Keserwan Komünü’nden Arap Baharı’na “kimlik kartı”
Ortadoğu’da İşçiler ve Sendikal Hareket kitabının açılışında Filistinli şair Mahmud Derviş’in “Kimlik Kartı” şiirini görüyoruz. Ondan kısa bir alıntıyla başlayalım. “Kaydet! Ben Arabım / Sen yağmaladın bağlarını atalarımın / Benim ve tüm çocuklarımın sürdüğü toprağı sen yağmaladın / Bana ve torunlarıma hiçbir şey bırakmadın şu kayalıklardan başka! / Söylendiğine göre hükümetiniz bunları da alacakmış, öyle mi?” Derviş’in dizeleri Arap coğrafyasındaki sömürgeciliği, işçiliği, öfkeyi çok güzel özetliyor…
Kıvanç Eliaçık: Filistin Türkiye’de popüler bir konu. Filistin’i takip ediyor, Filistin’le dayanışma eylemlerine katılıyoruz, ama Filistin’le ilgili çok az şey biliyoruz. “Filistinli” denince aklımıza taş atan çocuklar, “uçak korsanı” Leyla Halid, işgal ve işgale karşı direniş geliyor. Ama Filistin’deki günlük hayat hakkında çok az bilgimiz var. İşçilerin çalışma koşulları ve sendikaların günlük faaliyetleriyle ilgili bilgimiz ise daha sınırlı.
“Kimlik Kartı” Mahmud Derviş’in en ünlü şiirlerinden. Arapların, özellikle Filistinlilerin el yazması kopyalarla çoğaltıp aralarında paylaştıkları bir şiir. Direnişin marşı haline gelmiş. Mahmud Derviş’in kendi sesinden kaydı var, o da çok dinlenir. Birkaç Arapça bestesi de var. Onlar marş haline gelmiş, eylemlerde, toplantılarda söyleniyor. Yakın zamanda İngilizce bir yorumunu da dinledim.
“Kimlik Kartı” bir Filistinli işçiyi anlatır. Şiirde bir Arabı tanımlarken “Taş ocağında çalışıyorum emekçi yoldaşlarımla / Çocuklarımın sayısı sekiz / Ekmeklerini taştan çıkarıyorum / Giysilerini ve defterlerini” der Mahmud Derviş.
Filistinliler tarihsel ve geleneksel olarak çiftçi, balıkçı bir toplum. Bugün de Filistin halkı her şeye rağmen ekmeğinin peşindeki işçilerden oluşuyor. Bir de Gassan Kanafani’nin Güneşteki Adamlar (Metis, 2023) novellası var. Kaçak olarak sınırı geçip çalışmaya giden göçmen işçileri anlatır. Aslında Filistinlilerin balıkçılık ve zeytin tarımı yapan, yevmiyeli işçiler olduğunu gösteren örnekler gözümüzün önünde, ama göremiyoruz. Mahmud Derviş’in şiiri bu açıdan da önemli, bunu iyi yansıtıyor. Bir Filistin şiiri, ama bütün Arap dünyasını anlatıyor. Zaten Ortadoğu’da İşçiler ve Sendikal Hareket de fellahların nasıl proleter haline geldiğini anlatıyor bütünüyle.
Kitapta kapitalist sömürüye karşı öfkeyi dile getiren şarkılar da eşlik ediyor bize: “Allah belasını versin Londra’nın Bristol’ün! / İğne biziz, tezgâh biziz! Terzi biz! / Marsilya’ya Darfur’a ihraç eden biziz. / Dön ya motor, dön!” Seyyidetul Kitar (Trendeki Kadın, Youssef Chahine, 1952) filminde Mısırlı sanatçı Leyla Murad’ın söylediği, sözleri Bayram et-Tunusi’ye ait bu şarkının sözlerine rastlıyoruz mesela.
Kitapla ilgili okuma, araştırma sürecinde sürekli Arap müziği dinlemeye çalıştım. İngilizce öğrenirken de İngilizceyi şarkılar üzerinden sevdiğimi, ilgilendiğimi fark etmiştim. Arap coğrafyasını, Arapçayı öğrenmeye çalışırken de Arapça müzikler dinledim. Oradan siyasi terimleri, kelimeleri öğrenmeye çalıştım. Spotify hesabımdaki yapay zekâ Amman’da yaşadığım sonucuna varmış. Rock müzik zevkim Ürdünlülere benziyor galiba. (gülüyor)
Trendeki Kadın’ın yönetmeni Yusuf Şahin (Youssef Chahine) oyuncu Omar Sharif’i (Ömer Şerif) keşfetmesiyle veya 11 Eylül filmiyle ve İskenderiye Üçlemesi’yle (1989) tanınıyor. Mısır’ın modernleşmesi, işçi sınıfının durumu ve benzeri sosyal temalar üzerine çok sayıda filmi var. Bayram et-Tunisi’nin şiirinden bestelenen şarkı ise Alpay’ın Fabrika Kızı’na benzetebileceğimiz, ama anti-emperyalist bir vurgu da içeren bir şarkı.
Kitabın adı Ortadoğu’da İşçiler ve Sendikal Hareket, ama çalışma alanı coğrafi olarak Kuzey Afrika’ya, Lübnan, Cezayir ve Mısır’a kadar uzanıyor. Neden?
“Arap Baharı” günlerinde bölgede işçi hareketleri, işçi eylemleri ve bazı bağımsız demokratik sendikalar ortaya çıktı. Daha sonra Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) çatısı altında Kuzey Afrika ve Ortadoğu (MENA) Bölge Örgütü kuruldu. Bu örgütün ismi sonra Arap Sendikalar Konfederasyonu (ATUC) olarak değişti. Yani Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da faaliyet gösteren sendikalar bölgeye “Arap Dünyası” dedikleri için, uluslararası örgütlerine de Arap Sendikalar Konfederasyonu ismini verdiler. Kitabın coğrafi kapsamı sendikanın sınırlarını esas alıyor. O sınır da batıda Atlas Okyanusu, kuzeyde Akdeniz, güneyde Sahra Çölü, doğuda İran. Dolayısıyla, kitabın kapsamında İran, Türkiye ve Afganistan yok. Bazı tartışmalarda bu üç ülke de Ortadoğu’ya dahil ediliyor. Ama bu Arap dünyasına yönelik bir kitap. Tabii bölgede Araplar dışında farklı etnik ve dini gruplar da yaşıyor. Kuzey Afrika’da Bedeviler, Mısır’da Kıptiler, Suriye ve Irak’ta Kürtler, Türkmenler var, Lübnan’da Maruniler, Dürziler yaşıyor. Kitapta onlara da değiniliyor.
