ŞEHİR HATLARI
TÜRKİYE’DEN HOLLANDA’YA BİR SÜRGÜN HİKÂYESİ

Welatê xerîbîye’ye yolculuk

Göç, sürgün, iltica çağındayız. Savaş, muhaliflere baskı, işsizlik, kıtlık, kuraklık, iklim değişimi… Şu veya bu sebepten insanlık, kitleler halinde, gereğinde ölümü göze alarak büyük yolları göze alıyor, yeni ve adil bir hayata tutunmaya çalışıyor. Türkiye’den bir göç yolculuğuna çıkıyoruz: Hollanda’ya varılmış, ama özgür hayata henüz başlamamışken, başvuru listeleri ve evrakları arasında, geçici barınma merkezlerinde, Suriye’den Etiyopya’ya göçmen manzaraları…

Adem Özgür

Resimler: Jacob Lawrence, Büyük Göç serisi, 1941

Saat öğleden sonra dörttü ve yağışlı bir sonbahar günüydü. Ağaçlıklı yollardan üç buçuk saat arabayla gittikten sonra Ter Apel kasabasına vardım. Yolculuk boyunca yağış hiç dinmedi. Etrafta bavulları, sırt çantaları ya da çuvallarıyla onlarca kişi vardı. İnsanlar telaşlı bir halde oradan oraya gidiyor, her biri biraz sonra yapacağı başvurunun heyecanını yaşıyordu.

Hollanda’nın Groningen kentine bağlı Ter Apel kasabasındaki iltica merkezi başkent Amsterdam’a yaklaşık üç saat uzaklıkta, ülkenin kuzeyinde bulunuyor. Burası ülkenin tek iltica kabul merkezi. Kampın etrafı tarım arazileri ve geniş bir ormanla çevrili.

Hava kararmak üzereydi. Kampın girişindeki küçük odaya doğru gittim. Bir yetkili beni içeriye aldı. Camekânın arkasında iki görevli vardı, kapı tarafında Mısırlı bir çift bebekleriyle birlikte iltica etmek üzere bekliyordu. Yirmili yaşlardaki kadın kucağındaki on aylık bebeğinin kulağına bir şeyler mırıldanıyor, erkekse etrafına telaşlı gözlerle bakıyordu. Görevlilerden biri beni işaret etti, tam kalkmak üzereyken genç çifte bebekleriyle buraya kadar gelmenin zorluğunu sordum. Genç kadın, ülkesinde neler yaşadıklarını tahmin edemeyeceğimi düşünmüş olsa gerek, “Geldiğimiz yerle ve yaşadıklarımızla kıyaslarsak, hayır, zor değildi” dedi.

Kampın bir yanında polis merkezi, diğer yanındaysa gönderilmeyi bekleyen ilticacıların bulunduğu bloklar var. Kampın demir parmaklıklı duvarları, girişlerin sıkı denetimi, devriye gezen polis araçları ve güvenlik görevlilerinin sayısı burayı bir hapishaneye benzetiyor.

Tek katlı bloklardan oluşan dairelerden birine yönlendirildim. Bloklar A, B ve C girişleri olarak ayrılıyor. A kapısından giriş yaptım. Kampın girişinde göçmen kökenli biri beni karşıladı. Kuralları dinledikten sonra sıraya girdim ve bir saat kadar bekledim. Sırt çantamı, cüzdanımı ve telefonumu teslim edip büyük bir salona geçtim. Ekrandan bize verilen numaraları takip etmeye başladık. Epey beklemem gerekti. Sırası gelenler salondaki küçük odaya geçip resmi başvurusunu yapıyordu. Bekleyenlerin çoğu Suriyeli, Yemenli, Filistinli, Somalili, Eritreli ve diğer Afrika ülkelerinden gelen ailelerdi. Türkiye’den gelenler de vardı, onların çoğunluğu ise Kürttü.

Meksikalı yaşlı ve pos bıyıklı adam, yarım saatte bir salonda yemek ve sıcak çorba dağıtıyordu. Yanındaki genç adam da hem ona hem etraftakilere yardım ediyordu. İkisi de güler yüzlü görünüyordu ve belli ki onlar da daha önce bu yollardan geçmişti. Haftalar önce evlerinden çıkan ve tehlikeli yollardan geçen bu insanlar için sıcak çorba ya da çay iyi gelmişti.

Üç saat sonra sıra bana geldi, heyecanla içeriye girdim. İçeride dört kişi çalışıyordu. Ortadaki camekâna gidip görevliye evraklarımı teslim ettim. Evraklarım eksiksizdi ve işlemim sadece on dakika sürdü. Kaçak yollardan gelenlerin ya da pasaportunu görevliye vermeyenlerin parmak izi alınıyordu, bu yüzden onların işlemleri uzun sürüyordu. Resmi başvurumun ardından çantamı sırtlanarak, uzun ve dar koridorlardan bir görevliyi takip ederek başka salona geçtim. Telefonumu burada teslim alabildim.

Aradan yarım saat geçti. İki büyük otobüsün girişe yaklaştığı, kapıya doğru gitmemiz gerektiği söylendi. İki grup halinde otobüslere binmeye başladık. Otobüsler tıklım tıklımdı, nereye götürüleceğimiz konusunda en ufak bir fikrimiz yoktu. Dar, virajlı, karanlık yollardan geçtik. Yolculuk kırk beş dakika sürdü. Otobüs yavaşladığı sırada dışarıyı izlemeye başladım. Büyük bir yarış pisti, spor malzemelerinin satıldığı mağazalar, büyük bir kapalı fuar alanı gördüm. Burası Assen şehriydi.

