmen aşırı sağla aralarında bir fark olduğunu düşünmeye devam ediyordum. Artık buna inanmıyorum.

O baraj tamamen yıkıldı mı sizce?

Kesinlikle. Üstelik birçok kişinin aksine, aşırı sağ iktidara geldiği takdirde ülkeyi yönetmesini engelleyecek derecede kitlesel bir direnişle karşılaşacağına hiçbir zaman inanmadım. Eğer iktidara gelirlerse eminim büyük çoğunluk korku içinde geçip bitmesini beklemekten başka bir şey yapmayacaktır. Bu da başlı başına bir trajedi.


 

[1] LFI Eşbaşkanı Mathilde Panot Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra partinin resmi açıklaması gerekçe gösterilerek ifade vermeye çağrıldı.

[2] 19. yüzyılda Fransa ordusunda görev yapan, bir atın üzerine iki kişi binen hafif atlı kuvvetlerden esinlenerek sokak eylemlerini bastırmak için 1968 Mayıs’ı sürecinde kurulan güvenlik tugayları. Aynı motosikletin üzerinde bir polis aracı kullanırken, diğeri arkasında elinde uzun tahta bir copla süratle yanlarından geçtikleri eylemcileri “etkisiz hale getirirdi”. Malik Oussékine’in öldürülmesiyle sonuçlanan 1986 olaylarının üzerine lağvedilen voltijörlerin bir benzeri olan BRAV-M (Brigade de répression de l’action violente motorisée – Şiddet eylemlerini bastırmakla görevli motorlu tugay) Emmanuel Macron tarafından Sarı Yelekliler hareketi sırasında yeniden hayata geçirildi.

[3] Savunma Bölgesi [Zone à défendre – ZAD]. Doğal bölgelere yapılmasına karar verilen havaalanı, otoyol gibi büyük inşaat projelerine karşı gelmek için bölgeyi işgal eden otonom direniş yöntemi.

[4] Anamosa Yayınevi’nin yayınladığı dizide yirmiden fazla kitap bulunuyor. Her biri bir kelimeye odaklanan kitapların bazıları: “Evrensellik” [Universalisme], “Özgürleşme” [Emancipation], “Ütopya” [Utopie], “Tarih” [Histoire], “Okul” [Ecole], “Demokrasi” [Démocratie], “Devrim” [Révolution], “Laiklik” [Laïcité], “Sınıf” [Classe], “Feminizm” [Féminisme].

[5]Le Grand soir” [Büyük Gece], 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan ve sosyal devrimin bir gecede başlayacağını ima eden slogan.

[6] Mathilde Larrère, Rage Against the Machism, Détour, 2020.

[7] Mathilde Larrère, Guns and Roses, Détour, 2022.

[8] Grubun solisti ve lideri Axl Rose iki farklı partnerine şiddet uygulamaktan yargılandı. Geçtiğimiz yıl ise 1989’da bir kadına tecavüz etmekten hakkında soruşturma başlatıldı.

[9] Çevre etiği ve ekoloji alanlarında çalışan anne Catherine Larrère alanında Fransa’nın önde gelen akademisyenlerinden. Baba Raphaël ise ziraat mühendisi. Çiftin ekoloji-siyaset ilişkisi ve iklim değişiklikleri hakkında beraber yazdığı birçok kitap bulunuyor.

[10] 2016’da Paris’in kuzey banliyölerinden Persan’da, Adama Traoré isimli 24 yaşındaki bir gencin gözaltında bulunduğu jandarma karakolunda öldürülmesi üzerine geniş kapsamlı protesto gösterileri düzenlenmiş, bazı mahallelerde ayaklanmalar patlak vermişti. Aynı yıl Adama’nın ablası Assa Traoré öncülüğünde kurulan Adama Komitesi [Comité Vérité et Justice pour Adama – Adama İçin Hakikat ve Adalet Komitesi] ırkçılık ve polis şiddetine karşı Fransa’nın en önemli sivil toplum örgütlerinden birine dönüştü.

[11] İki dünya savaşı arasında Léon Blum önderliğinde iki yıl (1936-1938) Fransa’yı yöneten sol koalisyon iktidarı. Çalışma süresinin haftada 40 saate indirilmesi, ücretli izin, demiryollarının kamulaştırılması gibi sosyal reformlarla bugün geriye külleri kalmış meşhur Fransa sosyal devletinin temelleri Front populaire hükümetiyle atıldı.