Evrakı olan ilk sendika 1903’te Mısır’da kuruluyor. Adı Karma Tütün İşçileri Sendikası. “Karma” denmesinin nedeni Mısırlı ve Avrupalı işçilerin sendikada beraber olması. 1920’lerden itibaren Arap dünyasındaki bütün ülkelerde güçlü, kurumsal, modern anlamda sendikalar var. Bu kadar köklü bir sendikal hareket geleneği söz konusu.
Lübnan’dan Ürdün’e, kitapta ayrı ayrı başlıklarda adı geçen ülkelerin birçoğunda bulundunuz, çalışmalar yaptınız. Bu ziyaretlerinizin çalışmanıza yansıması nasıl oldu?
Kitapta bahsi geçen ülkelerin hepsine birkaç defa gittim. Örneğin, Filistin’e ilk kez 2004’te gitmiştim. O zaman da Filistin denince “tanımadan sevdik” hali vardı. Başlarken de söylemiştim, oradaki ulusal kurtuluş hareketini destekliyoruz, ama o kadar, başka bir şey bilmiyoruz. Bu durum Arap dünyasının geneline bakışımız için geçerli aslında.
Arap dünyasındaki sendika ve emek hareketine yoğunlaşmama özel olarak neden olan şey, 2013’te Tunus’a, Dünya Sosyal Forumu’na gitmem oldu. Orada sokaklarda şunu gördüm: Tunus toplumu politik, okuyan, düşünen, konuşan bir toplum. Dünya Sosyal Forumu etkinlikleri sırasında yabancılarla konuşmaya çalışıyordu Tunuslu gençler. Yaka kartımızı görüp Türkiye’den geldiğimizi anladıklarında Türkiye’yle ilgili sorular sormaya başlıyorlardı. Hem güncel hem tarihsel olarak Türkiye’yi yakından tanıdıklarını gördüm o zaman. Erbakan, Ecevit, Özal üzerine konuşuyor, güncel siyaset üzerine söz söylüyor, partileri ve partilerin gazetelerini biliyorlardı.
Ama biz Tunus’la ilgili ülkenin kurucusu Habib bin Ali Burgiba’yı biliyorduk, sosyalist partilerden Tunus Emekçiler Partisi’ni biliyorduk, o kadar. Başka bir şey bilmiyorduk. Aynı zaman zarfında Tunus’un AKP’si diyebileceğimiz Ennahda Partisi’yle ilgili kitaplar, partinin lideri Raşid Gannuşi’nin kitaplarının Türkçe çevirileri Türkiye’deki kitabevlerinde vardı. Ama biz Tunus’taki ilerici hareketleri, sol partileri, sendikaları neredeyse hiç bilmiyorduk. Bu utanç verici bir cahillik. Oysa Tunus’ta, pek bilmediğimiz bu ülkede çok güçlü bir sendikal hareket, diktatörü devirebilen bir toplumsal hareket var, onlardan öğreneceğimiz şeyler olmalı diyordum. Bunu aşmak için okumaya, araştırmaya başladım.
Temel kaynaklarınız neler oldu?
DİSK’teki görevim sebebiyle kitapta adı geçen ülkelere, özellikle Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun bölge merkezinin bulunduğu, şimdilerde Arap Sendikalar Konfederasyonu’nun da merkezinin yer aldığı Amman’a sendika toplantıları için çokça gidip geldim. Bu toplantılarda edindiğim bilgiler kitabın temel kaynaklarından biri oldu.
2021’de, Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde bölge ülkeleriyle ilgili arşivlerde çalışma fırsatım oldu. Orada sendikaların yayınlarını, arşiv belgelerini inceledim. Bir yandan da o belgelerde adı geçen örgütler ve kişilerle sendika toplantılarında buluşma imkânı yakaladım. Ayrıca, kitaptaki ilgili bölümleri o bölümlerle ilgili çalışan akademisyen ya da sendikacılarla tartışma şansım oldu. Örneğin, Suriye’yle ilgili bölümü Suriye’de çalışan mevkidaşım ve Suriye üzerine çalışan akademisyenlerle tartıştım. Lübnan’ı da aynı şekilde, orada konuyla ilgili çalışan akademisyenlerle, bu konuda uzmanlaşmış gazetecilerle istişare ettim.
Kitapta merceğe alınan, sıkça vurgulanan “Arap işçiler”den ne anlamalıyız?
Ücretli çalışan herkesten bahsediyoruz aslında. Burada illa etnik olarak işçinin Arap olması değil kastedilen. Öyle ki, bazı ülkelerde, örneğin Mısır’da sendikal hareketleri başlatanlar yabancı işçiler. Sanayileşme öncesinde çoğu Avrupa’dan gelen İtalyan, Yunan, Musevi, Fransız meslek erbapları. Sanayileşme başladığında da şirket ve sermayeyle beraber Avrupa’dan ilk bu işçiler geliyor ve sendikaların kurucu kadroları onlar oluyor. Cezayir ve Tunus’ta da Fransız ve İtalyan sendika önderleri görüyoruz. Onlar da fabrika işçisi. Yani “Arap” derken etnik bir unsurdan bahsetmiyoruz. Arap dünyasındaki işçilerden bahsediyoruz.
Tanyus Şahin İsyanı “Ortadoğu’nun Paris Komünü” olarak anılıyor. Ama Lübnan’ın “Şeyh Bedreddin İsyanı” demek de doğru olabilir. Tanyus Şahin Lübnan’da üç yıl süren bir çiftçi cumhuriyeti kuruyor. Çiftçilerin doğrudan yönetime katıldığı, tarlaları, üretim araçlarını ortak kullandıkları komünal bir yapı oluşturuluyor.
Sendikaların, sendikacılığın o coğrafyada nasıl bir karşılığı var?
Türkiye’de sendikacılık deyince akla toplu sözleşme ve sendika üyeliği geliyor. Böyle daraltıyoruz. Ama Arap dünyasında herhangi bir işçinin her türlü hak arayışı sendikacılık kabul ediliyor. Ortada resmi olarak kurulmuş bir sendika ya da üyelik ilişkisi devlet tarafından resmen tanınmış olmayabilir. Eğer bir grup işçi fabrikanın önünde eylem yapıp hakkını isterse Arap dünyasında buna “sendikacılık” deniyor. Tabii bulması ve teyit etmesi daha kolay olduğu için kitabı çalışırken sendikal kaynaklar üzerinden gittim daha çok. Kitap da sendikalı işçilerin tarihini ve sendikalar üzerinden işçilerin tarihini anlatıyor.
