EKONOMİ-POLİTİK

MUSTAFA KEMAL COŞKUN’LA SINIFIN DUYGULARI –İŞÇİLER, DUYGULARI VE SINIF MÜCADELESİ ÜZERİNE

Sophie’nin öfkesi, postanedeki kadın, aslanın sıçrayışı

Molada sigara tellendirirken duyulan neşe, işyerinde ve dışında aşağılanmaktan doğan hınç, utanç-öfke sarmalı, içeride biriken gözyaşları, sıkılmış yumruklarla boyun eğmek… İşçilerin Marx’ın tasvirleriyle örtüşen deneyim anlatımları… “Çifte bilinç”, korku-örgütlenme ilişkisi, öfkenin türleri… “Seremoni”nin Sophie’si, Jeanne’ı ve “Pehlivan”ın Bilâl’i…. İşçi sınıfının duygu dünyasını, duyguların nesnel ve öznel koşullarla bağını, bilinci etkileme-dönüştürme gücünü “Sınıfın Duyguları –İşçiler, Duygular ve Sınıf Mücadelesi” (Dipnot) kitabının yazarı Mustafa Kemal Coşkun’dan dinliyoruz.
Söyleşi: Anıl Olcan - Yücel Göktürk
Resimler: Djamel Tatah

Kitabınızdaki epigraflar harikulâde. Biz de bu söyleşiye bir epigraf koyacak olsak, 106. sayfanın dipnotunda Adelheid Popp’tan yaptığınız alıntıda geçen şu cümleler olurdu: “İşten atılacağımdan korktum ve boyun eğdim. Sıkılmış yumruklarla ve öfkeden kabaran bir yürekle boyun eğdim.” Bu sözler günümüz işçi sınıfının ruh halini özetliyor gibi. Ne dersiniz?

Mustafa Kemal Coşkun

Mustafa Kemal Coşkun: Haklısınız. Adelheid Popp sözünü ettiğiniz alıntıdaki cümleleri işçiliğe ilk başladığı zamanlarda yazıyor. Daha sonra kendisini muazzam bir sosyalist mücadelenin içinde buluyor. Popp’un sözünü ettiği korku bir bilinç biçimi. Öfkesinin, korkusunun nedenini biliyor. “Sıkılı yumruklarla” demesinin nedeni o. Korkusunun nedenini bilmesi devrimci mücadeleye girmesini de sağlıyor.

Richard Sennett’a atıfla belirttiğiniz “çifte bilinç”, yani “öfkeli seyirci” ile sorumluluğu üzerine alan “sorumlu özne” olmak arasında nasıl bir ilişki var?

İşçiler öfkeleniyor, ama bir yandan da seyrediyorlar. İşçi sınıfı bu iki durumun arasında. 2013’te yazdığım Sınıf, Kültür ve Bilinç: Türkiye’de İşçi Sınıfı Kültürü, Sınıf Bilinci ve Gündelik Hayat (Dipnot Yayınları) adlı kitapta, sokaktaki sıradan insanların sandığımızdan çok daha fazla şey bildiğini düşündüğümü belirtmiştim. İstisnasız bütün işçiler sömürüldüğünü bilir.

Bir çalışmam için Ankara’da TÜMTİS’e (Tüm Taşıma İşçileri Sendikası) bağlı işçilerle görüşmüştüm. O çalışmada Marx’ın on kavramını soru olarak yöneltmiştim işçilere. Mesela, “Artı değer veya sermaye deyince aklınıza ne geliyor?” diye sormuştum. Marx’ın tarif ettiği biçimiyle olmasa da işçiler artı değeri anlatıyordu. Çünkü deneyimlerinden öğreniyorlardı.

TÜMTİS işçilerinin çoğu milliyetçidir, ama mücadeleci işçiler olduklarını da hatırlatayım. AKP’ye oy veren işçileri cahillikle, bilinçsizlikle suçlayanlar var; gerçek hiç öyle değil. Tam tersine, işçiler sandığımızdan çok daha fazlasını biliyor. Ama bu durum kendiliğinden harekete geçmelerini sağlamıyor. Popp’un dediği gibi, öfkeyle izliyorlar olanı biteni. Öfkenin kaynağı somut durumlarını bilmeleri.

Kitabınızdaki işçilerin anlatımlarıyla Marx’tan yaptığınız alıntıların örtüşmesi çok çarpıcı. 130 işçinin deneyiminden yararlanmışsınız. Nasıl bir seçim yaptınız?

Kocaeli’de metal işçileri, Nevşehir’de turizm işçileri, Ankara’da AVM işçileriyle toplam 30 işçiyle görüşme yaptım. Bunun dışında, başka konular çerçevesinde işçilerle görüşen arkadaşlarımın verilerinden de yararlandım. Ancak, o arkadaşların görüşmelerini kendi çalıştığım konuya, yani duygular meselesine uygun olduğu müddetçe kullandım. Bir arkadaşım 27 AVM işçisiyle görüşmüştü, o görüşmelerin dokuz-on tanesinden faydalandım. Kitapta Uğur Şahin Umman’ın Çalışma Acısı (İletişim Yayınları, 2022) kitabı için 80 civarı çalışanla görüştüğü kayıtlardan da bahsediyorum. Sağolsun, Uğur görüşmelerinin kayıtlarını gönderdi, ama onları kullanmadım. Umman’ın görüşmelerinde pilot, hemşire ve doktorlar vardı, bazı maden işçileriyle de görüşmüştü. Gökhan Bulut’un doktora tezi için yaptığı bir-iki görüşmeyi de kullandım. İşçiler arasında sendikalı ya da sendikasız gibi bir ayrım yapmadım, hatta sektör ayrımına da gitmedim. Ücretli işçi olmanın konu açısından yeterli olacağını düşündüm. Sonuçta, mesele duygulardı ve işçilerin tamamı benzer duyguları deneyimliyordu.

ABD, İngiltere ve Fransa’da yapılan araştırmalardan da faydalanmışsınız.

Bir akademik çalışmada elde ettiğimiz sonuçları başka toplumlarda yapılmış benzer çalışmalarda elde edilen sonuçlarla karşılaştırmayı önemsiyorum. Farklılıklar ve benzerlikler neler, bunların nedeni ne olabilir? Bir toplumda olan biteni anlamak başka toplumlarda olan bitenle karşılaştırmakla mümkün. Diğer taraftan, bu tür bir karşılaştırma konuyla ilgili bazı evrensel sonuçlara ulaşmayı sağlar.

Örneğin, toplum yapısı açısından Latin Amerika bize çok benzer. Ama devletle ilişkileri, devlete bakışları bizden tamamen farklıdır. Neden? Bunu anlamanın en iyi yolu karşılaştırma yapmak. Tıpkı yeni bir dil öğrenmek gibi. Yeni bir dili öğrenmek anadilimizde daha iyi düşünmeyi sağlar. Dolayısıyla, başka toplumlarda yapılan çalışmalarla karşılaştırmamın nedeni kendi toplumumu daha iyi anlamak. Ama aynı zamanda bir evrensellik de kurabiliriz bu yolla. Çalışmamla ilgili olarak ABD’de, Fransa’da ve İngiltere’de yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlarla benim ulaştığım sonuçları karşılaştırdım. Örneğin hem Fransız hem Amerikalı işçilerle görüşen Michèle Lamont’un 2000’lerin başında yayınlanan kitabı The Dignity of Working Men çok önemli bir çalışma. ABD’de David Halle, Richard Sennett ve Jonathan Cobb, İngiltere’de Owen Jones benzer çalışmalara imza atmışlardı. Onlarla da karşılaştırmalar yaptım.

İşçi öfkeli. Ama bazen de yapabileceği bir şey yok, mecburen seyirci. Ne yapacağını ona gösteren, daha önemlisi kendisine güven veren örgütlere ihtiyacı var. Gerek sendika gerekse siyasal parti anlamında örgütlerden bahsediyorum.

Biraz önce oy verme davranışından bahsettiniz. “Çifte bilinç” oy tercihine nasıl yansıyor?

İşçiler çıkarları doğrultusunda oy veriyor. Mesela AKP’ye oy vermesinde çıkarı varsa, oraya oy vermesi çok normal değil mi? Muhalefet işçiler için “Yardım paketleri aldıkları için oylarını AKP’ye veriyorlar” diyor. Peki ne yapacak? İşçi “Ya başkası gelir ve bunu da vermezse” diye düşünüyor.

Ben Barış Bildirisi imzacısıyım, KHK’liyim. Üniversiteye yedi-sekiz ay önce iade edildim. Bizim fakültede bile birçok profesör üç kuruş ders ücreti almak için takla atıyor. Profesörler üç kuruş için takla atarken işçilere “kömür aldı” diye kızılıyor. Bu durum işçinin bilinçsiz olduğunu göstermez. Pierre Bourdieu “İnsanlar stratejik davranır” diyor. Durum tam da böyle.

Bir de şu var. Hegemonya dediğimiz şey üst sınıftan alt sınıfa doğru yayılır. Yani bir işçi, çalıştığı işyerinin sahibi diyelim AKP’liyse, o partiye oy verir, zira işyeri sahibi AKP iktidarından nemalanıyordur, nemalanmazsa işyeri kapanır ya da daha az kazanır… Ayrıca, işveren ücretlilik ilişkisi aracılığıyla kendi desteklediği partinin işçiler tarafından da desteklenmesini sağlayabilir. Hegemonya böyle bir şey sonuçta.

Dolayısıyla, mesele “çifte bilinç”te düğümleniyor…

Evet. İşçi öfkeli, ama bazen yapabileceği bir şey de yok, mecburen seyirci. Ne yapacağını ona gösteren, daha önemlisi kendisine güven veren örgütlere ihtiyacı var. Gerek sendika gerekse siyasal parti anlamında örgütlerden bahsediyorum. İşçiler bir örgüte güvendiyse sonuna kadar onun peşinden gider.

Kitabınız 2023’ün eylül ayında yayımlandı. Aradan geçen sürede dikkatinizi çeken bir olgu var mı?

