MÜZİK DOLABI

KIM GORDON İLE SON ALBÜMÜ THE COLLECTIVE

Şirketlerin hegemonyasında sanat

Punk sonrasının boşluğunda, “no wave” akımının belirsizliğinde Sonic Youth 80’ler boyunca ürettiği bağımsız albümlerle rock’ta ve gitar ilminde bir çığır açmış, akort, akor ve çalma teknikleriyle sonsuz bir deryanın kapılarını aralamıştı. 2011 yılında grup dağılınca ve aynı zamanda eşi olan Thurston Moore’dan ayrılınca, grubun vokal ve gitarcılarından Kim Gordon’un ufku elbette daralmadı, hatta genişledi. Güncel sanat işlerine ağırlık verdi, filmlerde ufak tefek roller aldı, hatıratını yazdı, bir sürü işbirliğinin yanında 2019’da “No Home Record”la ilk solo albümünü yayınladı, onu bu sene “The Collective” takip etti. Rock tarihinin avangardlarının başına yazılacak isimlerden birini, Kim Gordon’u dinliyoruz…
Derleyen: Yiğit Atılgan

2015’te yayınlanan hatıratınız Girl In A Band’de Sonic Youth’taki çalışma yöntemlerinizden birinin kâğıtlara rastgele cümleler yazmak ve sıra vokallere geldiğinde o cümleler arasından seçim yapmak olduğundan bahsediyorsunuz. Yeni solo albümünüz The Collective’de buna devam ediyor musunuz?

Kim Gordon: Sonic Youth’tayken şarkıların her bir bileşenini Thurston (Moore) ve Lee’nin (Ranaldo) yazdığı melodilerin etrafında şekillendirir, hepsini bir araya getirip şarkıya son halini verirdik. Ama her seferinde elimizdeki bölük pörçük kısımların birlikte nasıl işlev kazanacağına dair epey kafa patlatırdık. Evet, bu yönteme hâlâ başvuruyorum. Bazen ağzımdan doğaçlama dökülen cümleleri not ediyorum. Örneğin albümü açan “BYE BYE”da birbirine benzemez ifadelerin arasından seçim yaptım. Sonradan bana gazeteci ve yazar Joan Didion’un asgari boyuttaki seyahat çantasını anımsattılar. Kısıtlar içinde çalışmayı seviyorum, yarı yazılmış sözlerle başlayıp kervanı yolda düzdüm. “BYE BYE” son derece coşkun ve ileriye koşan bir şarkı, o hissiyatı sözlerle taklit etmek yerine bir tezat sağlamak için basmakalıp sözlerin eşlik etmesini tercih ettim.

Bu süreçte ilham için etrafımda olan bitenlere ve geçmişime de odaklandım. Hakkında söz yazmak için akla gelmedik mevzular arıyor, arkadaşlarıma akıllarında şarkı fikri olup olmadığını soruyordum. Biri bana bovling kupalarıyla ilgili bir şarkı yazmamı önerdi. Çok kötü bir bovling oyuncusuyum, bu konudaki anılarım çok gençken bovling salonlarında boş boş takıldığım zamanlara ait. Ama bu fikir “Trophies” adlı parçada işime yaradı, kupalar içinde anlam arayabileceğim bir oyuncağa dönüştü. “Shelf Warmer”da da benzer bir durum var, sözlerinde yakışıksız bir hediyenin kötücül amaçları olduğu ortaya çıkıyor. Veren kişinin sizi kendi istediği şeylerden hoşlanmaya zorladığı, hoşlanmazsanız suçlu hissettiğiniz türden bir hediye. Son zamanlarda ben de benzer bir şey yaşıyorum. Adresimi bulan bazı kişiler bana imzalamam için fotoğraflar yolluyor. Çöpe atmaya kıyamıyorum, ama cevap verip normalleştirmek de istemiyorum. Lütfen bana fotoğraf yollamayın. Özetle ses, siyaset, toplumsal cinsiyet, fotoğraflar, seyahat listeleri ve bovling kupaları, hepsi benim için birer malzeme.