Arap dünyasında sendikacılığın tarihsel seyrini nasıl özetlersiniz?
Şakayla karışık konuşulur, ama bununla ilgili belgeler de var. Dünyadaki ilk grev Mısır’da piramitlerin yapımında çalıştırılan kölelerin grevi. Tabii ki modern anlamda bir işçi sınıfı ve grevden bahsetmiyoruz, ama köleler yeterli beslenemedikleri ve açlık koşulları altında çalıştırdıkları için ayaklanıyorlar. Yani dünyanın ilk grevi İngiltere’de ya da Almanya’da değil, Ortadoğu’da oluyor. Yine evrakı olan ilk sendika da 1903’te Mısır’da kuruluyor. Sendikanın adı Karma Tütün İşçileri Sendikası. “Karma” denmesinin nedeni Mısırlı ve Avrupalı işçilerin sendikada beraber olması. Demek ki daha önce Arap işçilerin ve yabancı işçilerin ayrı ayrı sendikaları varmış.
Bu tarihten önce ise işçilerin Suriye’de, Irak’ta çeşitli grevler yaptığına dair belgeler var. 1920’lerden itibaren ise Arap dünyasındaki bütün ülkelerde güçlü, kurumsal, modern anlamda sendikalar var. Bunlarla ilgili belgeler var elimizde. Bu kadar köklü bir sendikal hareket geleneği söz konusu. Dolayısıyla, “Ortadoğu’da, Arap coğrafyasında sendikal hareket yok, haklarını aramıyorlar, tembellik yapıyorlar, çölde geziyorlar” gibi bir önyargı yanlış. 1920’lerden itibaren kurumsallaşmış, örgütlü bir Arap işçi hareketinden bahsedebiliyoruz.
Lübnan başlığında “Keserwan Devrimi”ni, bir diğer adıyla Tanyus Şahin İsyanı’nı anlatıyorsunuz. 1800’lerin ortalarında yaşanan, Lübnan işçi ve köylü hareketine ilham veren ve bugün hâlâ vermeye devam eden önemli bir tarihsel dönüm noktası. Kitapta “Ortadoğu’nun Paris Komünü” deniyor bu olay için.
Evet, Tanyus Şahin İsyanı “Ortadoğu’nun Paris Komünü” olarak anılıyor. Ama Lübnan’ın Şeyh Bedreddin İsyanı demek de doğru olabilir. Tanyus Şahin Lübnan’da dini bir lider. Üç yıl süren bir çiftçi cumhuriyeti kuruyor. Çiftçilerin doğrudan yönetime katıldığı, tarlaları, üretim araçlarını ortak kullandıkları komünal bir yapı oluşturuluyor. Farklı mezhep ve etnik kökenden çiftçiler komünde birlikte yaşıyor. Tanyus Şahin bugün hâlâ Lübnan’da sendika binalarında fotoğrafları olan biri. Sendika binalarında işçi mücadelelerinde yaşamını yitirenlerin ve Che Guevara’nın fotoğrafları var, bir de çiftçi önderi Tanyus Şahin’in. Keserwan Komünü ve benzer çiftçi ayaklanmaları bugün de Lübnan sendikal hareketine ilham veriyor.
Bir yandan sömürüye karşı mücadele varken, bir yandan da ulusal kurtuluş mücadelesiyle karşı karşıya kalıyor işçiler. Ve sendikal hareket ulusal kurtuluş hareketlerinin en önemli mevzileri haline geliyor. Yani ulusal kurtuluş mücadelesiyle sendikal mücadele iç içe geçiyor. Ülkeler bağımsızlıklarını kazandığında, sendikalar ihanete uğruyor.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” sözünü hatırlatıp “Arap halkları istisna değildir” diyorsunuz. Böyle mi görülüyor? Arap coğrafyasında sınıfsal duruma, sınıfsal çelişki ve çatışmalara “dışarıdan” bakışa dair ne söylersiniz? “Cahilliğimiz” diye altını çizdiğiniz Türkiye’deki “ilgisizliği” de bu dışlayıcı bakışa dahil edebilir miyiz?
Benim özeleştiri yaparak “cahillik” dediğim şey, genel olarak önyargılarla, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığıyla güçlendirilen bir şey. Türkiye’de de Arap düşmanlığı, göçmen ve mülteci karşıtlığı artıyor. Bütün dünyada böyle. Sendikalar, işçi sınıfı, sanayileşme gibi konular üzerine yapılan çalışmaların çok büyük bir bölümü Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’ya odaklanmış durumda. Kitaplar, araştırmalar, yazılar, yüksek lisans ve doktora tezleri bu iki coğrafyaya odaklı. Sanki dünyanın geri kalanında kapitalizm yokmuş, işçi sınıfı yokmuş, işçi sınıfı kapitalizme, patronlara karşı direnmiyormuş gibi bir algı var. Bu bir önyargı ve cahillik.
Tahrir’deki eylemlerin arkasında bağımsız sendikalar ile işçi hareketlerinin yıllardır yürüttüğü eylemler vardı. Tunus’ta da her şey seyyar satıcı Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamadı. Orada da grevlerle, işçi yürüyüşleriyle temsil edilen uzun bir eylem sürecinin sonucuydu yaşananlar.
Ama Marksizmin, sosyalizmin ilk kaynaklarından itibaren kurucu teorisyenler sürekli vurguluyorlar aslında: Tarihin her aşamasında ve dünyanın her karış toprağında sınıf savaşı vardır. Komünist Manifesto’da da, Lenin’in yazılarında da bu geçer. Ama işçi sınıfı ve sosyalizm üzerine kafa yoranlar kendilerini Batı Avrupa’ya sıkıştırıyorlar. Doğu Avrupa’yla, Güney Asya’yla ilgili de yeterli çalışma yok. Belki Güney Amerika Türkiye’de biraz daha dikkat çekici oluyor.
