Uzun, kavurucu bir yaz olacağı bekleniyordu, öyle oldu. “Esmiyor” yakınmalarıyla Edip Cansever’in dizeleri buluştu: Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz / Bunu bir daha pekiştirirdi… “Anlamsız” hafif kaçıyor tabii, iç karartıcı, boğucu, çileden çıkarıcıydı her şey.
Halbuki bahar fena başlamamıştı. İktidar 31 Mart yerel seçimlerinde hezimete uğramış, AKP-MHP’nin 2019’da 50 olan büyükşehir ve il belediye sayısı 32’ye düşmüş, buna mukabil CHP ve DEM’in kazandığı büyükşehir ve il belediye sayısı 21’den 35’e ve 8’den 11’e çıkmıştı. Dahası, kuruluşundan beri her seçimde birinci parti olan AKP ilk defa bu konumunu kaybetmişti.
Ve böylece iktidarı kuşatacak, hareket alanını daraltacak ve bu haydut rejimin sonunu hazırlayacak bir zemin oluşturmanın ışıkları belirmişti. Ama çok geçmeden, ana muhalefetin marifetiyle, saman alevi misali, parlayıp söndüler. Ana muhalefet partisi yüzünü kendisini “birinci siyasi güç” konumuna getiren toplumsal muhalefet dinamiklerine, oradan yükselen taleplere değil, sendeleyen, gerileyen müesses rejime ve rejimin arkasına dizdiği güçlere döndü.
Bu sayede iktidar bloku çok ihtiyaç duyduğu nefeslenme zamanını buldu ve toplumsal muhalefeti yeniden köşeye sıkıştırma hamlelerine girişti. Ve görünen o ki, 2019 yerel seçimleri ertesindeki sürecin adeta tekrarı –iktidarın 2019’a kıyasla çok daha ağır bir yenilgiye uğramış olmasına rağmen– sahneleniyor. Üstelik enflasyondan, yoksullaşmaktan bunalan geniş halk kitleleri burnundan solurken, traktörleriyle İzmir otoyoluna çıkan Bursa-Karacabey çiftçileri “Hükümet istifa” sloganları atarken ve dört bir yandan “ülke yangın yeri” nidaları yükselirken.
Şimdi önümüzde “kara kış” var. Karalığı mevsim normalleriyle (zaten öyle normaller pek kalmadı) ilgili değil, siyasal meteoroloji öngörüsü. Cansever’in “Haziran temmuz ağustos / Birbirine sokulsun” dizelerine nazire, güz aylarıyla kış ayları bitişik nizamda üzerimize çökmeye hazırlanıyor. Bir yanda “Şimşek Programı” adıyla yürütülen ücretleri baskılama-iç talebi kısma, ezcümle ücretli kesimlerin gırtlağını sıkma operasyonu, diğer yanda toplumsal muhalefeti felç etmeye, saray rejiminin ömrünü uzatmaya dönük siyasal basınç seferberliği.
Bu duble cenderenin ekonomi ayağındaki bazı verilere göz atalım. Talebi kısmayı hedefleyen Şimşek Programı arzı da aşağı çekiyor. Sanayi üretimi yıllık yüzde 4,7, imalat sanayii sektörü endeksi yüzde 6,9 azalmış durumda. İşsizlikle el ele giden bir süreç bu.
TÜİK verilerine göre, dar tanımlı işsizlik ağustos sonu itibarıyla yüzde 9,2. Geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 29,2 seviyesinde. Bu da yaklaşık 12 milyon kişiye tekabül ediyor. Yine TÜİK verilerine göre, ağustosta yıllık enflasyon yüzde 52. ENAG’a göre ise yüzde 90, 35. Gıda enflasyonuna gelince, resmi oran yüzde 44,8, dar gelirlilerde yüzde 80 bandında. Üstelik, küresel gıda fiyatları yıllık bazda yüzde 2,1 düşmüşken. Ve de asgari ücret 17 bine, taban emekli maaşı 12.500’e demir atmış, açlık sınırı ise 20 bini geçmişken.
Bu halin müellifi Şimşek Programı’nın “örtülü IMF programı” olarak anılması boşuna değil, IMF’nin Türkiye öngörüleri tam da böyle bir tablo resmediyor. Ve bu tablonun özeti, güvenilir iktisatçıların vurguladığı üzere, durağanlık. Bunun da emeğiyle geçinenler için anlamı açık. Derinleştikçe derinleşen yoksulluk ve köle rejiminin katmerlenen şiddeti.