Kendimi müzisyen olarak tanımlamakta zorlanıyorum, hiçbir zaman alışılagelmiş anlamıyla müzik yapmayı öğrenmedim. Özünde sesi, sesin fiziksel ve içgüdüsel boyutunu seviyorum.

Yeni albümde bir önceki solo kaydınız No Home Record’da (2019) olduğu gibi Justin Raisen ile çalışmışsınız. Birlikte çalışma dinamiğiniz nasıl?

Justin nelerden hoşlandığımı, sesi çarpıtmaktan ve teknolojiyi ters yüz etmekten keyif aldığımı biliyor. Punk rock’tan anlıyor, benim hangi yollardan geçtiğimin ve masaya neler getireceğimin farkında. Bir önceki albümdeki “Paprika Pony” parçasını gerçekten beğeniyorum, hatta oradaki trap ritmini Justin’in kardeşi yapmıştı. Justin halihazırda birçok hiphop müzisyeniyle çalışıyor, ben de bu albümün daha çok beat odaklı olmasını istediğimden kanımız uyuştu. Böylesi benim vokal stilime daha uygun, zaten oldum olası melodiden ziyade ritmle harekete geçmişimdir. Doğuştan şarkıcı değilim, ama ritm ve boşluğu kullanarak neleri becerebileceğimin farkındayım. Kendimi ritme çapaladığımda daha özgür hissediyorum.

Kendinizi bir müzisyenden ziyade sanatçı olarak tanımlıyorsunuz. Görsel sanat mecrasındaki deneyiminiz müzik yapma biçiminizi nasıl etkiliyor?

Farklı sanat pratiklerim zamanla iç içe geçti. Bu albümü bitirdiğimde sanki müzik yapmayı unutmuş gibi hissediyordum, parçalar gözümde daha ziyade kısa filmler gibi canlanıyorlardı. Kendimi müzisyen olarak tanımlamakta zorlanıyorum, hiçbir zaman alışılagelmiş anlamıyla müzik yapmayı öğrenmedim. Hakikaten müzik yapmayı bilen insanlara büyük saygı duyuyorum, ama ben onlardan biri değilim. Özünde sesi, sesin fiziksel ve içgüdüsel boyutunu seviyorum. Nerede olursanız olun, içinde bulunduğunuz çevreyi ve ruh halinizi değiştiriyor.

Birçok görsel sanatçı işlerinde popüler kültür hakkında yorumlar ya da eleştirilerde bulunuyor, ama bunu popüler kültürün dışından, sanat dünyasından yapıyorlar. Andy Warhol ve Velvet Underground sonrasındaki adımın bu eleştirileri popüler kültürün içinden yapmak olduğunu hissettim, müzik yapmak bana bu platformu sağladı. Ama Sonic Youth hiçbir zaman tam anlamıyla ana akım bir grup olmadı. O dönemki plak şirketimizin yöneticilerinden birinin sekreterine cinsel saldırıda bulunduğu ortaya çıkmıştı, bizim için utanç vericiydi. Sonra bir kadın müzisyen olarak hakkında yazabileceğim çok fazla mevzu olduğunu fark ettim, Dirty (1992) albümündeki “Swimsuit Issue” parçası öyle ortaya çıktı.

Müziğe dair en sevdiğim şey hakkında hiçbir şey bilmiyor olmamdı, sanat yaparken hissettiğim öz farkındalıktan azadeydim. Kendimi temelde müzik yapan ya da bir şeyler yazan bir görsel sanatçı olarak görüyorum.

Sonic Youth sonrasında kariyerimi şekillendirirken görsel sanattaki köklerime daha çok yöneldim, ama hem ana akım müzik sektörünün hem de sanat sektörünün kıyısında varlık gösteriyordum. Bu iki dünyayı uzun süre birbirinden ayrı tutmaya gayret ettim. Sık sık “resim yapan müzisyenler” gibi temalara sahip sergilere davet ediliyorum, ama benim bağlamım bu değil. Geçtiğimiz yaz Lozan’da Double Agent adlı bir sergi açtım. Girişte Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman filminden esinlenen bir videom oynuyordu. Kamera hep sabitti, ben de yemek ve temizlik gibi günlük işler yapıyor, arada uyuyordum. Gitarım bir kenarda prize takılı bir şekilde duruyordu, ama onu gözardı ediyordum.