Aradan geçen sürede işçi sınıfı içinde dikkatimi çeken yeni bir olguya rastlamadım. Ama kitapta öfke ve hınç bölümü biraz eksik. Özellikle öfke ve hınç meselesine yoğunlaşan, ama bu sefer orta sınıfları da işin içine kattığım bir kitap için çalışıyorum. İşçilerle görüşürken öfke ve hınç ile ilgili bölüm henüz aklımda yoktu. İşçilerdeki öfkenin Barrington Moore’un savunduğu “ahlâki öfke” kavramına denk düştüğünü düşünüyordum. Ama zamanla ahlâki öfkenin orta sınıflara özgü olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü ahlâki öfke ancak sistemle uyum içinde olan sınıflara özgü olabilir. Ama işçi sınıfı sistemle gerçekten uyum içinde değildir. Bu nedenle bütün işçiler sömürüldüğünü bilir diyorum zaten. Yazmayı planladığım kitapta işçi sınıfına atfettiğim sosyo-politik öfkenin sınıf bilinciyle ilişkisini tartışacağım. Bu tartışma kitapta biraz eksik, bu eksikliğin farkındayım.

Açıkçası, “İşçiler kime oy veriyor?” sorusuyla ilgilenmiyorum, bu soru önemsizdir diyemem. Ama kitapta bu soruyla ilgilenmiyorum. Zaten görüştüğüm işçilerin çoğu AKP’ye oy veriyordu. Sözünü ettiğim duygular AKP’ye oy veren işçilerin de duyguları. Politik düşüncesi ne olursa olsun, işçi olmaktan kaynaklanan ortaklaşa bir duygu çıkıyor ortaya. Örneğin, CHP’ye oy vermek işçi ve emekçilerin çıkarları açısından ne ifade ediyor ki? 31 Mart seçimlerinde CHP’nin birinci parti olmasını AKP’nin hegemonyasını kıran bir şey olarak düşünebiliriz, ama işçi ve emekçiler açısından doğrudan bir kazanım değil. Bu yüzden kitapta işçi olmaktan kaynaklanan duygular meselesine odaklandım. Böylece işçi sınıfının ortak duygularını fark ediyoruz.

Ortak duygular demişken, sosyal medyada sık paylaşılan bir kalıp var: “Her şey sınıfsal”. Siz de duyguların da sınıfsal olduğunu söylüyorsunuz –daha doğrusu duyguların sınıfsal bir temeli olduğunu öne sürüyorsunuz. Ama duygular meselesine, sorunlu bulduğunuz “duygusal emek” ve “duygulanımsal emek” kavramsallaştırmalarından ya da duygular sosyolojisi üzerinden değil, tarihselci ve makro sosyolojik açıdan bakmayı ve duyguları sınıf mücadelesi çerçevesinde ele almayı yeğlediğinizi söylüyorsunuz. Duygusal emek ve duygulanımsal emek nasıl tanımlanıyor ve sizce bu kavramsallaştırmalar neden sorunlu?

Duygular sosyolojisi yeni bir alan. Bu alanda akademide üç-beş isim öne çıkıyor. Onların da duygu meselesine fazla sosyal psikolojik açıdan baktıklarını görüyoruz. İkincisi, bu yazılar sınıf ayrımından bahsetmez, çoğunluğu Marksist bir perspektife sahip değildir. Örneğin, bu yazarların çoğu öfke duygusuna itiraz eder. Onlar için öfke kötü bir şeydir. Üçüncü bir sorun da duyguyu kolektif bir şey olarak düşünen az sayıda yazar olması. Duygu derken, bir sınıfa veya gruba ait olmaktan kaynaklanan duygulardan bahsediyorum. Duygular sosyolojisi alanında bu meseleler sosyo-psikolojik biçimde tartışıldığından sınıfsal ayrımlara pek değinilmez. Ancak, duyguları sınıf meselesine indirgemiyorum. Kitapta çok açık olmayabilir, ama kültür, duygu gibi konular elbette sınıfsal konumun yarattığı şeyler olmakla birlikte, o sınıf konumunda olmaktan kaynaklanan kültürel yapısı, ilişkileri içinde de anlaşılabilir. Sınıf denince akla ekonomik konum geliyor, ama mesele sadece ekonomiyle ilgili değil. Kültür ve duygu meselesine Marksist perspektiften bakan pek kimse yok. Duygu ve kültür alanı, daha liberal perspektiften bakan, Weberci diyebileceğim akademisyenlere bırakılıyor. Kitapta buna müdahale etmek istedim.

Duygusal emek Arlie Russel Hochschild’ın Yönetilen Kalpler (The Managed Heart, University of California Press, 2012) isimli kitabında tartıştığı bir kavram. Hochschild’ın anlattığı şey özetle şu: Bir kafeye gidersiniz. Garsonun o gün belki babası ölmüştür, ama müşterilere güleryüz göstermek zorundadır. Yani Hochschild duygunun metalaşmasından, alınıp satılabilir bir şeye dönüşmesinden bahsediyor. Bu kavrama itirazım yok, Hochschild haklı. Ama ben o alana bakmıyorum. Diğer kavram, duygulanımsal emek, Negri ve Hardt’ın kullandığı bir kavram. Onlar meta üretmeyen emeği “duygulanımsal emek” olarak tarif ediyor. Doğrusu bu kavramsallaştırmaya katılmıyorum.

Neden?

Negri ve Hardt anarşisttir, Marksist kavramlarla hareket etmezler. Bahsettikleri “duygulanımsal emek” aslında “üretken olmayan emek” demektir. İkincisi ve daha önemlisi, anarşistlerin sınıf kavramına bakışıyla Marksistlerin bakışı temelden farklıdır. Örneğin, birçoğu işçi olmayı bir kimlik olarak, yani Türk, Kürt, Sünni, Alevi olmak gibi görür. Ben böyle olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle Negri ve Hardt’ın ayrımını benimsemiyorum.

Bilinç ve duyguyu karşı karşıya koymuyorum, öyle anlaşılmasın. İkisi beraber işleyen şeyler. Tam anlamıyla bir sınıf bilincine sahip olmasalar bile, işçiler örgütlenebilir, başka bir toplum düzeni isteyebilir. Neden? İşçi olmanın kültürel ve duygusal karşılıkları nedeniyle.

İşçi sınıfının duygularına tarihselci ve makro-sosyolojik bir açıdan baktığınızı söylüyorsunuz; bunu açar mısınız?

Aslında kitap duygular meselesine yöntem olarak tarihselci bakmıyor. Türkiye’de 1800’lerin sonlarından itibaren işçilerle yapılan çalışmaları inceleyip, oradan duygularla ilgili verileri çıkarabilseydim, o zaman tarihselci bir yöntemim olurdu. Yani tarihsel bir analiz yapmıyorum. Ama tarihselci bakış sadece “Yüz yıl öncesinden başlayıp bugüne gel” demek değil. Tarihselcilik aynı zamanda materyalist bir perspektifle bakmak demek. Benim çalışmam sosyolojik, açıkçası daha makro-sosyolojik, ama aynı zamanda materyalist.

Biraz önce duygular sosyolojisine daha sosyo-psikolojik bir çerçeveden bakıldığını söylemiştim. Meseleye bu açıdan bakanlar çok fazla psikolojik tanımlamalar yapıyor. Sosyo-psikolojik tanımlarla meseleyi anlamaya çalışırken öfke ve hınç gibi duyguları da olumsuzluyorlar.

Makro-sosyolojik derken, sosyo-psikolojik olmayan, yani bir sınıfa ait olan ve dolayısıyla karşısında çıkarları kendisiyle çelişen başka bir sınıf olan işçi sınıfının duygularını çalıştım. Tek tek insanların duyguları değil benim merak ettiğim şey, bir sınıfa ait olmaktan kaynaklanan duygular, ki bu, kolektif bir duygu olarak okunabilir. Tabii bu durumda o duygunun nedeni, daha doğrusu somut durumun kendisi de önem kazanıyor. Zira, nedenine bakmadan sadece duyguya bakmak anlamsız. Örneğin, bütün insanlar farklı farklı nedenlerle korku duygusunu deneyimleyebilir, ama işten atılma korkusu olsa olsa ücretli çalışan bir insanda ortaya çıkar.

Kitabın giriş bölümünde, 2022’nin ilk aylarındaki işçi eylemlerinin sadece düşük ücretler ve uzun çalışma sürelerine itiraz değil, aynı zamanda aşağılanmaya, yoksullaştırılmaya ve insandışılaştırılmaya karşı bir “onur talebi” olduğunu söylüyorsunuz. Sonuç bölümünde, sendikacılık tarihine vakıf olduğunu vurgulayan Metin Özuğurlu’nun 2013’teki bir söyleşisindeki şu sözlerini aktarıyorsunuz: “Bugüne kadar onurumu korumak için sendikalaşıyorum dendiğine rastlamadım. Ama son beş yıldır bundan başka bir sendikalaşma gerekçesi duyulmaz oldu.” 2008’den bu yana işçi sınıfında onur talebinin bu denli öne çıkmasını neye bağlıyorsunuz?

Genelde sendikaları ekonomik haklar için mücadele veren örgütler olarak anlarız. İşçiyi de bu anlayış üzerinden tanımlarız. İşçinin sınıfına, yani nesnel konumuna bakılır, “Emek gücünü kiralayıp karşılığında ücret alıyorsa, işçidir” denir. Sendikaları da emek sömürüsüne karşı ücret talep eden ekonomik örgütler olarak tanımlarız. Bu tanımlar doğrudur, ama bir şeyi gözden kaçırıyoruz: İşçi olmak demek sadece düşük ücret almak demek değil ki. İşçi olmak, işçi sınıfından olmayan biriyle karşılaştığında kendisine selam verilmemesi demek aynı zamanda. Yani işçi olmanın bir kültürel karşılığı da var toplumsal yaşamda ve benim anlamak istediğim de tam olarak bu.