Buna sessiz kalınamayacağı aşikâr. Mücadeleci sendikaların “Temmuzda zam şart” kampanyası ve sonrasındaki çeşitli işçi direnişleri, ardından ağustos boyunca Bursa’dan Antep’e, Konya’dan Rize’ye, ülkenin dört bir yanına yayılan çiftçi protestoları, eylül başından beri çeşitli işkollarındaki işçi eylemleri, Fernas ve Polonez işçilerinin hak mücadelelerini Ankara’ya taşımaları, iş yükünün artması-ücretlerin azaltılmasına karşı iş bırakan Akcanlar Tekstil işçilerinin bir aydır Antep’i ayağa kaldırması ilk işaretlerden.
“Kara kış”la birlikte öfkenin büyüyeceği ortada. Ama bu “kendi içinde” öfkenin “sosyo-politik öfke”ye dönüşüp dönüşmeyeceğini “bitişik nizam aylar” gösterecek. Şimdilik, emekçi kesimlerdeki genel durum “öfkeden kabarmış yürekler ve sıkılı yumruklarla” bekleme hali. (Bu halin etraflı bir değerlendirmesi için bkz. Mustafa Kemal Coşkun’la “Sınıfın Duyguları” üzerine söyleşi)
Biriken öfkenin, yerel seçimlerde açığa çıkan itiraz enerjisinin sosyo-politik bir “patlama” yapma ihtimali hiç şüphesiz iktidarın gündeminde. Ve karşımızdaki bir parlamenter rejim iktidarı değil. Tâbi olduğu herhangi bir siyasi, hukuki, ahlâki sınır yok. Her yol mubah. Haliyle, muhalefete uzatacağı havuçlar da, indireceği sopalar da o sınırsızlıkta.
Havuçların irileri elbette ana muhalefete. Yumuşama-normalleşme mugâlatası eşliğinde “yarı başkanlık” sistemi tevatürü, “büyük koalisyon” göz kırpmaları ve standart bir olta olarak “yeni-sivil anayasa”.
Bunlar kamuoyuna aksedenler, heybelerinde kim bilir başka neler var.
Görünen o ki, ana muhalefet partisi bu zehirli havuçları pazarlık konusu yapmaya, bunları bir “milli mutabakat” zemini olarak görmeye eğilimli. Bu eğilim iktidarın “devlet içi” pazarlıklarla, “yumuşak geçiş”le el değiştirebileceği varsayımından besleniyor.
Sopaların en irilerinin ise toplumsal muhalefetin en aktif öznelerine indirileceği malûm. 28 Temmuz’da, “Sokak hayvanlarını katletme” yasasının görüşüldüğü TBMM Genel Kurulu’nda DEM İzmir milletvekili Burcugül Çubuk’un yaptığı şu saptamaya mim koymak gerekiyor: “Bu bir geçiş şiddetidir ve arkasından bütün şiddet sarmalı büyüyecektir.”