Sonic Youth öncesinde o dönemin no-wave gruplarına aşık olup Christine Hahn ve Miranda Stanton ile birlikte CKM isimli kısa ömürlü bir grup kurmuştunuz. 27 yaşında, daha önce hiçbir enstrüman çalmamışken elinize gitar almaya nasıl karar verdiniz?

Dürüst olmam gerekirse, ilk başta müzik yapmaya dair hiçbir hevesim yoktu. Arkadaşım Dan Graham’ın bir sanat performansı için sadece kadınlardan oluşan bir gruba ihtiyacı vardı. Debbie Harry ve Patti Smith de 27-28 yaşına kadar müzik yapmamış, o yüzden çok da tuhaf değil. Müziğin sadece gençlere ait bir şey olmadığı fikri sanırım New York’un avangard yönlerinden biriydi. Örneğin Velvet Underground yola çıktığında gençti, ama olayın gençlikle, neşeyle, melodiyle ilgisi yoktu, esas olarak yaşam stiline uyum sağlamakla ilgiliydi. Yeni hardcore grupları ortaya çıktığında da benzer bir durum söz konusuydu, yine de Mudhoney gibi grupların olduğu o ortamdaki en yaşlı tipler bizlerdik. Onun dışında birçok kişi müziğe punk vesilesiyle bulaştı, orada da mühim olan şey enstrümanını iyi çalabilmek değildi. Daha ziyade şirket karşıtı bir tavır mevcuttu. New York’ta Tom Verlaine ve Richard Hell gibi figürler şiirden ve Beat geleneğinden geliyordu. İngiltere’deki Malcolm McLaren etkisi de neredeyse hippiliğe yakınlaşıyordu, sitüasyonistlerden ve Fransa’da 1968’de olanlardan etkilenmişti. Ana akım kültür karşıtı her şeye yer vardı. Ben de hiçbir zaman doğru düzgün çalmayı öğrenmedim. New York’a sanat yapmak için taşınmıştım. Müziğe dair en sevdiğim şey hakkında hiçbir şey bilmiyor olmamdı, sanat yaparken hissettiğim öz farkındalıktan azadeydim. Kendimi temelde müzik yapan ya da bir şeyler yazan bir görsel sanatçı olarak görüyorum.

Girl In A Band’in en ilginç yanı yaratıcılığınızda her zaman ne kadar kısıtlamasız olduğunuzu göstermesi. Çok az müzik eğitiminiz olmasına rağmen bir gruba katılıyorsunuz; mağazada bulamadığınız kıyafetleri giyebilmek için X-Girl markasını kuruyorsunuz; Gus Van Sant’ın bir filminde oynamanızı istemesiyle oyunculuğa başlıyorsunuz. Bu özgüven nereden geliyor?

Açıkçası, bilmiyorum. Aslında gençken New York’a taşınmak ve sanat yapmak dışında hiçbir zaman yedek planım olmadı. Lisede daktilo kullanmayı özellikle öğrenmedim, çünkü sekreter olmak istemiyordum. Bir şekilde müziğin içine düştüm. X-Girl de sadece bir tesadüftü. Ben ve bir arkadaşıma o markayı başlatmamız teklif edildi, ama kendimizi hiçbir zaman tasarımcı olarak görmedik. Dediğim gibi, çoğunlukla başka şeyler yapan bir görsel sanatçıyım. Eğer oturup geleneksel bir roman yazmaya kalksam yazamam. Genel olarak olaylara yan yollardan yanaşmam ve yolumu kendi meşrebimde bulmam gerekiyor.

Son dönemde size ilham veren şeyler ne oldu?