Kitabınızda Hasan Hüseyin Korkmazgil’den alıntıladığınız dizeler geliyor akla. “Kolay gelsin dememişsen taş kıran işçilere / Günaydınsız bırakmışsan bahçe bezeyenleri…

Tabii. Hasan Hüseyin “Kolay gelsin dememişsen taş kıran işçilere” diyerek yıllar öncesinden bu duruma işaret ediyor. Geçenlerde bir markette, ekmek reyonunda çalışan kadına “Günaydın, nasılsınız? dedim. “Uzun zamandır kimse bana nasılsın diye sormamıştı” diye karşılık verdi. Hal hatır sormam çok hoşuna gitti. Ekmeği verirken bir de kurabiye ikram etti. O işçinin kurduğu cümleye tekrar bakalım: “Uzun zamandır kimse bana nasılsın diye sormamıştı.” Aldığı ücretle ilgili bir şey konuşmuyoruz. İşçi olmanın kültürel, dolayısıyla duygusal anlamları var. Mesele sadece düşük ücret değil. Dolayısıyla, aşağılanmadan kaynaklı onur meselesi 15-20 yıldır örgütlenmenin içinde bir rol oynuyor olabilir.

İşçileri hem Gramsci’nin hem de Michael Mann’ın sınıf bilinci teorileriyle düşünüyoruz. Birinci aşama, işçi “Ben işçi sınıfına aitim” diyecek. İkinci aşama, kendisine karşıt sınıfı belirleyecek. Üçüncü aşama, karşıt sınıfla çıkarlarının farklı olduğunu kavrayacak. Dördüncü aşama, yeni bir toplum düzeni hayal edecek. Bunu beklersek hapı yuttuk. Dünyanın hiçbir yerinde böyle kademeli bir kavrayışla gelişen bir sınıf bilinci yok. Bilinç ve duyguyu karşı karşıya koymuyorum, öyle anlaşılmasın. İkisi beraber işleyen şeyler. Tam anlamıyla bir sınıf bilincine sahip olmasalar bile, işçiler örgütlenebilir, başka bir toplum düzeni isteyebilir. Neden? Biraz önce bahsettiğim, işçi olmanın kültürel ve duygusal karşılıkları nedeniyle.

Kitabınızın “Sınıflar ve Duygular” başlıklı birinci bölümünde üç “sayıltı”dan hareket ettiğinizi söylüyorsunuz. Varsayım yerine sayıltı demeyi tercih etmeniz niye?

Bilimsel olarak varsayım dediğimiz şey hipotezden farklı. Genelde varsayım hipotez olarak anlaşılıyor, öyle çevriliyor. Varsayım zaten baştan doğru olduğu kabul edilen, ispata gerek olmayan demek.

Birinci sayıltı, “Kimin hangi olay karşısında nasıl bir duyguya kapılacağını belirleyen sınıf konumudur.” Sınıf konumundan ne anlamalıyız?

Sınıf konumu denince tamamen nesnel bir durum vurgulanır; “İnsanın sınıf konumu nesneldir, öznel algılarıyla ilgili bir şey değildir”i kastediyorum. Emek gücünüzü ücret karşılığında kiralıyorsanız işçisinizdir, işçi sınıfına aitsinizdir. Orta sınıf ya da burjuvayım diye düşünebilirsiniz, ama işçisinizdir. Sınıf konumu derken bir sınıfa ait olmaktan kaynaklı deneyimlerden söz ediyorum. Dolayısıyla, deneyimler öznel olabilir. Ama deneyimlerin kaynağı nesneldir. Covid-19 pandemisinde yaşadıklarımız gibi.

Nasıl?

Bütün sınıfların etkilendiği bir pandemi yaşanırken, hastalanmaktan herkes korkarken, ne zaman ve nasıl korkulacağını belirleyen şey, insanın sınıfsal konumu, dolayısıyla deneyimidir. Salgın sırasında, Hacı Sabancı Instagram’dan “Sakin ol champ…” diyerek deniz kenarındaki evinden fotoğraf paylaşmıştı. Hacı Sabancı da hastalığa yakalanmaktan korkuyor, ama her gün işe gitmek zorunda olan işçilerdeki gibi bir korku değil onunki. 

Kocaeli nüfus bakımından Türkiye’nin 11. ili; pandemide Covid-19 kaynaklı ölümlerdeyse Türkiye genelinde ikinci ya da üçüncü sırada, çünkü bir işçi şehri. Bu bile işçilerin Covid’den neden farklı bir biçimde korktuğunu gösterir.

O dönemde “Hayat eve sığar-sığmaz” tartışmaları da olmuştu.

Ev var, “ev” var. Hacı Sabancı’nınki de ev. Ama 2+1 evde sekiz kişi yaşayan insanlar var. O evden bir kişi dışarı çıksa, evdeki yedi kişiye hastalık bulaştıracak, çünkü izolasyon şansı yok. Ayrıca, o evden birileri mutlaka dışarı çıkmak zorunda, çünkü işçiler ve çalışmak zorundalar.

Artık yerleşen bir uygulama olarak, bayram tatilinde toplu taşıma ücretsizdi. Haliyle, İstanbul’un çeperlerinden merkeze bir akın oldu. Merkez semtlerde oturanlar çeperlerden gelen kalabalıktan şikâyetlerini “tatillerde toplu taşıma ücretsiz olmasın”a kadar vardırdı.

Bu orta-üst sınıfların endişesi. Yıllar öncesinin “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremedi” manşeti geliyor aklıma. Ama bayramdaki kalabalıklarda daha sınıfsal bir mesele var. İstanbul’un Kadıköy, Beşiktaş gibi merkezlerinde oturanlar çeperlerde oturan alt sınıfların merkez ilçelere gelmelerinden rahatsız oluyor. Çünkü işçiler merkez ilçelere geldiklerinde tavır, davranış ve eda değişiyor.

İstanbul Planlama Ajansı’nın yaptığı araştırmaya göre, bayram tatillerinde il dışına çıkabilen yüzde 70’lik kesimin yüzde 20’si ekonomik sebeplerden ötürü tatile çıkamamış. Orta sınıf mevcut ekonomik şartlarda, kendisini ayırmaya çalıştığı sınıfla daha fazla yüzleşmeye başlıyor bayram tatillerinde.

Orta sınıfın her an aşağı düşebilen veya yukarı çıkabilen bir konumu var. Marx bu yüzden orta sınıfa “kaypak” der. Kentsel mekân sınıfların birbiriyle karşılaşmayacağı şekilde kurulur. Orta sınıflar bayram gibi günlerde “pat” diye işçilerle karşılaşma yaşıyor. Özellikle orta sınıflar bu karşılaşmadan rahatsız olur, alt sınıflar rahatsız olmaz. İstanbul’da yaşayan, ama hayatında ilk defa bayramda denizi gören çocuğu düşünelim. Onun duygularını anlamaya çalışalım. O yoksul çocuk televizyonda denize giren insanları görmüyor mu? O karşılaşmalarda hor görülme açığa çıkıyor, bir taraftan da aşağılanıyorlar.

Necmi Erdoğan BirGün’deki bir yazısında, bir kapıcının kızıyla o apartmanda oturan orta sınıf bir kızın karşılaşmasını yazmıştı. Kapıcının kızı saçını orta sınıf komşusu gibi kestirmiş. O kız kapıcının kızını “Sen saçını neden benim gibi kestiriyorsun?” diyerek merdivenden itmiş. Düşünün, bunlar daha çocuk!

Bazı durumlarda da tam tersi olmuyor mu? Mesela, sosyal medyaya piyano çalan inşaat işçilerinin videoları düşüyor. Bu videolar epey övülüyor, paylaşılıyor. Bu övgünün altında da sınıfsal bir tutum yok mu?

Bir işçinin piyano çalması beklenmedik bir durum. İşçi piyano çalmayı nasıl öğrenebilir ki? “Piyano çalan işçi” tekil bir örnek olduğu için paylaşılıyor zaten. Bu tıpkı “Çobanlık yaparken sınav birincisi oldu” haberlerine benziyor. Sınavda birinci olan yoksul köylü çocuğu herkes alkışlıyor. Çobanlık yapan çocukların geneli sınavlarda iyi derece alabilseler şaşıracak bir durum olmaz. Ama bu toplumsal olarak mümkün değil. Bu haber yoksul çocuklar arasındaki yüzde 99’u değil, yüzde 1’i gösteriyor. Geri kalanı bir başarı öyküsü değil. Sistem başarı örneklerini öne çıkarır. Bu durumu arabesk filmlerde köyden gelen sesi güzel çobanın şehirde keşfedilmesi hikâyesine benzetiyorum. Sesi güzel çoban şehre geldiğinde birdenbire star olur. Başarı hikâyeleri diğerlerini, yani yoksulları aşağılamak için öne çıkarılır, işçi olmak, başarısız olmak sanki bireysel bir kabahatmiş gibi algılansın diye yapılır. “Bak gördün mü, adam işçi, ama piyano çalıyor, sen hiçbir şey yapamıyorsun” denmesi içindir.

Pehlivan yüzde 99’un hikâyesini anlatıyor. Zeki Ökten’in yerine, Pehlivan’ı Ferdi Tayfur yönetseydi ne olurdu? Bilâl başpehlivan olurdu. Öyle olsaydı, orta sınıflar Bilâl’i alkışlardı. Ama Bilâl’in hikâyesi alkışlanacak bir hikâye değil.

Pehlivan, Yönetmen: Zeki Ökten, 1984

Bu bağlamda, Zeki Ökten’in yönettiği, başrolünü Tarık Akan’ın oynadığı Pehlivan geliyor akla.

Tabii. Filmin kahramanı Bilâl köyünde güreşen yoksul bir adamdır. Güreşi kazanırsa koyun veya üç kuruş para kazanacaktır. Bütün hayali Kırkpınar’a katılmaktır. Kırkpınar’a katılmak için girdiği müsabakaların üçüncüsünde kaybeder. Film de orada biter. Pehlivan bize yüzde 99’un hikâyesini anlatıyor. Zeki Ökten’in yerine, Pehlivan’ı Ferdi Tayfur yönetseydi ne olurdu? Bilâl başpehlivan olurdu. Öyle olsaydı, orta sınıflar Bilâl’i alkışlardı. Ama Bilâl’in hikâyesi, yüzde 99’un hikâyesi alkışlanacak bir hikâye değil.  