Oysa hemen yanıbaşımızda ortak tarihi paylaştığımız, benzerliklerimizin olduğu toplumsal ve sendikal hareketlerle hiçbir bağlantımız yok. Irak ve Suriye gibi komşu ülkeleri bilmiyoruz. Bu kadar desteklediğimiz Filistin’deki durumu hiç bilmiyoruz. Sanki Arap dünyasında, Ortadoğu’da işçi yokmuş, hakkını arayan birileri yokmuş gibi davranıyoruz. Ama en başından beri, sanayileşmeyle beraber, loncaların çözülüşünden itibaren Ortadoğu’da bir sendikal hareket var. Üstelik, tarihsel olarak Türkiye’dekinden çok daha eski, bugüne baktığımızda ise bazı ülkelerde Türkiye’dekinden daha güçlü bir sendikal hareketten bahsedebiliriz.
Arap dünyasında büyüyen ve kurumsallaşan sendikalar ulusal kurtuluş hareketlerinin de parçası haline geliyor. Kitapta adı geçen ülkelerin hemen hepsinde bu durum söz konusu. Arap dünyasında emek hareketiyle ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki ilişki nasıl?
Kitap yedi farklı ülkeyi değerlendiriyor. Bu yedi ülkede ortak noktaları, benzerlikleri konuşmamız gerektiğinde sendikaların ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir parçası olmaları ortak bir payda. 1920’lerle beraber sanayileşme sonrası işçi-patron çelişkisi daha belirgin hale geliyor. Mesleklerdeki dönüşüm, loncaların çözülmesi görünür oluyor. Modern anlamda bir işçi sınıfının oluşumu söz konusu olunca işçiler de sendikalaşmaya, haklarını aramaya başlıyor. Sendikal örgütler kuruluyor, güçlenmeye başlıyor.
O dönemde bu ülkeler Britanya ve Fransa mandalarına karşı bağımsızlık mücadeleleri yürütüyor. Bir yandan işyerlerinde işçi-işveren anlaşmazlığı ve sömürüye karşı mücadele varken, bir yandan da çok yakıcı ulusal kurtuluş mücadelesiyle karşı karşıya kalıyor işçiler. Acil bir ulusal kurtuluş mücadelesi olduğu için işçilerin sorunları biraz arka plana itiliyor. Ama işçi hareketi ve sendikal örgütlenme ulusal kurtuluş mücadelelerinin araçları haline geliyor. Çünkü çoğu ülkede patron yabancı. Yabancı patrona karşı işçi hakları mücadelesi veriliyor. Hem yabancı patron hem yabancı işgalci var.
Örneğin, Filistin’de işçiler 1920’lerde Britanya’nın demiryolu inşaatlarında çalışıyor. Bir süre sonra demiryolu inşaatlarındaki grev ve sabotajlar Britanya mandasına karşı verilen mücadelenin önemli bir aracı haline geliyor. Tunus ve Cezayir’de de Fransa mandasına karşı aynı şey oluyor. İşgalci güçlerin hizmetindeki sanayi kuruluşlarında, demiryollarında, telgrafhanelerde, dokuma fabrikalarındaki grev ve sabotajlar ulusal kurtuluş mücadelelerinin parçası haline geliyor. Sendikal hareket rüştünü böyle ispatlıyor ve toplum nazarında saygınlık kazanıyor. Çünkü ulusal kurtuluş hareketlerinin en önemli mevzileri haline geliyor. Yani ulusal kurtuluş mücadelesiyle sendikal mücadele iç içe geçiyor.
Neredeyse bir asır sonra, Arap Baharı’nda da benzer bir durum görüldü. Geniş bir zaman dilimi, ama bu aralığı, sendikaların yıllar içindeki rolünü ve dönüşümünü nasıl özetlersiniz?
Tabii geniş bir zaman aralığı söz konusu. Sendikaların ulusal kurtuluş mücadeleleriyle iç içe hareket etmeleri sonrasında, ülkeler bağımsızlıklarını kazandığında, sendikalar bu kez ulusal kurtuluş mücadelesinde yoldaş oldukları kurucu partiler tarafından baskı altına alınıyorlar. Çünkü ulusal kurtuluş sağlandıktan sonra işçi-işveren sorunları, sömürü daha görünür hale geliyor. Ve ulusal kurtuluş hareketleri sırasında destekledikleri burjuva partilerin ihanetlerine uğruyor sendikalar. Bütün ülkelerde yeni kurulan bağımsız devletler sendikaları baskı altına almaya girişiyor. Bu ülkelerin bazıları sosyalist olduğunu iddia eden, Sovyetler Birliği’yle iyi ilişkileri olan hükümetlere sahip, ama onlar da sendikaları baskı altına almaya çalışıyor. Yani ulusal bağımsızlık mücadelesine katılan sendikalar ulusal kurtuluş sonrasında sendikal bağımsızlık mücadelesi vermek zorunda kalıyor. Bazı ülkelerde bağımsızlıklarını koruyabiliyorlar, bazılarında koruyamıyorlar.
Britanya mandasına karşı silahlı mücadele günlerinden sonra, İsrail işgaline karşı mücadele içinde ortaya çıkan bir sendikal hareket var Filistin’de. 1920’lerde demiryolu işçilerinin başlattığı hareketlilik 1925’te Hayfa’da kurulan Filistin Arap İşçiler Birliği’yle taçlanıyor. Böylece, Mısır’dan sonra ilk modern sendika Filistin’de kurulmuş oluyor.
Örneğin Tunus sendikaların bağımsızlıklarını koruyabildiği ülkelerden, değil mi?
Tunus’ta sendikaların bağımsızlık mücadelesi hiç bitmiyor. Bağımsız sendikalardan bahsedebiliyoruz orada. Arap Baharı’nda diktatörün devrildiği bir ülke söz konusu. O dönemde bağımsız sendikal hareketin önemi çok büyüktü. Diğer yandan, Mısır’da yarım kalmış bir devrimden bahsedebiliriz belki. Çünkü oradaki sendikalar büyük ölçüde devletin kontrolündeydi. Bağımsız sendikalar Tahrir Meydanı’ndaki eylemleri besliyor, destekliyor, sırtında taşıyordu, ama işçi hareketinin büyük bölümü devletin denetiminde olduğu için Tunus’taki kadar başarılı olamıyordu.
Suriye’deki ayaklanmalarda işçi sınıfını, sendikaları hiç görmedik. Çünkü oradaki Baas Partisi Mısır’dan daha başarılıydı, sendikaları tamamen kontrol altında tutuyordu.