Filmler ve kitaplar. Jennifer Egan’ın The Candy House kitabını okudum, albümün adı da oradan geliyor. Başkalarının algoritmalar aracılığıyla yürüttüğü bir araştırma projesini çalıp onu baz alarak bir mobil uygulama yazan bir adamla ilgili. Uygulama aracılığıyla diğer insanların hatıralarını ve nasıl hissettiklerini tecrübe edebiliyorsunuz. Ama bunu yapabilmek için kendi anılarınızı ve deneyimlerinizi de uygulamaya yükleyip “kolektife” katılmanız gerekiyor. Bana çok yakın geleceğe dair bir ihtimalmiş gibi geldi, bu açıdan ilginçti. Albümde de distopik, bilimkurguyu andıran öğeler var.

Eskiden daha fazla bilimkurgu okurdum, hatta Philip K. Dick ve William Gibson gibi yazarlara kafayı takmıştım. Aslında o kitapların bana esas hitap eden yönü felsefi temelleri ve güncel kültürle olan ilişkileriydi. He ne kadar sadece Parable of Sorrow kitabını okumuş olsam da, feminist bilimkurgu yazarı Octavia E. Butler da bana ilham verdi. Öykü Los Angeles’ta geçiyor, herkesin silahı var, insanlar rastgele öldürülüyor ve kullananların kendilerini ateşe vermesine neden olan bir hap var. Bir yandan çok çılgınca olduğunu düşündüm, ama bir yandan da sanki şu an vuku buluyor gibiydi.

Yeni teknolojilerle pek aram yok, siyaseten yol açabilecekleri sonuçlar beni korkutuyor. Zaten hakikatin ne olduğunu anlayabilmek yeterince zor, yapay zeka her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirecek gibi geliyor.

Peki filmler? Mesela Barbie’yi nasıl buldunuz?

Jonathan Glazer’ın Zone of Interest filmi harikaydı. Barbie de hoşuma gitti. 1959’da piyasaya sürülen orijinal Barbie bebeklerden birine sahiptim. Filmin feminist laf kalabalığı yapmak için bu platformu kullanması beni rahatsız etmedi. Ken’in patriyarkayı keşfetmesi komikti. Ortaya çok daha kötü bir film çıkabilirdi. Bir tek Mattel’in pozitif bir kurum olarak resmedilmesinden hoşlanmadım, en nihayetinde onlar da kapitalist bir şirketten ibaret.

Barbie dışında Taylor Swift ve Beyoncé gibi figürlerden dolayı 2023’ü kadınların senesi ilan edenlere ne dersiniz?

Taylor Swift ve Beyoncé’nin yaptıklarını küçümsemek istemem, ama sahnede gerçekdışı gözüküyorlar. İkisi de birer parıltılı mükemmeliyet nesnesi. Yorgos Lanthimos’un Poor Things filmini bu yüzden sevdim. Karakter bir yandan gelişirken bir yandan da kadınların yaşadığımız kültür içinde tecrübe ettiği aşamalardan geçiyor. Bernard Shaw’un Pygmalion oyunu gibi, ama onun korku filmi versiyonu.

Son sergilerinizden birinde, teknolojiyle giderek daha karmaşık hale gelen ilişkimizi, çoğunda iPhone şeklinde delikler açılmış bir dizi soyut tuval aracılığıyla incelediniz. Teknolojiyle olan ilişkiniz nasıl? Yapay zeka hakkında ne düşünüyorsunuz?

En son metinden video yaratan Sora’ya denk geldim, ilk defa benim de kullanmak isteyebileceğim bir yazılım olduğunu düşündüm. Belki bir ürün olarak piyasaya sunulduğunda anolog unsurlar eklenmesine ve bütçesiz bir şekilde film yapılabilmesine izin verir. Ama bu tür teknolojilerle pek aram yok, siyaseten yol açabilecekleri sonuçlar beni korkutuyor. Zaten hakikatin ne olduğunu anlayabilmek yeterince zor, yapay zeka her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirecek gibi geliyor.