Duygulara dönelim; işçilerin işleriyle ilişkilerinde hangi duygular öne çıkıyor?

Hangi işçiye sorarsan sor, “İşimi seviyorum ve iyi yapıyorum. Amirlerim beni takdir eder, dürüstüm” diyor. “Hayatta başarılı olduğunu düşünüyor musun?” diye sorduğunda ise “Hayır, anca bir işçi oldum” diyor. İşçiler çoğu zaman başarısızlığının nedenini kendisinde görüyor. İşçiler işlerini sever, ama “Bir an önce iş bitse de evime gitsem” diye düşünür. Yabancılaşma tam da böyle bir şey değil mi? İnsan yaptığı üretimden mutlu olması gerekirken mutsuzdur. Ofis çalışanı bir kadın, yaptığım görüşmede şöyle demişti. “İşten çıktım mı montumu bile giymiyorum dolmuşa kadar. Nefes alamıyorum, nefesim, ciğerlerim ofis koktu diyorum. Bazen öyle oluyor ki, o soğukta donuyorum. Montumu giymiyorum. Dolmuşa yakın montumu giyiyorum. Eve gidiyorum diye seviniyorum.” Yabancılaşmaya çarpıcı bir örnek bu.

İşçi olmak, alt sınıfa ait olmak bir suçmuş gibi görülüyorsa, suçu üzerine almak işçilerin en fazla yaptığı şeylerden biri. Ama bu suçu üstüne almayı telafi eden eğilimler de var. “İşçiyim, ama dürüstüm. İşimi çok iyi yaparım, kaytarmam” derken bu eğilim kendisini gösterir. Veya zenginlerle ilgili konuşurken, “Zenginlik çalışarak olmaz, çalmadan zengin olunmaz” der işçi. İşçi “çalmak” fiilini bir metafor olarak kullanmaz. İşçinin emeğini sömürmek bir nevi çalmaktır, ama işçi bu anlamda kullanmaz. Patronun doğrudan para çaldığını ima eder.

Görüştüğünüz işçilerden biri, “Patron sigortamızı yatırmaz” diyor.

Evet. Sigortayı yatırmaz veya düşük ücret verir. İşçilerin ekseriyeti patronu için “Bir şekilde çalıyordur” diye düşünür. İşçi “Ben böyle yapmam. Dürüst insanım. Çocuklarıma erdemli ve dürüst olmayı öğretiyorum” der.

İşçi örgütlendiği zaman işten atılmayacağını bilse neden örgütlenmesin ki? Korkuyu yenmenin yolu örgütlenmek olabilir. “İşçi korktuğu için katılmıyor, gelmiyor” deniyor. Hayır, işçi korktuğu zaman da örgütlenebilir.

İkinci sayıltıya geçelim. Bir duygunun başka duyguların ortaya çıkmasına neden olabileceğini, örneğin korkunun öfke veya hınca yol açabileceğini, herhangi bir duygunun insanı pasifleştirebileceği gibi aktifleştirip harekete geçirebileceğini anlatıyorsunuz. Bu bölümün başındaki epigrafta Marx’tan “Utanç kendi içine dönmüş öfkedir” alıntısını kullanıyorsunuz. Sartre Marx’ın bu sözünden hareketle, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözde, “Utanç devrimci bir duygudur” diyor. Siz utancın öfkeye dönüşebileceğini söylüyorsunuz. Kitabın altıncı bölümünde, Thomas Scheff’in “Gizlenen utanç öfkeye, öfke daha fazla utanca, utanç daha fazla öfkeye neden olur. Bu döngü böyle devam eder” sözünü alıntılıyorsunuz…

Scheff’i eleştiriyorum ama…

Evet. Claude Chabrol’ün Seremoni (La Cérémonie) filmine atıfla, Sophie’nin (Sandrine Bonnaire) öfkesinin Scheff’in söylediği türden bir döngüye değil, devrimci bir kırılma ânına işaret ettiğini vurguluyorsunuz.

Bir duygu insanda başka bir duyguya neden olabilir. Korku öfkeye, utanç hınca dönüşebilir. Kitapta tartıştığım konuya uygun olmadığı için “Birincil duygular ve ikincil duygular vardır. Kızgınlık ikincil bir duyguysa kızgınlıktan sonra ortaya çıkan utanç birincil duygudur” diye özetleyeceğim bir şeyi tartışmıyorum. Önemli olan ve itiraz ettiğim şey şu: Belirli bir duygunun insanı belirli bir biçimde davranmaya iteceği ön kabulü. Diyalektik diye bir şey var. Bir duygu bir insanın beklenenin tam tersi biçimlerde davranmasına da neden olabilir. Korku insanı pasifleştirebilir de aktifleştirebilir de. Thomas Scheff utanç ve öfke sarmalından, yani “İnsan utanç duyuyorsa öfkelenir, öfkelendikçe daha fazla utanç duyar” diye özetlenebilecek bir sarmaldan bahsediyor. Oysa insan öfkelendiğinde, Sophie’nin durumunda olduğu gibi, pekâlâ utanç dışında başka bir yere de varabiliyor.

Sophie Lelièvre ailesinin evinde işçidir. Evin sahibesi (Jacqueline Bisset) Sophie’ye haftada bir-iki kez alışveriş listesi verir. Sophie bu listeyi başkalarına okutur, çünkü okuma yazma bilmez. Okuma yazma bilmemek Sophie’de müthiş bir utanç doğurur. Hatta Sophie eve ilk geldiğinde evin sahibesi evi gezdirir, Sophie kütüphaneye girmez. Sophie filmin sonunda Lelièvre ailesinin dört üyesini öldürürken bir el de kütüphaneye ateş eder. Çok güzel bir sahnedir o. Utanç öfkeye, öfke de devrimci bir kırılma ânına dönüşebilir. Dolayısıyla, korku ve utanç gibi duygular her zaman insanı pasifleştirmez.

İşçilerde işten atılma yaygın bir korkudur. İşten atılma korkusu çok normaldir. Ama işten atılma korkusunun işçileri pasifleştirdiği düşünülüyor. Hayır, eğer korkusunun nedenini kavrayabilirse işten atılma korkusu işçiyi aktifleştirebilir de. İşçilerin memurlar gibi iş güvencesi yoktur. İşçinin güvencesi nedir? Kıdem tazminatıdır, sendikasıdır, örgütlülüğüdür. İşçi örgütlendiği zaman işten atılmayacağını bilse neden örgütlenmesin ki? Korkuyu yenmenin yolu örgütlenmek olabilir, en azından bunu anlatabiliriz. Ama “İşçi korktuğu için sendikaya katılmıyor” deniyor. Hayır, işçi korktuğu zaman da örgütlenebilir.

Seremoni (Le Cérémonie), Yönetmen: Claude Chabrol, 1995

Sendikalaştıkları için Agrobay serasından atılan kadın işçiler “Keşke Bergama’daki diğer işçiler bize destek verebilseler” diyordu. Havzadaki diğer işçilerin Agrobay işçilerine destek verememesinin nedeni korku olabilir mi?

Eylem zamanlarında böyle duygular yükselir. Agrobay işçileri de eylemde oldukları için “Neden diğer işçiler desteğe gelmiyor” diye düşünebilir. Tekel işçilerinde de böyleydi. Ankara’da, Sakarya Caddesi’nde Tekel işçileri direniş çadırları kurmuştu. O caddede Şeker-İş Sendikası’nın binası vardı. Oradan bir kişi bile eyleme destek vermemişti. Direnişteki Tekel işçileri de Şeker-İş’in yanlarına gelmemesinden yakınırdı. Muhtemelen başka yerler özelleştirilirken Tekel işçileri de eylemlere gitmiyordu. Daha sonra şeker fabrikaları teker teker özelleştirilmeye başladı. Sistemin işleyişi gereği, görünür olan şeylerin görünmemesini sağlayacak bir peçe serilir. Ekonomik krizde veya işçilerin direnişte olduğu zamanlarda o peçe ortadan kalkıyor. Görünenlerin altındaki görünmeyenler su yüzüne çıkıyor.

İşçiler becerir veya beceremez, ama her zaman akıllarında dayanışma düşüncesi vardır. Sağcı da olsa solcu da olsa bütün işçiler sömürüldüğünü biliyor. Raymond Williams “İşçiler yaşadıkları deneyimlerden dolayı dayanışmacı düşünceyi geliştirmeye daha çok yatkındır” diyor. Bunun bir nedeni var. Çünkü işçiler aynı mahallelerde yaşıyor, işyerinde aynı hakaretlere maruz kalıyor, benzer ücretlere çalışıyor, birbirlerinin yaşam koşullarını biliyorlar. İşçilerdeki dayanışma bilinci bu yakınlıktan neşet ediyor. Burjuva sınıfı birbirini fabrikada deneyimlemez, fiziki yakınlık gibi bir dertleri yoktur. Williams “Burjuva sınıfında daha bireyci düşünce hakimdir” diyor. Çünkü onların ortak deneyimleri ve yaşam pratikleri tamamen farklı.

Duygular ve bilinç arasında bir karşıtlık ilişkisi yok. Ama birbirinden farklı özellikleri var. Korku, utanç gibi duygular sınıf bilincini geliştiren bir unsur da olabiliyor. Çünkü ancak insan neden korktuğunu bilirse, neden utandığını anlamlandırabilirse bilinçli bir düşünce geliştirebiliyor. Birbirini destekleyen bir şeyden bahsediyorum,

Üçüncü sayıltıya geçelim: “İşçi sınıfının deneyiminden kaynaklanan bazı duyguların döneme ve koşullara bağlı olarak dönüşebileceğini” söylüyorsunuz. Örneğin, “İşçi sınıfında korku ve utanç rutin değildir” diyorsunuz. İşçilerin duygu durumu açısından sosyal devlet dönemi ve neoliberal dönem nasıl bir fark yaratıyor?