Sokak hayvanları hedef alınırken kutsanan şiddetin hak mücadelesi verenlere ve toplumun tüm ezilenlerine yönelmekten kaçınmayacağı tecrübeyle sabit. Temmuz-eylül arasındaki şu kısa kronolojik döküm bunu bir kez daha kanıtlıyor:
Temmuzun son haftasında, Ağrı, Hakkâri, Siirt, Aydın ve İstanbul’da “Kürtçe şarkı ve halay” gerekçesiyle peş peşe yapılan gözaltı ve tutuklamalar…
16 Ağustos’ta, muhalefet partilerinin ortak çağrısıyla Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi konusunda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “yok hükmünde” kararını görüşmek için olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu’nda kürsüdeki konuşmacı TİP milletvekili Ahmet Şık’a yapılan tokatlı, yumruklu saldırı; Meclis’in de bir şiddet sahnesine çevrilmesi…
Ağustos sonunda, Nevşehir-Ürgüp’teki bir şantiyede, 13 işçinin Amedspor forması giymeleri nedeniyle silahlı, demir çubuklu, bıçaklı saldırıya uğraması, saldırıda üç işçinin yaralanması…
Eylül başında Artvin-Cankurtaran’da, ormana ağaç kesmek için giren iş makinelerini engellemek isteyen köylülere açılan ateşle üç kişinin yaralanması, yaralananlardan Reşit Kibar’ın hayatını kaybetmesi… Aynı günlerde, Metin Lokumcu’nun katillerinin beraat etmesi…
Yine eylül başında, Soma’da, Bağımsız Maden-İş’e üye oldukları gerekçesiyle işten atılan Fernas Madencilik işçilerine destek olmak için iş durduran 70 işçinin gözaltına alınması… Eylül ortasında, Fernas’ın sahibi AKP Batman milletvekilinin Bodrum’daki otelinin önünde protesto eylemi yapan işçilerin gözaltına alınmaları…
13 Eylül’de, İstanbul-Çatalca’da, Tek Gıda-İş’e üye oldukları için 143 Polonez işçisinin işten atılması üzerine fabrika önünde eylem yapan işçilerin polis saldırısına uğraması, yedi işçinin yaralanması… Üç gün sonra, aynı yerde Polonez işçilerinin ters kelepçeyle gözaltına alınmaları, altı saat boyunca polis aracı içinde sözlü ve fiziksel şiddet eşliğinde tutulmaları…
Bu örnekler ve bunların hatırlattığı, çağrıştırdığı vakalar farklı şiddet düzeylerinin birbirlerine eklemlenerek nasıl bir tahakküm rejimi vücuda getirdiğini ve nasıl bir sınırsızlıkla, nasıl bir hak-hukuk tanımazlıkla karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne seriyor.
Bu manzara ve onu var eden koşullar toplumsal muhalefetin dinamiklerini bu tahakküm rejimine ortak bir cevap vermek üzere, ortak bir mücadele zemini kurmak için harekete geçmeye çağırıyor. Önümüzdeki dönemin ortak mücadele zemininin kurulması yolunda ilk bakacağımız yerlerden biri, 14 Mayıs 2023 ve 31 Mart 2024 seçimlerindeki ittifak deneyimleri. Bu deneyimlerin başarıları ve başarısızlıkları, önümüzdeki dönem için derslerle dolu.
Başarılar hanesinde, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın 14 Mayıs’ta Erdoğan’ı indirmenin kıyısına gelinmesinde oynadığı belirleyici rol var öncelikle. Hedefin gerçekleşmesini önleyen sebeplerin Millet İttifakı’nın hem tek tek bileşenlerinin hem “altılı toplam”ın yapısal karakterinden kaynaklandığı herkesin malûmu.
İktidarın 31 Mart seçimlerindeki ağır yenilgisi Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinin hem ayrı ayrı hem birlikte ispat-ı vücut etmeleri ve iktidara kaybettirmeyi ortak hedef yapmalarıyla sağlandı. Özellikle, DEM’in “kent uzlaşısı” stratejisi ve DEM seçmenlerinin feraseti vurgulanmayı hak ediyor.
Başarısızlıklar hanesindekiler çok yazıldı çizildi, tartışıldı. Bu haneye ve önümüze bakarken, Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’ndeki evladiyelik sözleri kılavuz olabilir: “Sürekli özeleştiri yapmak, koşarken hep ara vermek, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlamak, ilk denemelerin yarım yamalaklığını, zaaflarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri durmamak…”
Önümüzdeki dönemin ortak mücadele zeminini kurmak için söz konusu deneyimlerden çıkan dersler aklımızın bir köşesinde duradursun, “esin perilerimiz neler olabilir”e bakalım. Victor Hugo’nun Louis Bonaparte diktatörlüğü dönemindeki şu sözüyle başlayabiliriz: “Gecenin karanlığı yeniden çökmeye kalktığında, tarihimizin büyük anlarını ışıldatmalıyız, meşale yakar gibi.”
Yakın ve uzak geçmişimize hızlı göz attığımızda hemen akla gelen “büyük anlar”ı ışıldatmanın esinleyiciliği ve moral etkisi, evet, az buz değil. Ama güncele, şu an burnumuzun dibinde duran meşalelere dikkat kesilmek, “somut durumun somut tahlili” bakımından yol gösterici.