Şahsen telefonuma bağımlıyım. Bunun bir nevi hayatımıza yön verdiğini anlıyorum, ama insanların teknolojiyi insanın evrimiyle eşitlediğini ve aslında bunun doğru olmadığını düşünüyorum. İnsanlık belli bir noktaya kadar evrimleşti, ama dünyada ve Amerika’da olup bitenlere baktığınızda artık gelişmediğini görürsünüz. Geriye doğru gidiyoruz. Bugün birçok genç telefonların dikkat aralığımızın büyük bölümünü işgal etmeye başladığı dönemden önceki dünyayı hatırlamıyor. Ben de hangi noktada bağımlı olduğumu tam anımsamıyorum. Sanırım bir arkadaşımın beni Twitter’a sokmasıyla başladı, bana daha az yalnız hissedeceğimi söylemişti. Sürekli bir şeyleri kontrol etmeye yönelik anlaşılmaz bir istek duyuyorum. Hep daha fazla şeyden haberdar olmak istiyorum, sürekli bir şeylerden eksik kalıyormuşum gibi geliyor. Öte yandan bir şeyler paylaşmak konusunda geride durmayı başarabiliyorum. Arada işimle, kızımla ya da yürüyüş yaparken denk geldiğim tuhaf şeylerle ilgili Instagram paylaşımları yapıyorum. İpin ucunu kaçırmak çok kolay, sizi takip eden bir kitlenin olması sürekli o platformu kullanmanız gerektiği anlamına gelmiyor.

Bir şeyler paylaşma ihtiyacını en çok öfkelendiğim zamanlar hissediyorum, genelde politikayla ilgili oluyor. En son Kate Cox’un öyküsüne denk gelince bir paylaşım yapmak istedim. İki çocuk annesi bir kadın, yirmi haftalık hamile, ancak bebeğin bir kromozom anomalisi sebebiyle doğum esnasında ya da hemen sonrasında ölmesi yüksek ihtimal. Şu anda büyük acı çekiyor, daha sonra tekrar doğum yapma şansı da tehlikede. Kürtaj hakkı bir yerel mahkeme tarafından onaylanmış olsa da, Teksas Eyalet Yüce Mahkemesi bu kararı tersine çevirdi. Korkunç bir durum. Sanırım Demokratların yeniden seçilebilmesini sağlayabilecek yegâne mesele kürtaj meselesi. Yaşamı savunduğunu iddia eden çoğu kişinin aslında kadın düşmanı olduğunu düşünüyorum.

Elon Musk rock yıldızı olduğunu zanneden küçük bir çocuktan farksız. Onun gibilerin, kendilerini yok etmek için ne yaparlarsa yapsınlar, dünya üzerinde bu kadar kudret sahibi olmaları korkutucu. Bu belki de dünyayı yönetenlerin kişilerden ziyade şirketler olmasıyla ilgilidir.

Teknolojinin müziğe erişime etkisine dair fikriniz ne?

Teknolojinin bana dinleyecek bir şeyler önermesi bazen hoşuma gidiyor, ama Spotify’da hiçbir şeye dair doğru düzgün bilgi mevcut değil. Tam da bu yüzden bilgiye ulaşabilmek için kitaplara ve dergilere ihtiyacımız var. Eğer Spotify’da hoşunuza giden bir şeye denk gelirseniz merak edip daha derinine inebilirsiniz, internetin gücü bu. Gençler bu sayede beraber büyümedikleri birçok müzisyeni ve grubu keşfedebiliyor. Sonic Youth konserlerinde gençleri görmek hoşuma giderdi. Kurt Cobain’i kaybetmemizin üstünden otuz yıl geçti, ama hâlâ birçok genç Nirvana tişörtüyle dolaşıyor.