Refah devleti dönemi kapitalizm açısından bir parantez, 1945-75 arasındaki kısa bir dönem. Eric Hobsbawm’a göre, kapitalizmin tarihi 250 yıl ise refah devleti dönemi 30 yıl sürmüştür –ki bu dönem de dünyanın her yerinde aynı değildi. Mesela Türkiye’de, Fransa’da, ABD’de farklı refah devleti deneyimleri yaşandı. Sonuçta, refah devleti döneminde işçiler görece yüksek ücret alıyordu, sendikaları vardı, örgütlüydüler. Örgütlü oldukları için daha az işten atılma korkusu yaşıyorlardı. Hayat şartları daha iyiydi. Mesela, 1980 öncesi Zonguldak’ta, Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) madenlerinde aşağı yukarı 50 bin maden işçisi çalışıyordu. Bu işçilerin lojmanları vardı. O lojmanlarda ilkokul, ortaokul ve lise vardı. Tiyatro salonları, tenis kortları bile bulunuyordu o yerleşkelerde. Ayrıca, işçiler sendikalıydı. Lokallerde her akşam sendika toplantıları oluyordu. Böyle bir işçi işten atılmaktan korkar mı? Korksa bile bugünkü neoliberal dönemde yaşadığı korku gibi olmasa gerek.

Nazilli Basma Fabrikası’nda, çeşitli şeker fabrikalarında ve başka KİT’lerde çalışan işçiler de bahsettiğiniz koşullara sahipti. İşten atılmaları zor, dolayısıyla işten atılma korkusu azdı. Şimdilerde kaldırılmaya çalışılan kıdem tazminatı da önemli etken tabii.

Neoliberal dönemde işçinin güvencesi sayılan ne varsa ortadan kaldırılıyor. Tam tersini düşünelim; örgütlenme artsa, daha fazla sendikal örgütlülük olsa, daha fazla mücadele olsa, işten atılmaları engelleyebilen sendikalar olsa, işçi daha az korku hissetmez mi? Üçüncü sayıltının dayanağı bu. Yani “İşçiler işçi olmaktan her zaman utanç duyar” diye bir şey yok. Richard Sennett’ın çalışmalarında böyle bir gerçeklik olmadığını görüyoruz. Tam tersine, işçiler işçi olmaktan gurur duyuyor, çünkü “Ben üretiyorum, katma değer yaratıyorum” diye düşünüyor, beyaz yakalı çalışanların bir katma değer yaratmadığını düşünüyorlar. Sennett’ın Sınıfın Gizli Yaraları (Heretik Yayıncılık, 2017) kitabında bir işçi “Bankacı ne yapıyor ki, kâğıtlarla oynuyor” diyor. Amerikalı gazeteci Barbara Eichenberg’in babası işçidir. Eichenberg “Babam doktor unvanını ‘şarlatan’ ön eki olmadan kullanmazdı. Onun için akademisyenlerin hepsi sahtekârdı” diyor. Sahtekâr akademisyenler, şarlatan doktorlar… (gülüyor) Bu yakıştırmalar işçi olmaktan duyulan gururu ve orta sınıfa tepkiyi gösteriyor.

Maalesef Türkiyeli işçilerde böyle bir dil yok. Türkiye’deki işçi sınıfı mücadelesi İngiltere’den 100-150 yıl sonra başlıyor. Dolayısıyla, o dil bizde henüz gelişmedi. Geçenlerde çağrı merkezi çalışanlarıyla yapılmış bazı mülâkatlar okudum. Bir baba çağrı merkezinde çalışan kızını telefonla arıyor. Kızı “Baba çok yorgunum, sonra konuşalım” diyor. Babası da “Ne iş yaptın ki kızım, akşama kadar oturduğun yerde konuşuyorsun” diyor. Yani babasına göre kızının işi rahat. İşçilere “Ne iş yapmak isterdin?” diye sorduğumda, “Masa başı iş” derler genellikle. Amerikalı işçilerin tersine, Türkiyeli işçiler bankacı olmaktan memnun da olabilirler.

Kitabınızda tartışmaya açtığınız kritik bir ilişki var. Sınıfın duyguları ile sınıf bilinci arasında, sınıf mücadelesi bağlamında nasıl bir ilişki kurulabilir? Kitabınızdaki temel tartışma da bu, değil mi?

Aslında duygular ve bilinç arasında bir karşıtlık ilişkisi yok. Ama birbirinden farklı özellikleri var. İkincisi, korku, utanç gibi duygular sınıf bilincini geliştiren bir unsur da olabiliyor. Çünkü ancak insan neden korktuğunu bilirse, neden utandığını anlamlandırabilirse bilinçli bir düşünce geliştirebiliyor. Birbirini destekleyen bir şeyden bahsediyorum, ama birbirleriyle tamamen aynı şeyler de değil bunlar. Bilinçli davranmakla bir duyguyla davranmak farklıdır. Bilinç devrede olduğunda insan daha stratejik, çıkarlarına daha uygun davranıyor. Hemen itiraz etmeyip pasifleşebiliyor –bilinçli bir şekilde “pasifleşmek”ten bahsediyorum. Bu yüzden duygu ve bilincin bizi ittiği davranışlar farklı olabiliyor.

Marx’ın şu sözünü düşünelim: “Utançla devrim olmaz, ama utanç başlı başına devrimdir… Eğer bir ulus utandıysa bu aslanın sıçramak için geri çekilmesine benzer.” Aslan sıçramıyor, ama sıçramak için geri çekiliyor. Sıçramasını sağlayacak bir şey lâzım. O şey utanç değil. Utanç işçinin yumruklarını sıkmasını sağlıyor, ama harekete geçmek için başka bir şey de lâzım.

Adelheid Popp’un dediği gibi, sıkılmış yumruklarla ve öfkeden kabaran bir yürekle boyun eğiliyor. Duygular iç içe…

Evet. İşçi “Öfkeliyim, yumruklarım sıkılı, ama korkuyorum” diyor. Ve 1 Mayıs’a katılmıyor. Çünkü işten atılmaktan korkuyor. “İşten atılırsam nasıl geçinirim?diye düşünüyor. Pierre Bourdieu’nün bahsettiği stratejik davranış budur. Fuat Filizler kitabı eleştirdiği yazısında, benim iki durumu karşıtmış gibi kurduğumu söylüyor. Ama ben böyle bir karşıtlık kurmuyorum. Söylediğim şey, Williams’dan yola çıkarak, hissedilen biçimiyle düşünce ve düşünce olarak duygu. Düşünceye karşı duygu değil, hem düşünce olarak duygu hem de hissedilen biçimde düşünme. Böyle düşünmek lâzım. Bu, bilinçle duyguyu birlikte düşünmemizi sağlıyor. Ama ikisinin de özerk yanlarını akılda tutmamız gerekiyor. Bu ikisi, yani duygu ve düşünce, pratik bilinci oluşturur. Nitekim, nesnel yapılar, adı üzerinde, somuttur ve tam da bu nedenle bireylerin gündelik yaşamında yaşanır ve hissedilir.

Öfke-utanç sarmalına dönelim; Seremoni’de, Sophie’nin hikâyesinde o sarmalı kıran şey ne?

O şey sendikadır, sosyalist partidir. İşçiyi örgütleyecek her kimse odur. Seremoni filminde Sophie’yi Lelièvre ailesini öldürmeye yönelten bir kadın vardır, postanede çalışan işçi kadın Jeanne (Isabelle Huppert). Aslında Jeanne öncü partidir (gülüyor)… Jeanne Sophie’yi örgütlüyor. Başlarda, Sophie’de Lelièvre ailesini ortadan kaldırma fikri yok. Daha sonra aileyi beraber öldürüyorlar. Fakat kütüphaneye ateş eden Sophie.

Marx’ın şu sözünü düşünelim: “Utançla devrim olmaz, ama utanç başlı başına devrimdir… Eğer bir ulus utandıysa bu aslanın sıçramak için geri çekilmesine benzer.” Aslan sıçramıyor, ama sıçramak için geri çekiliyor. Sıçramasını sağlayacak bir şey lâzım. O şey utanç değil. Popp’un sözünü aklımıza getirirsek, utanç işçinin yumruklarını sıkmasını sağlıyor, ama harekete geçmek için başka bir şey de lâzım.

Lâzım olan “postanedeki kadın”ın, Jeanne’ın simgelediği “katalizör” mü?

Evet. Parti, sendika, örgüt… Lenin’in Ne Yapmalı?’da anlattığı öncü parti veya Lukács’ın anlattığı partizan. Gramsci’nin gözüyle bakarsak, belki de işçi sınıfının organik aydınları.

Öncü parti teorisi günümüz dünyasında geçerli mi sizce?

Bence hâlâ geçerli. Açıkçası, daha iyi bir yol bilmiyorum. 1830’larda Fransa’da işçiler tarafından kurulan, işçiler tarafından geliştirilip büyütülen Horlananlar Derneği örneğini düşünelim. Horlananlar Derneği bir süre sonra Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) dönüşüyor. Yani FKP bizzat işçilerin kurduğu bir parti. İngiltere ve ABD’deki komünist partilerin kuruluşlarında da işçiler var. Bu partilerin sendikalarla organik ilişkileri var. Türkiye’de böyle bir şey olmuyor. Türkiye’de işçilere ulaşma konusunda bir problem var.

TİP örneğini nasıl yorumluyorsunuz? 1960’ların başında, sendikacıların ve sosyalist aydınların öncülüğünde kuruldu, kısa sürede ülke sathında örgütlendi, 1965 seçimlerinde –seçim sisteminin de etkiyle– çok önemli bir başarı elde etti. 