Tabii Mısır ve Suriye örnekleri biraz özgün. Oralarda işçi sınıfının önemli hakları vardı. Ücretler yükseltilmiş, çalışma koşulları düzeltilmiş, lojmandan hastaneye kadar çeşitli imkânlar verilmiş işçilere. Bazı sosyal ve ekonomik haklar kazanmışlardı, ama bunun karşılığında sendikalar bağımsızlıklarını yitirmişlerdi. Neoliberalizm ve özelleştirme dalgası başladığında ise artık sendikalar işçilerin haklarını koruyamayacak kadar zayıflamış, mücadele etmeyi unutmuş, kolları kanatları kırılmıştı.
Mısır’la beraber Suriye’nin özgünlüğüne dikkat çektiniz. Suriye’de sendikal hareketin seyri nasıl? Baas döneminde nasıldı, 2011 sonrası nasıl seyretti? Bugün Rojava’da sendikalar nasıl rol oynuyor?
Suriye’de 19. yüzyıl boyunca çok sayıda grev ve işçi-çiftçi ayaklanması yaşanıyor. Bildiğimiz ilk sendika 1926’da kurulan Şam Mensucat İşçileri Sendikası. Fransa’ya karşı yürütülen ulusal mücadelenin içinde çeşitli işkollarında çok sayıda sendika kuruluyor. 1958’de Mısır ve Suriye’yi birleştiren, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ardından devam eden Baas Partisi iktidarının ilk yıllarında işçiler ücret, sosyal güvenlik gibi konularda kazanımlar elde etse de, kısa sürede sendikalar üzerindeki devlet kontrolü sıklaştı.
Suriye Baas’ı Mısır veya Irak’a göre bu konuda çok daha başarılı. İşçi sınıfı içinde ayrıcalıklı kesimler yaratılıyor, bazı sosyal haklar kazanılıyor, ama sendikal bağımsızlık kaybediliyor. Resmi haber ajansı SANA’ya bakarsak, Suriye’de yıllarca grev yapılmamış. Elbette çok sayıda işçi eylemi var, ama yok sayılıyor. Son yıllarda Rojava’da çok sayıda grev haberleştirilmiş. SANA bunu işçilerin kanton yönetimlerine yönelik memnuniyetsizliği veya muhalefeti olarak sunuyor. Oysa bölgede kooperatifçilik gibi sendikacılık da destekleniyor. İşçiler sendikalar üzerinden kanton yönetimlerinde temsil ediliyorlar. Gelişmiş bir sanayi olmasa da farklı mesleklerin ve hizmet işkollarının sendikaları var. Kitlesel 1 Mayıs kutlamaları düzenleniyor.
Irak’taki sendikal hareketin dünü ve bugünü nasıl?
Irak’ta ilk grevin 1876’da Nasiriye’de hafriyat işçileri tarafından düzenlendiğini biliyoruz. Modern anlamda ilk sendikalar, diğer bölge ülkeleri gibi, 1920’lerde kuruluyor. 1931’de hem Britanya üslerine hem de adaletsiz vergi düzenlemelerine karşı işçi eylemleri düzenleniyor. Böylece sendikalar güçleniyor. Sendikaların ekonomik talepleri ve Britanya’ya karşı politik talepleri iç içe geçiyor. Baas Partisi yönetiminde sendikalar büyük ölçüde devlet kontrolüne giriyor.
Savaşlar ve ABD işgali sonrasında, 2003’ten itibaren yeni sendikalar kurulmaya başlıyor. Bu sendikalar ancak 2019’dan sonra yasal statü kazanıyor. Arap Baharı döneminde, 25 Şubat 2011’de, “Öfke Günü” olarak anılan eylemlerde bütün Irak sokaklara çıktı. Sokağa çıkan sendikalar ve işçiler on ay boyunca sürekli eylemler düzenledi.
Özellikle petrol sektöründe, uluslararası petrol tekellerine karşı direniş gösteren, hem çalışma koşullarını iyileştirmek isteyen hem de petrolün kamulaştırılması talebini dile getiren sendikalar dikkat çekiyor. Petrol sendikaları Kürtlerin, Arapların ve Türkmenlerin, Sünnilerin ve Şiilerin hakları için birlikte mücadele ettikleri ortak zeminler durumunda.
Neticede, Arap Baharı’nın etkili olduğu ülkelerde emek hareketinin işin harcında olduğunu, etkilerinin bugün hâlâ sürdüğünü anlıyoruz…
Arap Baharı’nın başlaması bazıları için çok şaşırtıcı oldu, aniden çıkmış bir “sosyal patlama” olarak yorumlandı. “Twitter devrimi” gibi yansıtıldı. Bu Batı merkezli, Amerikan cahilliği içinde, toplumun kendi dinamiklerini reddeden bir anlayış. Türkiye’de de bu hâkim oldu medyada. Oysa Mısır’daki, Tahrir Meydanı’ndaki eylemlerin arkasında yıllardır devam eden, Mahalla tekstil işçileriyle simgeleşen bağımsız sendikalar ile işçi hareketlerinin yürüttüğü eylemler vardı.
Tunus’ta da her şey işsiz kalan, sonra seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlamadı. Orada da grevlerle, işçi yürüyüşleriyle temsil edilen uzun bir eylem sürecinin sonucuydu yaşananlar. Aslında bütün ülkelerde böyle oldu. Aniden çıkan bir şey değil, bir işçi ve işsiz hareketinin üzerine kurulmuştu o toplumsal muhalefet.
Mısır ve Cezayir gibi bazı örneklerde kadın ve öğrenci hareketlerinin de önemli etkisi vardı. Ama bütün ülkelerde işçi hareketinin işin temelinde olduğunu söyleyebiliriz. Gezi’yle benzerlik kurarsak, “üç-beş ağaç” meselesi değildi, bir sürü farklı toplumsal talep vardı. Tarihsel derinliği olan toplumsal hareketler ve örgütlerden bahsedebiliriz Gezi’de. Arap Baharı’nda da çok sayıda ekonomik talep ve bu talepleri uzun yıllardır savunan sendikal örgütlerden bahsedebiliriz. Eğer bir sendikal hareket olmasaydı, Arap Baharı bu kadar yayılmaz, güçlenmezdi.
Mahalla tekstil işçilerini hatırlattınız. Tahrir’deki eylemlerin kıvılcımını onlar yakmıştı. Bugün de görüyoruz o işçileri. Bu yılın şubat ayında düşük ücretlere karşı greve çıktılar ve bir hafta sonra istedikleri zammı alarak grevi sonlandırdılar. Arap Baharı’nın bugünkü durumuna dair ne söylüyor bu tür eylemler?