Öte yandan, arka planda bir bağlam olmaması sebebiyle müziğinizin Spotify’da olması istemediğiniz markaların rızanız dışında üstünüze yapışmasına neden oluyor. Örneğin Nike hazırladığı bir şarkı listesine sizin de bir parçanızı eklerse kendinizi Nike reklamı yaparken buluyorsunuz. Sizin payınıza pek bir şey düşmüyor, Nike ise sayenizde cool gözüküyor. Bir de bir albüm dinlerken algoritma birden benzer olduğunu düşündüğü başka bir sanatçıya atlayabiliyor, bu yüzden örneğin neyin punk olup neyin olmadığına algoritma karar veriyor.

“I’m A Man” adlı parçada duygusuz bir ifadeyle maskülenitenin acınası bir sürümüne ses veriyorsunuz: “Seni kurtarmam gerekiyordu, ama sen bir işe girdin / Bir diploman var, bense tembelin tekiyim.”

O şarkı feminizmin erkekleri ve erkekliği mahvettiğini iddia eden Cumhuriyetçi Parti senatörü Josh Hawley gibi siyasetçilerden ilham alıyor. Güç sahibi bir beyaz erkek olarak cidden bu kadar zayıf mısın? Maskülenite kavramına tarihsel açıdan da ilgi duyuyorum. Eskiden New York’un West Village mahallesindeki gay ortamına dair kitaplar okumuyorsanız bu konuda hiçbir şey duymazdınız. 50’ler ve 60’larda, John Wayne ve Ronald Reagan döneminde, erkeklik koruyucu ve kurtarıcı olmakla ilgili bir kavramdı. Sonra bu anlayış tedavülden kalkınca erkek kimliği yok oldu. Erkekler, tıpkı kadınlar gibi, reklam bombardımanına tutulmuş tüketicilere dönüştüler. O şarkının sözleri de bu minvalde.

Son 15 yılda teknoloji şirketi CEO’su olarak özetlenebilecek bir güç sahibi erkek tipolojisi ortaya çıktı. Siz her daim müesses nizama çomak sokmakla, hakiki sanatsal devrimle anılageldiniz. Elon Musk gibi figürler de bu dönüşüm dilini kullanmakta son derece mahir.

Musk’a dair en ilginç şey bu sanırım. Ama en nihayetinde rock yıldızı olduğunu zanneden küçük bir çocuktan farksız. Pek iyi bir insana benzemiyor. Kocaman bir egosu var, iktidara susamış ve tıpkı Trump gibi narsist bir kişiliğe sahip. Elon Musk gibilerin, kendilerini yok etmek için ne yaparlarsa yapsınlar, dünya üzerinde bu kadar kudret sahibi olmaları korkutucu. Bu belki de dünyayı yönetenlerin kişilerden ziyade şirketler olmasıyla ilgilidir. Elon Musk gibi teknoloji sektöründen kişilerin kültürel şahsiyetler olarak çıkması halkın gözünde şirketlerin açgözlülüğüne nazaran daha kabul edilebilir. ABD’deki çoğu kişi kendilerine ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir baba figürüne ihtiyaç duyuyor. Bu durum elbette herkes için geçerli değil, ama Trump yanlısı MAGA’cılar (Make America Great Again) tam olarak böyle. Alenen diktatör olacağını söylemesi bile umurlarında değil, sadece her şeyi düzelteceğini söyleyen birine inanmak istiyorlar.

“Psychedelic Orgasm” dinleyiciye Los Angeles’ın halüsinatif bir halini sunuyor. Bir süredir doğup büyüdüğünüz Los Angeles’ta yaşıyorsunuz.

O şarkı kaçmaya duyduğumuz ihtiyaçla ilgili. Aynı zamanda albümün mekânsal olarak belli bir yere ait olmadığının altını çiziyor. California ile derin bir bağım var, ama sanki Los Angeles’ın kıyısında yaşıyormuş gibi hissediyorum, bu hoşuma da gidiyor. Chicago’dan buraya taşınmış bir dostum var, kendisini şehrin kolajının bir parçası olarak tanımlıyor, sanırım ben de aynısını söyleyebilirim. Hayatımın çoğunu yolda geçirdim, albümü açan “BYE BYE”ın bir seyahat çantasındaki nesneler etrafında şekillenmesi tesadüf değil.