Elbette, ama o dönemi düşünün. 1961 Saraçhane mitinginden sonra, hem İstanbul’da hem de Türkiye’nin birçok kentinde işçi eylemleri oldu, büyük grevler yapıldı. 10 yıla yayılan bu eylemler daha sonra 15-16 Haziran’da en uç noktasına ulaştı. Dolayısıyla, bana kalırsa TİP’in örgütlenmesinin ve güç kazanmasının arkasında bu işçi mücadeleleri yatıyor.

Örgütlenme bahsinde Marx’ın “Eğitimcileri kim eğitecek?” sorusu da önemli. Bilinci kim taşıyacak? Dahası, “bilinç taşımak” doğru bir ifade mi?

Ya da ne tür bir bilinç taşıyacak işçiye? Mesela, partinin örgütlü bir bilinci olur. Parti hep beraber bir araya getirdiğimiz bir bilince sahiptir, kolektif bir bilinçtir bu. Kişilerin bilincinden bahsetmiyoruz. Belki de partinin genel olarak anlayışını tartışmak gerekir.

Diğer taraftan, bilinç taşımak demek “Dur bak sana doğrusunu öğreteyim” demek gibi bir şey değil. İnsanlar pratik içinde öğrenir, karşımıza alıp ders anlatır gibi anlatmakla değil. Dolayısıyla, bilinç taşımak doğrudan işçilerin arasında, onlarla birlikte mücadeleye katılmakla olur.

Bilinç meselesi üzerinden yeniden duygulara dönelim. Marx’ın deyişiyle, insanların bilincini belirleyen sosyal varoluşları. Fakat işçi sınıfının varoluşunun temel karakteristiklerinden biri yabancılaşma. Ve yabancılaşma sınıf bilincinin oluşması açısından önemli bir engel. Kitabınızın üçüncü bölümünün başında, Marx ve Engels’den yaptığınız alıntıyla[1], yabancılaşmanın proletaryada yarattığı öfkeyi vurguluyorsunuz. Ayrıca, birinci bölümün sonunda, öfke ve hıncın örgütlenmesinin güçlü bir sınıf hareketinin gelişmesinin yollarından biri olduğunu söylüyorsunuz. Dolayısıyla, yabancılaşmanın sınıf bilincine engel olması, ama bir yandan yabancılaşmanın öfkeye yol açması, öfkenin ise örgütlendiği takdirde sınıf mücadelesinde bir kaldıraç olması söz konusu, değil mi?

İtalyan yazar Adrian Scribano “Marx duygulara en fazla değinenlerdendir” diyor. Marx’ın bir duygu teorisi yoktur, ama yabancılaşma kavramı başlı başına duygularla ilgilidir. Marx sistemin çarkına giren insanın dört türlü yabancılaşmasından bahseder. İnsanın hem kendisine hem üretimine ve ürününe hem birlikte üretim yaptığı işçilere hem de diğer insanlara yabancılaşması bir duygudur. Ama bu duyguların nedeninin mevcut üretim ilişkilerinde ortaya çıkan bir şey olduğunun anlaşılmaya başlanmasından sonra öfke de ortaya çıkabilir. Belki de duygunun farkına varmak değil de bilince çıkarmak önemli.

Öncü parti meselesi buralarda işin içine giriyor. Tabii ki duyguyla devrim olmaz, ama duygu örgütlenme yollarından biri olabilir. Duygu bilinci kısmen bile geliştirebiliyorsa, sosyalist bir devrim için yeterli olabilir. Biraz önce bilinçle ilgili konuştuk. İşçi illa Mann ve Gramsci’nin bahsettiği aşamalardan geçip devrim yapacak demek doğru değil. Devrimin olabilmesi için “sosyalist bir bilinç olmalı” diye bir şart yok. Ekim devriminin arkasındaki güçlerden biri, o sıralarda tamamen ekonomik taleplere dayalı işçi grevleridir. Bu grevlerde işçilerin sosyalizm veya devrim gibi talepleri yok. Ama grevler devrimin gelişini hızlandırıyor.

Bir ülkenin vatandaşıysanız, o ülkenin diğer vatandaşlarıyla eşit haklara sahip olduğunuz varsayılır. Ama sınıflı toplumlarda sınıfsal eşitsizlikler vatandaş olmaktan gelen eşitliği parçalayan ya da etkisizleştiren bir etkiye sahip. Neoliberal dönemde vatandaşlık hakları da anlamını yitiriyor. Artık hiçbir yurttaşlık hakkının sınıfsal eşitsizlikler karşısında kullanılabilir bir anlamı yok.

Kitabın dördüncü bölümünün başlığında, korku için “Sınıfın en gerçek duygusu” diyorsunuz. Bölümün girişindeki Stefan Zweig alıntısı çarpıcı: “Gözyaşları şimdi dışarıya akıyor, daha önce içerde birikip kalmıştır. İçerdeki gözyaşları dışarıya akandan daha fenadır.”

Prekarya kavramına neden mesafeli olduğumu anlatarak başlayayım. Sosyal bilimlerde bir kavram moda olduğunda herkesin o kavramın üstüne atlaması gibi kötü bir huy var. Bir ara akademik makaleler Bourdieu’nün “alan” ve “habitus” gibi kavramlarıyla doluydu. Maalesef bugünlerde prekarya kavramı da öyle. Sarı Yeleklileri bile prekarya olarak tanımlayan akademisyenlere rastlayabiliyoruz. Her güvencesiz çalışanı prekarya olarak tanımlamayı doğru bulmuyorum. Sanki prekarya güvencesiz çalışmayı anlatıyormuş gibi algılanıyor akademide. Guy Standing “Sınıfı başka türlü tanımlayalım” diyor. Doğru, neoliberal dönemde güvencesiz çalışma arttı. Ama işçiler daha önce güvenceli çalışıyormuş da şimdilerde güvencesiz çalışmaya başlamışlar gibi anlatılıyor.

Guy Standing “Sınıf artık Marx’ın tanımladığı gibi, üretim araçlarına sahip olup olmamak ile tanımlanamaz, sınıf artık ‘güvenceli çalışan’ ve ‘güvencesiz çalışan’ diye tanımlanabilir. Prekarya güvencesiz çalışanları ifade eden bir sınıf tanımıdır” diyor. Bu çok önemli bir paradigma değişimi.

Kimi akademisyen arkadaşlar prekarya kavramını sadece güvencesiz çalışmayı tanımlıyormuş gibi kullanıyorlar. Bu yüzden prekarya kavramını kullanmıyorum. Daha doğrusu, sınıfı artık farklı bir biçimde tanımlamayı önerdiği için kullanmıyorum, zira ben sınıfı hâlâ Marx’ın tanımındaki gibi kullanıyorum. Sınıf güvenceli ya da güvencesiz çalışmakla tanımlanamaz.

Marx’ın orta sınıf diye tanımladığı esnaf, zanaatkâr, küçük üretici giderek işçileşiyor. Bu tam da proleterleşme demek. Tabii işçileşince de güvencesizleşiyor. Beyaz yakalıların işçileşmesinden bahsetmiyorum. Doğal olarak güvencesiz çalışma işçilerde korku yaratıyor. İşten atılma hâlâ işçinin en temel korkusu.

Sennett’ın Sınıfın Gizli Yaraları kitabında, dediği gibi, “Hayat sadece ekmekle yaşanmıyor.” Doğru, mesele sadece işçinin ücret alması, işinin olması veya işten atılması değil ki. Çevresi işçiyi işsiz kaldığı andan itibaren, “Bir baltaya sap olamamış, işe yaramaz” olarak görebiliyor. İşçi herkes tarafından yargılanmaya başlıyor. Bir fıkra vardır ya, maden işçisi işsiz kalmış, karısı da ona, “Senin bir gözün körmüş” demiş. İşsiz kaldığınız andan itibaren bütün kusurlarınız ortaya çıkıyor. İşsiz kalmak erkek işçiler için eve ekmek götürememek, saygınlığın düşüşü anlamına geliyor. Bu, erkek işçiler için ortak bir duygu.

İş kazası yaşama duygusu da sektöre göre farklılaşabiliyor. Mesela maden işçilerinde iş kazası yaşama korkusu yüksektir. Madenciler madene girerken helâlleşirler, madenden çıkınca da birbirlerine “Geçmiş olsun” derler. Bu hangi işkolunda olur ki? AVM’de çalışan bir işçinin iş kazası yaşama olasılığı daha düşük. Bu yüzden korkular sektöre göre değişebiliyor. Ama işsiz kalma korkusu çok temel. İşçi örgütsüz olunca da bu korkuyu yenmesi zorlaşıyor. İşçiler örgütlü olsa işsiz kalma korkusunu yenebilir.

Albert Camus’nün 1948’de, Combat dergisine yazdığı bir yazıda, “Korkunun bir teknik olduğunu” söylediğini aktarıyorsunuz. Günümüzde korkunun bir yönetim tekniği olduğu aşikâr, öyle değil mi?

Evet, korku bir yönetim tekniği. Sadece korku değil, başka duygular da yönetim tekniğine alet olabiliyor. Kocaeli’nde garsonluk yapan bir işçi bana şu anekdotu anlatmıştı: “Tuvalete girdim. Müdür de benimle beraber girdi. Müdür tuvaletten çıkarken elindeki kâğıdı bilerek yere attı. Arkamızdan gelen garsonun yerdeki kâğıdı almadığını görünce ‘Alsana ulan kâğıdı’ diye bağırdı. Garson kâğıdı aldı, ağlamaya başladı.” Garson ağlayan arkadaşına “İstifa et, arkandayım” demiş. Onuru kırılan garson da “Nasıl istifa edeyim, daha yeni işe girdim” demiş. Daha sonra, garson müdürüne “Neden öyle yaptın müdürüm, çocuk ağladı” demiş. Müdür de “Çalışmak nasıl oluyormuş görsün” yanıtını vermiş. Çalışmak aşağılanmak mıdır? Müdür öyle algılıyor, böylelikle yönetmiş oluyor. Sadece korku değil, aşağılama da bir yönetim tekniği.