Bunlar yarım kalmış devrimler ya da bitmemiş devrimler diyebileceğimiz süreçler. Rus bilimkurgu yazarı Yevgeni Zemyetkin Biz (İthaki, 2019) romanında, “Nasıl son sayı yoksa, son devrim de yoktur” diyor. Hiçbir devrim için bitti diyemeyiz. Tunus’ta diktatör devrildi, ondan sonra da mücadele devam etti. Ennahda hükümeti geldi, Tunus sendikaları o hükümetle sıkı bir kapışmaya girdi. Bugün de sendikalar Tunus hükümetiyle ciddi bir siyasi mücadele içinde. Genel grevler yapılıyor. Diktatör devrildi diye işçiler büyük ekonomik haklar kazanmadılar. Daha iyi ücretler, daha iyi çalışma koşulları için eylem yapmaya, yeni örgütlenmelere gitmeye devam ediyorlar.
Bölgedeki Türkiye sermayeli şirketlerin sayısı ve sermayenin miktarı giderek artıyor. İnşaat, tekstil, gıda ilk akla gelenler, ama çağrı merkezleri de var. Fas ve Cezayir’de Türkiyeli şirketler çağrı merkezleri işletiyor. Patron Türk, çalışanlar Arap, Fransa’daki müşterilere, şirketlere Fransızca hizmet veriyorlar. Böyle karmaşık bir yapı.
Cezayir’de Arap Baharı’nın bir parçası olarak kabul edilen Hirak hareketi devam ediyor. Sendikalar bunun ana gövdelerinden biri. Lübnan’da yolsuzluğa karşı eylemler oldu. Neredeyse birkaç yılda bir toplumsal hareket yaşanıyor orada. 2020’de, Beyrut limanındaki patlamadan sonra büyük eylemler oldu. Sendikalar bu eylemlerin büyük bir parçasıydı.
Belki Arap Baharı’yla ilgili değerlendirme yapmak için henüz erken. Birkaç on yıl sonra durumu değerlendirebilecek, ne zaman başlayıp ne zaman sonlandığını o zaman söyleyebilecek, adını o zaman koyabileceğiz. Eylemler devam ediyor. Yemen’de başka bir boyut var. Bahreyn ve Sudan’da eylemlilik çok daha yakıcı şekilde devam ediyor. Filistin’de de başka bir boyut söz konusu. Bu yüzden Arap Baharı’nı değerlendirmek için daha erken.
Bölgedeki en güçlü sendika hangi ülkede?
Nüfusa oranla en çok üyesi olan, siyasi etkisi ve eylem kapasitesi en fazla olan, 1920’lerden beri çok güçlü olan Tunus sendikaları, Tunus Genel İşçi Sendikası (Union Générale Tunisienne du Travail -UGTT) akla geliyor. Ama belki de bu sorunun daha doğru cevabı Filistin’dir. Çünkü baskı ve işgal koşulları altında üye sayısı ve hareket kabiliyeti daha az da olsa, o zor koşullara karşın en güçlü sendika Filistin Genel Sendikalar Federasyonu (PGFTU) diyebiliriz.
Filistin’de sendikal hareket nasıl gelişiyor?
Britanya mandasına karşı silahlı mücadele günlerinden sonra, İsrail işgaline karşı mücadele içinde ortaya çıkan bir sendikal hareket var Filistin’de. 1920’lerde demiryolu işçilerinin başlattığı hareketlilik 1925’te Hayfa’da kurulan Filistin Arap İşçiler Birliği’yle taçlanıyor. Böylece, Mısır’dan sonra ilk modern sendika Filistin’de kurulmuş oluyor. 1930’larda binlerce üyesi olduğunu biliyoruz. Sonraki yıllarda sendikalar hem komünist partilerle hem de uluslararası sendikal hareketle kuvvetli bağlar kuruyor. Sendikal faaliyetler suikastlarla, sürgünlerle engellenmeye çalışılıyor. Sendika merkezleri zaman zaman ülke dışına taşınıyor. Hareket zamanla FKÖ’nün bir parçası oluyor, İntifada’ya var gücüyle destek veriyor. Elbette çeşitli siyasi bölünmeler, birleşmeler yaşanıyor. Bugün bazı başka sendikalarla birlikte PGFTU ülkenin en önemli sendikası durumunda.
Filistin’in bölge açısından bir önemi de şu: Bütün diğer ülkelerde Filistinli işçileri sendika önderleri olarak görüyoruz. Filistinli işçiler sürgüne veya göçmen işçi olarak başka ülkelere gittiklerinde, orada iş arkadaşlarını örgütleyerek hak arayışları başlatıyor, sendikalar kuruyorlar. Ürdün zaten Şeria nehrinin doğusu, burada ağırlıkta olmaları şaşırtıcı değil. Ürdün’deki işçi sınıfının çok büyük bir bölümü Filistinlilerden oluşuyor. Ürdün işçi hareketiyle Filistin işçi hareketi kurumsal ve örgütsel olarak hemen hemen aynı şey.
Lübnan, Mısır, Suriye ve Körfez ülkelerindeki işçi hareketlerinin öncüleri Filistinli. Avrupa’daki Filistinli göçmen derneklerinin de eski sendikacılar, işçi dernekleri üzerinden kurulduğunu görüyoruz. Bugün de Avrupa’daki Filistinli topluluğun öncüleri sendikacılardan oluşuyor. Uluslararası düzeyde de, örneğin Birleşmiş Milletler’de Filistinli sendikacılar her zaman Filistin kurtuluş hareketinin sözcüsü durumundalar.
Başlarken “Filistin” denince aklımıza gelenin, ilk çağrışımın savaş, bombalar, direniş olduğunu söylemiştiniz. Ama bir yanda da işçiler, işçi hakları, çalışma koşulları gibi gerçeklikler var. Filistin’de ekmek kavgası nasıl yaşanıyor? Sömürge rejimi altında nasıl işlerde, hangi şartlarda çalışmak zorunda kalıyor Filistinliler?