Bazen şarkılardaki mekân ve zamanlar da muğlaklaşabiliyor, örneğin “Tree House”ta gitar ve vokalin patlamasıyla her şey birbirine karışıyor. Hafıza da biraz böyle işliyor, alâkasız bir yerdeyken kendinizi arkadaşlarınızla Big Sur’a otostop çektiğiniz gençlik anılarının içinde bulabiliyorsunuz. Fransız romancı Marguerite Duras’nın Sevgili isimli kitabını okumamın da etkisi oldu. Vietnam’da geçen roman bana 12-13 yaşında Hong Kong’da geçirdiğim, yaşımdan daha büyük gösterdiğim ve kendimi bulmaya başladığım zamanları hatırlattı. O zamanlar İngilizlere ait olan bölgelerde yaşıyor ve şehirde okula gidiyorduk, gemiciler bize pis pis bakıyordu.

Tekrar bekar kaldıktan sonra Massachusetts’ten Los Angeles’a ilk taşındığımda zorlandım, zira hâlâ orada yaşayan çok yakın dostlarım var. Ama bir yandan oradan ayrılmaktan mutluydum, zira kızım üniversiteye başlamıştı ve orada yaşamak için pek bir sebebim kalmamıştı. Los Angeles’ta bazı eski dostlarım ve yakın olduğum yeğenlerim var. Her ne kadar burada büyümüş olsam da evimin neresi olduğundan, aidiyetimden emin değilim. Bir önceki albümün adı bu yüzden No Home Record idi. Ama bazı değişiklikleri yaptıktan sonra hayatınıza giren yeni şeylerden keyif alabilmek gerek. Burada çok fazla araba kullanmak gerekiyor, ama evimi seviyorum. Görsel olarak en sevdiğim yerlerden birinde yaşıyorum. Mimarinin bir evden diğerine nasıl değiştiğine baktığımda hâlâ 70’lerdeymişim gibi hissediyorum.

Yine de her ne kadar orada yirmi senedir tam zamanlı olarak yaşamıyor olsanız da hâlâ en çok New York’la özdeşleştiriliyorsunuz.

New York’a dönmekten her zaman keyif alıyorum. Hâlâ eskisine benzer bir enerjisi var, hiçbir şey yapmıyor olsanız bile sizi bir şeyler yapıyormuş gibi hissettiriyor. Ama bazı şeyler de çok değişti. Oraya ilk taşındığımda şehir iflas etmişti ve gelecek pek iyi gözükmüyordu. Şimdi şehir merkezi bir AVM’ye dönüşmüş durumda, her şey şirketleşmiş bir halde. New York’a taşınmayı da düşündüm, ama hayat pahalılığı ve yaşam tarzıyla baş etmek zor geldi. Los Angeles’a dönme kararı kolay bir karar değildi. Hatıratımda da yazdığım gibi, California bir ölüm yeri. İnsanların buraya çekim duymasının sebebi, derinlerde bir yerde kendi arzularından korktuklarının farkında olmamaları. Yeni albümün temalarından biri de bu, bir şeylerden kaçayım derken batı yakasındaki kıyametin kıyısında mahsur kalma hali. Şirketler bu kaçış arzusuna da el attı. Her yer marihuana dükkânıyla dolu, uyuşturucu ve saykodelik haplar bir sektöre dönüştü. Ben kendi evimde mutluyum, bir miktar soyutlanmış hissediyorum, ama bu daha çok kızım Coco ile arama giren mesafeyle ilgili. Yoko Ono bana çocuklarının gitmesine hiç alışamadığını söylemişti. Elbette gitmelerini, dünyaya karışmalarını istiyorsunuz, ama bir yandan da zor. Artık hiç kimsenin yetişkini olmamak bana evin neresi olduğunu sorgulatıyor.