Yurttaşlığın getirdiği eşitlik anlayışıyla kapitalist sınıf sisteminin yarattığı eşitsizliği “karşıt ilkeler arasındaki çatışma” olarak tanımlıyorsunuz. Ve bu çatışmanın “Hınç için en uygun zemin” olduğunu söylüyorsunuz. Nasıl bir çatışma ve nasıl bir zemin bu?

Normalde, vatandaşlık eşit haklara sahip olmak demek. Bir ülkenin vatandaşıysanız, o ülkenin diğer vatandaşlarıyla eşit haklara sahip olduğunuz varsayılır. Ama sınıflı toplumlarda bir çelişki ortaya çıkıyor. Sınıfsal eşitsizlikler vatandaş olmaktan gelen eşitliği parçalayan ya da etkisizleştiren bir etkiye sahip. Dolayısıyla, vatandaşlık hakları soyut bir şey olarak kalıyor.

İnsan Hakları Evrensel BeyannamesiBütün insanlar özgür doğar” diye başlar. İlke olarak bunu söyleyebilirsiniz, ama hiç böyle bir şeyi görmedik. Hele işçiler için bu ilke tamamen soyut. Bu ilke sınıflı toplumlarda hiçbir işe yaramaz. Üretim toplumsaldır, işçiler üretime emeğiyle katılır. Ama paylaşım toplumsal değil, hiyerarşik. Bunlar kapitalizmin büyük çelişkileri. Aynı çelişkileri sınıfsal eşitsizlikler ve vatandaşlıktaki eşit haklar meselesi için de söyleyebiliyoruz.

Neoliberal dönemde vatandaşlık hakları da anlamını yitiriyor. Refah devletinde vatandaşlık da anayasaya sendikal hakların eklenmesi de anlamlıydı. Neoliberalizmde yurttaşın elinde avucunda sadece seçme ve seçilme hakkının kaldığını görüyoruz. Ama artık seçilme hakkı da paraya bağlandı, o da sakatlandı. Yurttaşın artık sadece seçme hakkı var. Artık hiçbir yurttaşlık hakkının sınıfsal eşitsizlikler karşısında kullanılabilir bir anlamı yok. Neoliberalizm vatandaşlık haklarını sınıf çelişkileri lehine ortadan kaldırıyor. Turgut Özal’ın “Devleti şirket gibi yönetmek” sözü boşuna değil. Devletin şirket gibi yönetilmesi ne demek? Bir şirketin vatandaşları olmaz, çalışanları olur. Vatandaşlar olsa olsa o şirketin ortaklarıdır. Yani devlet şirket gibi yönetilecekse çalışanlar da vatandaş olmaktan çıkacak demektir. Yani vatandaşlık ile sınıf sistemi arasındaki çelişki sınıf farklılıkları lehine çözümleniyor, vatandaş kavramının getirdiği eşitlik anlamsızlaşıyor.

Aynı sözü Tayyip Erdoğan da birkaç defa söyledi.

Evet. Adam Smith Ahlâki Duygular Kuramı (Liberus Yayınları, 2022) kitabında hınç için en uygun zeminlerin bu tür eşitsizlikler olduğunu öne sürüyor. Eskiden, en azından refah devleti döneminde, vatandaşlık hakları sınıfsal eşitsizlikleri biraz olsun gideriyordu. Zaten vatandaşlık ulus-devletler kurulurken sınıfsal eşitsizliklerin dengelemesi için ortaya atılmıştı. Neoliberalizmle birlikte vatandaşlık hakları çözülünce, elimizde sınıf eşitsizliklerinden başka bir şey kalmadı.

Bir ülkenin vatandaşıysanız, o ülkenin diğer vatandaşlarıyla eşit haklara sahip olduğunuz varsayılır. Ama sınıflı toplumlarda sınıfsal eşitsizlikler vatandaş olmaktan gelen eşitliği parçalayan ya da etkisizleştiren bir etkiye sahip. Neoliberal dönemde vatandaşlık hakları da anlamını yitiriyor. Artık hiçbir yurttaşlık hakkının sınıfsal eşitsizlikler karşısında kullanılabilir bir anlamı yok.

Kitapta üç öfke türünden bahsediyorsunuz: Ahlâki öfke, sosyo-politik öfke, ontolojik öfke. Nasıl farklar var bu öfke türleri arasında?

Kitapta ontolojik hıncı fazla tartışmıyorum. Ontolojik hınç benim çalıştığım konuda ortaya çıkan bir şey değil. Ontolojik hınç nesnesi olmayan, bir kişiye yönelmeyen hınç demek. Bu genelde İslâmcıların Osmanlı İmparatorluğu’na öykünerek cumhuriyete duydukları hınca benziyor. İslâmcılar kendilerini o hınçla var ediyor. Sınıf ilişkilerini ontolojik hınç ile anlamaya çalışmak uygun değil.

Ahlâki öfkeyi daha çok Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes’un bahsettiği “devleti kuran toplumsal sözleşme” örneğiyle anlayabiliyoruz. Ahlâki öfke toplumsal sözleşmenin bir parçası, bir tarafı olan, kendisini onun bir parçası gören sınıfa/sınıflara özgü olabilir. Bu yüzden toplumsal sözleşmeyi oluşturan sınıflara ilişkin bir güç olarak görebiliriz onu. Ahlâki öfkeye sahip sınıf düzenin parçasıdır. Dolayısıyla, sistemde bazı gedikler açıldığında ahlâki öfke patlaması olur. Çünkü ahlâki öfke hisseden sınıf parçası olduğu sisteme zarar verildiğini düşünüyordur.

Sosyo-politik öfke veya hınç ise kendisini artık düzenin içinde görmeyen bir sınıfa özgü duyguya işaret ediyor. Politik bir değişim isteyen bir hınç duygusu bu aynı zamanda. Ahlâki öfkenin tersine, kendisini toplumsal sözleşmenin bir parçası olarak görmeyen, işçi sınıfına özgü olabilecek bir öfke biçimi.

Kitabın sonuç bölümünü Barrington Moore’un ahlâki öfke kavramı üzerinde düşünerek yazmıştım. Richard Rubenstein’ın Moore’un kitabı üzerine yazdığı bir makalesini okuduktan sonra fikrim değişti…  Danimarkalı yazar Svend Ranulf’un ceza sisteminin oluşmasında orta sınıfların ahlâki öfkesinin etkisini anlattığı Moral Indignation and Middle Class Psychology (Copenhagen: Munksgaard, 1938) isimli çok iyi bir kitabı vardır. Kendisini sisteme ait gören sınıf bir yerde adaletsizlik hissettiği zaman cezalandırma istiyor. Dolayısıyla, o ahlâki öfke patlaması ceza sistemini oluşturuyor. Buradan hareketle, “Evet, işçi sınıfındaki ahlâki öfke değil” dedim, yönümü sosyo-politik hınca çevirdim. Moore’u alıntılayarak yazdığım on sayfayı silip yeniden yazdım. (gülüyor)

Toplum ve Bilim dergisinin Türkiye’nin Duygu Durumları temalı 167. sayısında yayınlanan “Hissetmenin kudreti, kaybetmenin şiddeti: Zorla kaybedilenlerin yakınlarının duygu atlası” başlıklı makalesinde hınç konusuna değinen Özgür Sevgi Göral gözaltında kaybedilenlerin yakınlarıyla yaptığı görüşmelerde, hınç duygusunun zamanın geçişine –hesaplaşma olasılığının azalması, zamanın azalmasından ötürü adaletin tecelli etmemesi anlamında– dair konuşmalarda ortaya çıktığını söylüyor. Jean Améry’den alıntılayarak, hınç duygusunun “Caniyi cürümüne çivilemeyi istemek” arzusu olduğunu söylüyor. İşçi sınıfı açısından bu hıncın odağı belli mi sizce?

İşçi sınıfında öfke ve hınç doğal olarak ortaya çıkar. İşçi sömürüldüğünü biliyor, deneyimliyor. James Scott Tahakküm ve Direniş Sanatları (Ayrıntı Yayınları, 2010) isimli kitabında, insanların gündelik hayattaki direnişlerini anlatıyor. Malaya köylülerinin zorla ödedikleri aşar vergisini ayaklanma olmadan, zamanla kaldırtmayı başardıkları örneği anlatıyor. Mesela köylüler buğdayı tartarken çuvalın içine taş koyarlar. Daha başka türden bir sürü stratejileri var. Bunlar direniş midir, bilmiyorum, ama bilinçtir sonuçta.

Zonguldak’ta işçiler madene girerken kart basar. Bir madenci üç-dört işçinin kartını alıp basar, diğerleri madene inmez. İşçi bazen tek başına olsa da direnir. Al sana bilinç. Bu örneği direniş saymasak bile, bu örneğin kendisi işçilerin birçok şeyin farkında olduğunu gösterir. O yüzden, James Scott Tahakküm ve Direniş Sanatları kitabının başına bir Etiyopya atasözünü ekler: “Akıllı köylü kralın karşısından eğilerek çekilirken sessizce osurur.” Sessizce ama. (gülüyor) Dolayısıyla, hınç ve öfke işçilerin deneyimlerden oluşuyor. Bu yüzden AKP’li vekillerin yediği ıstakozlar ya da Maldivler’de yapılan tatiller insanlarda müthiş bir sınıfsal öfke yaratmış olabilir. Sessizce ama, en azından şimdilik.

Buradan “çifte bilinç” meselesine dönelim. Biraz önce bahsettiğiniz Etiyopya atasözünde olduğu gibi, öfkeli seyirci olmakla sorumlu fail olmak iç içe. İki halin bir arada olması, birinin ya da diğerinin kâh öne çıkıp kâh geri çekilmesi ne anlama geliyor?