Diğer ülkelerde sanayileşmeyle beraber sendikal hareketin güçlendiğinden bahsediyoruz. Filistin’deki sanayileşmenin önünde, istihdamın, çalışma koşullarının iyileşmesinin önünde çok ciddi engeller var. Filistinlilerin geleneksel olarak çiftçi ve balıkçı olduğunu söylemiştim. Özellikle zeytincilik yapıyorlar. Zeytinciliğin anavatanı Filistin. Ama zeytin tarımında kullanılan gübreler, kimyasal ilaçlar, aynı zamanda direnişte de kullanılabilecek malzemeler. Balıkçılıkta kullanılan zıpkın veya trol de öyle. Bütün bunlar ambargolar, sınırlamalar altında. Geleneksel olarak balıkçılıkla geçinen bir toplum bu malzemeleri bulamadığı için balıkçılığa devam edemiyor. Zeytinliğine gitmeye çalışan bir aile gübre, tırmık gibi malzemeleri taşıyamıyor.
Filistin’de sanayi gelişmediği, ambargolardan ötürü iş imkânları da kısıtlı olduğu için hem Gazze hem Batı Şeria’dan binlerce işçi günlük olarak işgal altındaki topraklara çalışmaya gidiyor. Kontrol noktalarında uzun saatler bekliyorlar, işkenceye maruz kalıyorlar. Günlük çalışmaya giden bir işçi, inşaat işçisi, marangoz ya da boyacı olabilir, yanında tiner, kablo, testere, tornavida varsa engelleniyor. “Bunlar savaşçı mı, eyleme mi gidiyor?” gibi bir şüpheyle yaklaşılıyor hep.
Özellikle 7 Ekim sonrası birçok işçi evden işe ya da işten eve giderken savaşçı oldukları şüphesiyle gözaltına alındı, tutuklandı. Çalışma izinleriyle ilgili çok fazla ayrımcılık, hukuksuzluk yaşanıyor.
İş bulmanın, istihdam olanaklarının zor olduğu bir yerde ekmek kavgası veriyor Filistinliler. Zar zor buldukları işlerin büyük bir bölümü de işgalci güçlerin işyerleri. Dolayısıyla, patron hem işgalci hem patron. Haklarını aramaya çalıştıklarında ikinci sınıf insan muamelesi dahi görmüyorlar. Bazı Siyonistler Filistinlilerin “insansı varlıklar” olduklarını düşünüyor çünkü. Türkiye’de çoğu zaman “İşçilere ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor” diye serzenişte bulunuyoruz, ama Filistin’dekiler insan olarak bile kabul edilmiyorlar. Çok kötü şartlarda, düşük ücretlere çalışıyorlar. Haklarını aramak için başvurabilecekleri bir mahkeme ya da mekanizma yok. Haklarını aradıklarında “terörist” olarak yaftalanıp tutuklanabiliyorlar.
Sosyolog William I. Robinson, geçtiğimiz günlerde ArtıGerçek’ten Kemal Taylan Abatan’a verdiği söyleşide, Gazze’de devam eden soykırımın küresel sermaye için ne ifade ettiğini şöyle anlatıyordu özetle: “Filistinliler Gazze üzerinden Akdeniz kıyı şeridindeki doğalgaz ve petrol zenginliklerine ulus-ötesi kapitalist erişimin önünde duruyor. Gazze ulus-ötesi yatırımcılar için birinci sınıf sahil emlâkıdır. Düpedüz soykırım anlamına gelen ‘Gazze seçeneği’, egemen grupların artık insanlık sorununu nasıl çözmeyi tercih edebileceklerine dair kâbus gibi bir deneydir. Egemen sınıfın kontrol yöntemlerinde yeni (fakat oldukça radikal) bir aşamaya tanık oluyoruz. Dünya çapında süper-maksimum hapishane coğrafyaları olarak adlandırabileceğimiz şeylerin yaratıldığını görüyoruz. Gazze bunun modelidir. Filistin proletaryasının fazlalıklarını ve tek kullanımlıklarını hapseden dev bir açık hava toplama kampı. Ancak bu durum dünyanın dört bir yanında gerçekleşiyor.”
Son dönemde kullanılan “Don’t stop talking about Palestine” diye bir slogan var. Yani “Filistin hakkında konuşmayı bırakmayın”. Filistin’i konuşarak öğreneceğimiz çok şey var. Bunlardan biri tabii ki işgalcilerin Filistin halkına yaptığı zulüm ve soykırım. Öte yandan, Filistin’deki Siyonist işgal kapitalizmi, emperyalizmi iyi anlamız açısından da bir ders niteliğinde. Batı dünyasının sömürgeciliğini, gerçek yüzünü iyi anlayabilmek için Filistin’i iyi analiz edebilmemiz gerekiyor.
Bir sömürgecilik söz konusu ve bu sadece toprağın işgali değil. Siyonizm oradaki işgali en başından beri şöyle meşrulaştırdı: “Topraksız bir halk için toprak, halksız bir toprak için halk.” Ama orada bir halk yaşıyor, milyonlarca insan için bir yurt, bir vatan var zaten. Filistin’de tarihsel olarak Araplar, başka etnik gruplar, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler beraber yaşadılar. Siyonistler gelip orayı işgal etti ve sadece bununla kalmadılar, orada bir yerleşimci kolonyalizm kurdular. “Emeğin işgali” ve “işgücünün Yahudileştirilmesi” kavramlarını kullanıyorlar. Arapları işsiz bırakarak, onların yerine Yahudi yerleşimcileri istihdam ederek yeni bir emek rejimi kurmaya çalışıyorlar. İşin bir boyutu bu.
“Küresel kapitalizmi daha iyi anlayabilmek için Filistin’deki işgali iyi incelemek gerekiyor” derken, işin bir başka boyutu daha var. Teknolojik gelişimin toplumsal hayata, istihdama etkileri üzerine tartışmalarda “artık insanlık” veya daha direkt bir ifadeyle “çöp nüfus” kavramları karşımıza çıkıyor. Bunu Batı ülkelerinde de göreceğiz. Teknolojinin gelişmesiyle beraber, kapitalizmin nüfusun belli bir bölümüne ihtiyacı olmayacak. “Onları ne yapacağız?” sorusu kapitalistlerin gündeminde. “Tehcir mi edeceğiz, imha mı, soykırım mı uygulayacağız? Uyutacak mıyız, mülteci kamplarına, toplu konutlara mı sıkıştıracağız?” Böylesi tartışmalar var.
Robinson’un söylediği “artık nüfus” ya da “çöp nüfus” ile ne yapılacağı üzerine Gazze’de bir deneme yapıyor küresel kapitalizm. Gazze büyük bir mülteci kampı. Çok küçük bir alanda iki milyon insan yaşıyor. Altyapı yok, elektrik ve su gibi temel ihtiyaçlar yeterli değil. Artık bunları karşılamayı istemiyorlar. Tehcirse, tehcirin maliyeti nasıl karşılanacak, bunu hesaplamaya çalışıyorlar. Küresel kapitalizmi iyi anlayabilmek için Gazze’deki soykırımı iyi anlamak zorundayız.