Öte yandan, kızım için gelecekteki dünyanın neye benzeyeceği konusunda endişeleniyorum. Gazze’de ateşkes sürekli ötelenirken, Ukrayna birilerinin savaş alanı olmaya devam ederken, kadınların kürtaj hakları dünyanın birçok yerinde tehdit altındayken sakin kalmak zor. Bilimkurgudan bahsettim, ama işler çoktan çığrından çıkmış durumda. Her ne kadar 2019’da Bernie Sanders’ın kampanyasına destek vermiş olsam da, politikanın fazlasıyla çürük ve beyhude bir meşgale olduğunu düşünüyorum. Ama son albümümün tektipleşmiş kültüre ters gitmesi sebebiyle politik olduğunu hissediyorum. Elbette politik müzik yapmanın birçok tuzağı var, içinde yaşadığımız zamana dair yapılmış şarkılar çoğu zaman o şarkıları yapan kişiye dair bir şey söylemiyor. Erken dönem Dylan albümlerini dinleyerek büyüdüm. Politik olduklarını hissediyordum, ama meselelere kenarından köşesinden dokunuyorlardı. İki-üç tanesi doğrudan politik olabilir, ama sanki Dylan bile onları tam olarak sahiplenmiyordu. Zaten Dylan hakkında kim ne biliyor ki?

1983’te Artforum’da yayınlanan bir makalenizde konser izleme deneyimini bu kadar coşkulu kılan şeyin sanatçının kendisini topluma karşı savunmasız hale getirirken üstlendiği risk olduğunu söylüyordunuz. Ama şimdi, kırk yıl sonra, herkes bir bakıma mütemadiyen performans sergilerken bu dinamik nasıl değişiyor?

İnsanlar kendilerini markalaştırmak ve markalarını büyütmek için kırılganlık unsurlarını kullanma konusunda daha bilgili ve becerikli hale geldiler. Örneğin Taylor Swift hakkında pek bir şey bilmiyorum ama, ilk baştaki çekiciliğinin yaklaşılabilir biri gibi görünmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Eski erkek arkadaşları, ayrılıkları ya da buna benzer şeyler hakkında şarkı sözleri yazarak kendi kırılganlığını kasıtlı bir şekilde kullanıyor. Ama hep birlikte ortak bir nedenden dolayı bir grup içinde olmanın, kendinize sahnede başkalarına açılma izni vermenin, neşe, eğlence ya da başka bir duyguya kapılmanın gücü değişmedi.

Çok çeşitli gruplarda çaldınız ve solo projeler gerçekleştirdiniz. Kendi başınıza çalışmanın işbirliği içinde çalışmanın sağlayamayacağı ne gibi faydaları var?

İşbirliği yaptığınızda ikinizin de tek başına yapamayacağı bir şeyi yapabilme konusunda güven hissedersiniz. Aynı şeye tek başınıza kalkıştığınızda kafanız karışır. Bill Nace ile Body/Head’de çalmayı seviyorum. Turneye çıktığım bir solo grubum da var. Ama artık birden fazla kişinin olduğu bir grupta olmak istemiyorum. Bir şeyler yaratma ve kaydetme açısından Bill ve ben aynı dalga boyundayız, onun dışında artık grup dinamiklerine dahil olmak istemiyorum. Bunu yeterince yaptım. Tek kişiyle işbirliği yapmak ya da tek tabanca takılmak gerçekten sadece müziğe odaklanmayı ve müzik yapmanın en saf biçiminde gerçekten özgür hissetmeyi sağlıyor.

Solo albümlerinizi yaparken kendinize dair ne öğrendiniz?

Çok fazla endişeli olduğumu ve kendimden şüphe ettiğimi. Hâlâ akorları ya da müziğe dair bazı temel şeyleri bilmiyorum. Bununla beraber, canlı performansa dair bir şeyleri çözdüğümün de farkındayım. O damar içimde bir yerlerde gömülü ve doğru zamanda harekete geçiyor. Sonic Youth dağılmadan bile belli bir yaşa geldiğimde bu işe devam etmek için çok yaşlı olacağımı düşünürdüm. Ama bu bir yaşam biçimi. Mezara kadar çalmaya devam eden blues ve caz müzisyenleri gibi.