Önce Fransa’ya gidelim. Küresel olarak da “her şeyin kahrediciliğini pekiştiren yaz”ın başlıca ferahlık serpintisi oradan geldi. 1936-38’in efsanevi Halk Cephesi meşalesini yakan Yeni Halk Cephesi (Nouveau Front Populaire), aleyhine dört koldan yürütülen şiddetli kara propagandaya rağmen, Macron’un ilan ettiği baskın seçimden birinci çıktı. Oysa neo-faşist Milli Birlik’in kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. (Etraflı bir değerlendirme için bkz.) Yeni Halk Cephesi faşistlere geçit vermemekle kalmadı, uzun yıllar sonra ilk kez, merkez-solun solundaki parti ve hareketlerin bir blok halinde iktidara aday olmasını sağladı.
Bu tarihi başarının ardında elbette uzun soluklu bir mücadele ve ısrarla sürdürülen bir perspektif var. Yeni Halk Cephesi’nin lokomotifi Boyun Eğmeyen Fransa’nın lideri Jean-Luc Mélenchon’un “yurttaşlık bilincinin harika bir silkinişi” olarak tanımladığı seçim zaferine giden yolun kilometre taşlarına kuşbakışı göz atalım.
2016’da Sol Parti ile antikapitalist ve ekolojist hareketlerin bir araya gelmesiyle bir sol ittifaklar partisi olarak kurulan Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) lideri Mélenchon 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 19,6 ile dördüncü olmuş, ikinci tura kalamamıştı. Boyun Eğmeyen Fransa’nın Meclis’teki sandalye sayısı ise 17’ydi.
2022’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde, Mélenchon oyunu yüzde 2,5 artırarak yüzde 22’ye çıkarmış, ancak Macron (28) ve Marine Le Pen’in (23) ardından üçüncü gelmiş, ikinci turu birkaç yüz bin oyla kaçırmıştı. İkinci turda, Boyun Eğmeyen Fransa seçmenlerini Le Pen’in seçilmemesi için seferber olmaya çağırarak Macron’un kazanmasının önünü açmıştı.
2022’deki genel seçimlerde ise, Boyun Eğmeyen Fransa öncülüğünde Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Ekolojistler ile oluşturulan NUPES (Yeni Ekolojik Toplumsal Halk Birliği) ittifakı 131 sandalye kazanarak –yani 2017’deki 17’yi 131’e çıkararak– parlamentoda ikinci güç olmuştu.
İki yıl sonra, 2024’ün erken-baskın genel seçimlerine gidilirken NUPES ittifakı daha da genişleyerek Yeni Halk Cephesi adını almış, toplumsal muhalefetin taleplerini içeren, nokta atışı hedeflerden oluşan bir program –Ortak Gelecek– ortaya koymuş ve yüzde 29 civarındaki oy oranıyla Macron’cu bloku geride bırakarak ilk turda ikinci güç konumuna gelmişti.
İkinci tura girilirken, Yeni Halk Cephesi neofaşist Ulusal Birlik karşısındaki en güçlü aday lehine çekileceğini ilan etti ve öyle de yaptı. O sayede Ulusal Birlik yenilgiye uğratıldı. Bu faşistlere kaybettirme hamlesi Yeni Halk Cephesi’nin alabileceği sandalye sayısının daha azına razı olması anlamına geliyordu. Nitekim, ilk turdaki oy oranından yüzde 2’lik bir eksilme oldu, ama gene de Yeni Halk Cephesi iki yıl önce NUPES olarak alınan 131 sandalyeyi 193’e çıkardı. Ve Meclis’teki birinci güç olmayı başardı. Şimdi mücadele neofaşist Ulusal Birlik himayesindeki Macron’cu sağ koalisyonla. Ama artık siyasal ve sayısal üstünlük Yeni Halk Cephesi’nde.
Kıssadan hisse açık: Genişlemeye dönük, ilkeli, sabırlı, kararlı bir ittifaklar politikası ve toplumsal muhalefet güçlerinin taleplerinden oluşan bir ortak program.
Aslında, bu “hisse” anlatılan “kıssa”dan önce, burada, çeşitli yalpalamalarla birlikte, yürürlükteydi.
2015 Haziran’ından 2017 referandumuna, 2018-2019 seçimlerinden 2023-2024 seçimlerine, yaklaşık on yıldır benzer bir süreç yaşanageldi.