Aslında çifte bilinç öfkeyi büyüten bir şey. Meselenin sorumluluğunun sende olmadığını biliyorsan bu bir öfke yaratıyor. Öfkeli seyircisin, çünkü sorumluluk senin elinde değil. Ama bir taraftan da sorumlu bir fail olman gerekiyor. Her şeyi kendi üzerine alan sorumlu bir faile dönüşüyorsun. Biraz önce piyano çalan işçi meselesini konuşurken de öyle değil miydi? Hiçbir şey işçinin kontrolünde olmamasına rağmen suçu üzerine alması… Kontrol sende değil, seyircisin. Öfkeli seyirci tam da bu. O yüzden piyano çalan işçiyi insanlar alkışlar. Çünkü bu durumdan, yani işçi olma konumundan kendini kurtarmış gibi görülür. Alt sınıfa da “Bak, gördün mü, adam kendini kurtarmış, sen n’apıyorsun?” diyebilme durumu oluyor. Böylece eşitsizlik bireylerin suçuymuş gibi algılansın isteniyor.

Sınıf, Kültür ve Bilinç adlı kitabım için çalışırken maden ve tekstil işçileriyle bir anket yapmıştım. Ankette “Yoksulluğun nedeni yoksul insanların yeterli zekâya sahip olmamasıdır” diye bir önerme vardı. İşçilere bu önermeye katılıp katılmadıklarını sormuştum. Maden işçilerinin yüzde 65’i, tekstil işçilerinin de yüzde 55’i bu önermeye katılmıyordu. İşçi, “Hayır, bu meselenin zekâyla ilgisi yok. Kontrol benim elimde değil” diyordu. Ama bir taraftan da işçiyle biraz daha konuşunca kendi durumunun sorumluluğunu üzerine almak zorunda olduğunu anlayabiliyordum. Çifte bilinç böyle bir şey. Ayrıca işçide öfkeye de neden oluyor bu.

Gezi bir ahlâki öfke patlamasıysa –ki ben buna katılmıyorum– bu orta sınıfların öfkesidir anlamına gelir. Gezi’de sosyo-politik bir öfke olduğunu düşünüyorum. Gezi’nin 15-16 Haziran’a benzeyen tarafı bu.

Gezi Parkı direnişi, 28 Mayıs 2013’de Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6. İdare Mahkemesi ve 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu hâlde Topçu Kışlası’nı Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında imar izni olmadan yeniden inşa etmesini engelleme eylemi olarak başladı. Polisin Topçu Kışlası’nın yapılmasına karşı çıkan eylemcilere saldırısı sonucunda eylemler büyüdü. Kısa sürede Türkiye sathına yayılan eylemler “ağaç” meselesinin ötesinde geçerek otoriterleşen AKP hükümetine karşı bir isyana dönüştü.

Türkiye tarihinin en büyük işçi ayaklanması olan 15-16 Haziran için sosyo-politik öfkenin doruğu diyebiliriz herhalde. 

E.P. Thompson İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda (Birikim Yayınları, 2023) 1802’den 1832’ye kadar İngiltere’de yaşanan otuz yıllık örgütlenme mücadelesini anlatıyor. Hatta metodist kilisesinin işçilerin örgütlenmesine olumlu etkilerinden de bahsediyor. Thompson kitabı “İngiliz işçi sınıfının oluşumu 1832 yılına gelindiğinde gerçekleşmişti” diye bitiriyor.

Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin izlerini Osmanlı’nın son yıllarında görebiliyoruz. Ama esas 1908’de ve II. Meşrutiyet sırasında bazı grevler ve işçi sınıfı hareketliliği var. Cumhuriyetin ilanından sonra azalmakla birlikte, özellikle 1960-70 arasında çok ciddi bir işçi sınıfı mücadelesine rastlarız. 1963’de Kavel, 1968’de Derby, 1969’da Gamak… Sadece İstanbul’da da değil, ülkenin her yerinde böyle çok sayıda eylem var o dönemde. Thompson’dan ilhamla “Türkiye’de işçi sınıfı 1970’te oluşmuştur” diyebiliriz. Böyle bir tarih verilmesi zor, ama 1970 yılının Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu için önemli olduğunu düşünüyorum.

15-16 Haziran’la ilgili bir makale yazarken 1969’da yapılan yerel seçimlerin sonuçlarına bakmıştım. O seçimlerde İstanbul’da işçilerin yaşadığı beş-altı ilçeyi Adalet Partisi kazanıyor. Ama 15-16 Haziran’dan sonraki 1973 seçimlerinde aynı ilçeleri Bülent Ecevit’in CHP’si kazanıyor.

15-16 Haziran tam da bahsettiğimiz sosyo-politik öfkeye denk düşüyor. Çünkü işçilerde haksızlık ve adaletsizlik duygusu ortaya çıkıyor. Türk-İş’e bağlı sendikalar 15-16 Haziran’a yoğun bir şekilde katılıyor. Bir nedeni var bunun. Türk-İş yönetimi dönemin iktidarıyla birlikte DİSK’in kurulmasını engellemeye çalışıyor. Ve Türk-İş üyesi işçiler DİSK’in kurulmasının engellenmesinin haksızlık olduğunu düşünüyor, bu haksızlığa öfke duyuyor. 15-16 Haziran öncesindeki grevler, toplumsal alanda yaşanan eşitsizliklere karşı da bir öfke olduğunu gösteriyor.

15-16 Haziran’da kadın işçiler polis barikatını aşmaya çalışıyor.

15-16 Haziran iki büyük ayaklanmayı da akla getiriyor: 1989’daki Zonguldak bahar eylemlerini ve Gezi’yi. Bu ayaklanmalardaki öfke patlaması birbirine benziyor mu?

1989’daki Zonguldak bahar eylemleri 15-16 Haziran’a benziyor. Gezi’ye gelince… Örneğin, Metin Özuğurlu BirGün’ndeki yazılarında Gezi’yi “ahlâki öfke patlaması” diye yorumluyor. Gezi sahiden bir ahlâki öfke patlamasıysa –ki ben buna katılmıyorum– bu orta sınıfların öfkesidir anlamına gelir. Gezi ayaklanmasını Taksim Meydanı’nındaki ağaçların kesilme ısrarı tetiklemişti. Ama tabii iş “ağaç” meselesinin ötesine geçti. Ankara’daki Gezi eylemlerine Mamak ve Altındağ gibi gecekondu mahallelerinden akın akın yoksullar geliyordu. Hepsi koşarak, slogan atarak geliyordu Kızılay Meydanı’na. Onların esas meselesi park değildi. Arabaları devirdiler, yaktılar. Fransa’daki eylemlerde görmeye alıştığımız şeyler Kızılay’da oluyordu. Polis gaz atınca dört-beş kişi mecburen bir yerlere sığınıyorduk. Yine öyle bir zamanda yanımdakilerden birine “Ne iş yapıyorsun?” diye sordum. “Ostim’de işçiyim” dedi. Sendikalı da değildi. Muhtemelen muhafazakâr bir işçiydi. Ankara’daki eylemlerde çok sayıda yoksulla, işçiyle karşılaştım.

Gezi’de ahlaki öfke değil, özellikle yoksul işçilerin katıldığı eylemlerde sosyo-politik bir öfke olduğunu düşünüyorum. Gezi’nin 15-16 Haziran’a benzeyen tarafı bu. Ayrıca, Gezi çok daha uzun sürdü, neredeyse üç hafta, bir anlamda 15-16 Haziran’ı da aşıyor.

Benzer bir şeyi İstanbul için de söylemek mümkün. Söyleşinin başında sözünü ettiğimiz İstanbul’un çeperlerinde yaşayan işçiler otobüslerle şehrin merkezindeki Gezi Parkı’na geliyordu…

Bu yüzden Gezi’nin bir tür sınıf eylemi olduğunu düşünüyorum. Yoksullar ve işçilerin sosyo-politik öfkesi Gezi’de tezahür etti.

Öfkenin, Spinozacı bir ifadeyle söylersek, insanın kudretini arttırabileceğinden bahsettik. Ancak, Spinoza “olumsuz” duyguların insanı kederlendireceğini, kudretini azaltacağını da söylüyor…

Liberallerin çoğu öfkenin dizginlenmesi gereken, kötü bir şey olduğunu söyler. Bence öfkenin sistemin yıkılmasına neden olabileceğini tahmin ettikleri için onu dizginlemek istiyorlar. (gülüyor) Buna karşın duygulara Marksist bir gözle bakabiliriz. Kitabı yazmamdaki saiklerden biri de bu. Öfke yıkıcıdır ve iyi ki de öyledir, bu nedenle her zaman olumsuz bakılmaması gerekiyor. Öfke yaratıcı bir şeye de dönüşebilir. Bu yüzden öfkeyi son bölümde biraz öne çıkardım. Adam Smith gibi liberal düşünürler bir miktar öfkeyi, ama yalnızca ahlâki öfkeyi hoş görüyor. Peki işçi sınıfının öfkesi? Olmaması gereken bir şey bu onlara göre.

Spinoza’da keder, arzu gibi duygular başka duygulara da dönüşebilir. Spinoza duyguları nesnelerden kaynaklanan ya da nesnelere göre belirlenen şeyler olarak tanımlıyor. Erken zamanlarda tamamen materyalist, maddeci bir açıklama yapıyor. Spinoza doğrudan sınıf demez, ama onun kudretin yükselişini veya azalışını “nesne”ye göre belirlendiğini düşünmesi toplumsal bir temel bulur. Spinoza duyguların maddi temelini oluşturur. Bu çok önemli. Spinoza’yı severim. (gülüyor)


[1] “Mülk sahibi sınıf ve proletarya aynı insani yabancılaşmayı sergiler. Ancak, birincisi bu yabancılaşmada kendisini tatmin olmuş ve onaylanmış hisseder, yabancılaşmayı kendi gücü olarak tanır ve onda insani bir varoluşun görünümüne sahiptir. Proletarya sınıfı yabancılaşmada kendisini yok olmuş hisseder; onda kendi acizliğini ve insanlık dışı bir varoluşun gerçekliğini görür. Hegel’in bir ifadesini kullanırsak, bu aşağılanmışlık içinde, bu aşağılanmaya karşı öfke duyar; insan doğası ile bu doğanın açık, kararlı ve kapsamlı bir olumsuzlaması olan yaşam koşulu arasındaki çelişki tarafından zorunlu olarak sürüklendiği bir öfke.” Marx-Engels, Kutsal Aile, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2009