Böyle bir ortamda dayanışma, birlikte hareket etme kaçınılmaz. Kitapta, Cezayir başlığında, bir Frantz Fanon alıntısı görüyoruz. “Sömürgeci devletlerin işçi sınıfı ile sömürge halkların işçi sınıfı arasında organik bir dayanışmanın var olduğunu savunan ünlü doktrinin gerçekdışılığını bugün görebiliyoruz” dedikten sonra şöyle devam ediyor Fanon: “Bağımsızlıkları için mücadele eden sömürge halkları öncelikle sömürgelerdeki kardeşlerine güvenmelidir.” Bunu söylediği dönemin koşullarıyla bugün arasında bir açı farkı var elbet. Ama Fanon’un bu tespiti hâlâ geçerli mi sizce?
Frantz Fanon’un 1950’lerde yazdığı yazılardan oluşan Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar (Sel, 2020) kitabında yer alan bu tespitlerinin büyük bölümü bugün için de geçerli. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri (İletişim, 2021) kitabı da bugün yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Sınıf mücadelesini sadece Batılı kaynaklardan okumamak lâzım. Dünyanın farklı yerlerinde Marksizme özgün katkılar yapan yazarlar, eylemciler, siyasi partiler var, bunları da takip etmemiz gerekiyor kendi coğrafyamızı anlayabilmek için. Fanon bunlardan biri. Özellikle Güney Asya’da çok sayıda teorisyen ve siyasi önder Marksizmin Batı merkezciliğine, Marksizmin incelemelerinin Batı’ya sıkışmış olmasına dair eleştiriler yapıp farklı örnekler ortaya koyuyorlar. Tetsuzo Fuwa, Kojin Karatani, Hüseyin Mürüvve, Mehdi Amel ilk aklıma gelenler.
Batı’daki solcuların, işçi hareketlerinin de Batı ülkelerini eleştirmesi lâzım. Oradaki muhaliflerin, radikallerin, işçi hareketlerinin başka ülkelerin Batı tarafından sömürülmesini eleştirmeleri gerekiyor. Bu aslında sendikal hareket açısından kaçınılmaz bir görev. Çünkü Batı ülkelerindeki üretim giderek küresel güneye doğru kayıyor. Küresel güneydeki işçi hareketleriyle bağlantı kuramayan Batılı işçi hareketleri de kaybetmeye mahkûm. Kuralların bozulması, yasaların geriye gitmesi, ücretlerin düşmesi de bunun bir göstergesi.
Sömürü iki taraflı, dayanışma da iki taraflı olmalı. Mısır’da Türkiyeli bir firma işçi haklarını ihlâl ediyorsa, o işçilere destek olmak için burada eylemler düzenlemeliyiz. Buradaki bir Arap sermayedarıyla mücadelemizi başarıyla sonuçlandırabilmek için bizim de Arap işçilerle, Arap sendikalarıyla dayanışma içinde olmamız gerekiyor.
“Kuşkusuz Arap dünyasında ve Türkiye’de çalışma koşulları, sömürü biçimleri ve işçilerin hak arayışları arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulunmaktadır. Ortak bir siyasal tarihin ardından, bölgede Türkiye sermayeli yatırımlar artarken ilgisizlik ve bilgisizliğe son vererek dayanışma ilişkileri kurmak zorunludur” diyorsunuz. Dayanışma ilişkisini kurmak neden zorunlu? Bunun yol ve yöntemleri neler olabilir?
Dayanışma zorunlu, kaçınılmaz. “Uluslararası sınıf mücadelesi” ya da “Dünyanın bütün işçileri birleşin” bir slogan değil sadece, bir zorunluluk. Çünkü bölgedeki Türkiye sermayeli şirketlerin sayısı ve sermayenin miktarı giderek artıyor. İnşaat, gıda, tekstil başta olmak üzere, bütün sektörlerde Türkiyeli firmalar Arap ülkelerine yatırım yapıyor. Çoğu firma çok kötü koşullarda işçi çalıştırıyor. Türkiye’den götürdükleri işçilerin maaşlarını ödemedikleri oluyor.
Cezayir’de, cehennem sıcağında çalıştırılan, ama maaşları verilmeyen Kayı İnşaat işçileri gasp edilen maaşları için İstanbul’da haftalarca eylem yapmıştı…
Bu durum çok sık yaşanıyor. İnşaat, tekstil, gıda ilk akla gelenler, ama çağrı merkezleri de var. Fas ve Cezayir’de Türkiyeli şirketler çağrı merkezleri işletiyorlar. Patron Türk, çalışanlar Arap, ama Fransızca hizmet veriyor. Fransa’daki müşterilere, şirketlere hizmet veren çağrı merkezleri var. Böyle karmaşık bir yapı.
“Dost ve kardeş” Filistin’de de Türkiyeli firmalar çok kötü şartlarda, düşük ücretlerle işçi çalıştırıyor. Türkiye’deyken “Filistin’in dostuyuz” diyen şirketler Filistin’de işçilerin maaşlarını ödememe, kitlesel şekilde işten çıkarma gibi pratikler sergiliyor. Körfez ülkelerinin, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin de Türkiye’de madencilik, inşaat, turizm, ticaret, enerji iş kollarında önemli yatırımları var. Türkiye’deki işçiler de Körfez ülkelerinin şirketleriyle ciddi sorunlar yaşıyor.
Dolayısıyla, sömürü iki taraflı, dayanışma da iki taraflı olmalı. Mısır’da faaliyet yürüten Türkiyeli bir firma işçi haklarını ihlâl ediyorsa, o işçilere destek olmak için burada eylemler düzenlemeliyiz. Buradaki bir Arap sermayedarıyla mücadelemizi başarıyla sonuçlandırabilmek için bizim de Arap işçilerle, Arap sendikalarıyla dayanışma içinde olmamız gerekiyor.
İşin bir boyutu da Türkiye’de Arap ülkelerinden gelen çok sayıda göçmen olması. Türkiye’deki mücadelelerin başarıya ulaşması için aynı işyerinde beraber çalıştığımız Arap göçmen iş arkadaşlarımızı da sendikal harekete katmamız gerekiyor.