Kendisini “demokratik sosyalist-ekolojist” olarak tanımlayan Boyun Eğmeyen Fransa öncülüğündeki Yeni Halk Cephesi’nin –ve onun öncesindeki NUPES ittifakının– ana unsurları olan antikapitalist-ekolojist güçler, hareketler, buradaki sol-sosyalist ittifakın da taşıyıcı sütunları arasındaydı. Önümüzdeki dönemin mücadelesinde ortak zemin için bakacağımız yer, 2015’ten –ve onun öncesinde HDP’nin kuruluşundan– beri yürütülen ittifaklar politikasının müktesebatı ve –Yeni Halk Cephesi’nin Ortak Gelecek programı örneğindeki gibi– güncel toplumsal taleplere-hedeflere odaklanan bir ortak program düzlemi.
“Toplumsal talepler-hedefler” dediğimizde, “toplumsal muhalefet dinamikleri-güçleri” demiş oluyoruz. Bu güçlerin tümünün bir araya gelerek, ittifakların genişletilmesi ve faşizmin kurumsallaşmasına karşı mücadele eden diğer muhalefet güçlerinin dahil olması hedefiyle, ortak mücadelenin zeminini kurmak, bu zeminde bir ortak program oluşturmak üzere harekete geçmesi –koşulların çağrısı, yüklediği sorumluluk bu. Marx’ın 18 Brumaire’de Ezop’tan alıntıladığı deyişle, “işte Rodos, hadi atla” ya da serbest bir çeviriyle, “işte Halep, işte arşın”.
Gelgelelim, yapması söylemesi kadar kolay değil elbette. Bu sıralananlar onca deneyimin önümüze koyduğu işaret levhaları. Ve sonuçta bunlar kelimeler, kavramlar. Yola koyulmak için daha fazlası gerekiyor. Söz konusu öznelerin birbirleriyle ve tabanda süregiden çok cepheli, çok mevzili mücadelelerle bakışması, bunu yaparken kelimelerle, kavramlarla sınırlı kalmayan, söylemsel angajmanın ötesine geçen bir bağ kurulması…
Bu bahiste Jean-Luc Godard’ın Çılgın Pierrot’sunun ünlü repliği esinleyici olabilir: “Sen bana kelimelerle konuşuyorsun, bense sana duygularla bakıyorum.”
Elbette duygular fikirlerden bağımsız değil, ama onlara indirgenebilir de değil. Bu çetrefil meseli burada dallandırıp budaklandırmayalım, “kapalı kapıları açmaya yarayan, aktif güçleri pasif güçlerle temasa geçiren” iki “tılsım”ı hatırlatmakla yetinelim: Duygudaşlık. Kesişimsellik. (Gezi ve 7 Haziran onların başrolde olduğu tarihi anlar değil miydi?)
Bu tılsımların yüz yüze, göz göze ve ağız-kulak etkileşimiyle hayat bulduğu bir sır değil. Şimdi burada biraz şair sözü dinlemekte fayda var:
“Temiz ağız esastır. Temiz olmayan bir ağızda temiz bir fikir barınamaz… İsyanlarımızı ehlileştirmeyiz, ama üslûbumuzun bir kulağı sessizliktedir… Kulağı olmayanın dostu da olmaz. Kulağı olmayan yalnız kalır. Önce kulağı garanti et, gerisi gelecektir…”[1]
Şair sözü böyle oluyor, “durduruyor”. Ve kendimizi “yoklatıyor”. Ağız neydi, kulak ne, dinlemek nedir, neyin sessizliği?
Şair sözünden “meşale” sayabileceğimiz bir görüntüye geçelim. Hatırlamayan yoktur: Ahmet Şık’ın TBMM kürsüsünde saldırıya uğradığı esnada, o ânın saniye öncesinde, olanı-olacağı gören DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in yerinden ok gibi fırlayıp defansa koşması… O koşu. Meşale.
Bitirirken bir meşale de şiirden[2] yakalım:
… hatırla, kendini hatırlat, o büyük haklılığı…
Artık bize soluk ver, bizi besle, kendini hatırla
bütün dertler söylendi, çareleri bir bir yazıldı
dikenleri kopardığın yerleri bahar filân sanırsan
Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
El ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
Benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
sanırım hazırlandık artık yeter
alanlar daraltılsa ve duvarlar da
örneğin her şeylere bir kırmızı gül yeter
dövüldük nasırlandık artık yeter
yine mi hazırlanmak yine mi hazırlanmak yine mi
sanırım hazırlandık artık bu kadar yeter