Fuar alanının önünde durduk, sıra halinde görevlilerin tarif ettiği yere doğru yürüdük. Büyük bir kapının girişinde beklemeye koyulduk. Burası, iltica merkezinin yükünü hafifletmek için bekleme odası haline getirilmişti. Başka kentlerde eski cezaevleri, spor kompleksleri, oteller de geçici barınma yerleri olarak kullanılıyor. Expo Assen isimli fuarın görevlileri bizi gruplara ayırarak bir konteynere aldı. Kuralları dinledik, ancak kaç gün kalacağımız, ardından nereye transfer edileceğimiz ve sürecimizin ne zaman tamamlanacağı gibi soruların muhatabı değillerdi. Bu arada dışarıya çıkmak, şehir merkezini ziyaret etmek serbestti, fakat yerel halkın tedirgin edilmemesi gerekiyordu ve gruplar halinde şehre gitmek yasaktı. Konteynerden çıkarken her birimizin bileğine farklı renklerde bileklikler taktılar. Benimki griydi.

Bu geniş mekânda bloklara ayrılmış kartondan konteynerler vardı. Konteynerlerde çocuklu aileler ayrı, bekârlar ya da çocuksuz aileler ayrı konteynerlerde kalıyordu. Burası beş yüz kişiyi barındırabilecek şekilde düzenlenmiş.

Expo’da sesler birbirine karışmıştı. Farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen insanlar birbirlerine ortak kederlerinden bahsediyordu: Savaş mağdurları, idam cezasına çarptırılanlar, müebbetle yargılananlar, protesto gösterisine katılanlar, cinsel yönelimi nedeniyle tehdit edilenler, gazeteciler, yazarlar buradaydı. Yanlış anlaşılmasın, burada sadece haksızlığa uğrayan, ülkesinde yargılanan ya da etnik kimliği nedeniyle kendini tehdit altında hisseden insanlar yoktu. Sadece oturum alabilmek için gelenlerin sayısı politik kimliği nedeniyle iltica edenlerden daha çoktu. Ve bunların çoğunluğu sahte yakalama kararı veya tutuklama evrakı hazırlatıp gelenlerdi.

“Böyle şeylerin filmlerde geçtiğini söylüyorlardı. Film biziz, o filmleri bizzat biz yaşadık. Dayak yedik, yerde süründük, hakaret işittik, geri itildik.” “Geri dönmeyi düşündünüz mü?” “Bu işin geri dönüşü olamazdı, çünkü çocuklarımızı düşünüyorduk o anlarda. Tekrar tekrar denedik ve şimdi buradayız.”

Mersinli bir çiftin kaldığı konteynere yerleştirildim. Onlar iki gündür Expo’daydı. Konteynerde iki demir dolap, küçük bir masa, iki sandalye, iki ranza vardı. Kırklı yaşlardaki çiftle tanıştıktan sonra dolapları yan yana dizdik ve bir perde görevi görmesini sağladık. Birbirlerini on yıldır tanıyorlarmış, aileler bu ilişkiye karşı olduğu için Hollanda’yı tek çare olarak görmüşler. Bosna sınırı üzerinden kaçak yollarla buraya ulaşabilmişler. Sınırda pasaportlarına el konmuş, geri gönderilme tehlikesiyle karşılaşmışlar, ancak rüşvet vererek sınırı geçebilmişler.

Görevlilerin verdiği çarşafı yatağa serdim, çantamdan çıkardığım iki kazağı yastık yaptım, ince battaniyeyi üzerime atıp gözlerimi kapadım. Fuardaki ışıklar gece boyu açıktı, geniş kapılardan soğuk bir rüzgâr esiyordu içeriye. Yüksek sesle Kur’an ve müzik dinleyenler, geç vakte kadar volta atanlar, bebek ağlamaları, bu gürültünün sona ermesi için diğerlerine bağıranların sesleri yüzünden uyuyamadım.

“Filmlerde anlatılanlar bizim hikâyemiz”

Sabah altıda hazırlandım, erkekler için ayrılan konteynerde duş aldım, dışarıya çıkıp yürüyüş yaptım. Fuar alanı Assen merkezine üç kilometre uzakta, geniş bir ormanın ortasında. Hemen sağında büyük bir yarış pisti var. Sabahleyin yarış motorlarının sesleri yankılanıyordu. Benim gibi uyumayı beceremeyen ya da erken uyananlar da sabah yürüyüşündeydi. Onlardan biri Kobanili Rojhat’tı. Henüz otuz altısında saçları bembeyaz olmuş, hüzünlü bir bakışa sahip Rojhat. Kardeşiyle Macaristan sınırını geçmeye çalışırlarken sivillerce jandarmaya ihbar edilmişler, gördükleri şiddetin ardından saatlerce yağmurun altında bekletilmişler.

Telefonunu açıp bana fotoğraflarını gösterdi. Bir yandan ne kadar kilo kaybettiklerini, bir yandan da neler yaşadıklarını anlattı.

“Böyle şeylerin filmlerde geçtiğini söylüyorlardı. Film biziz, o filmleri bizzat biz yaşadık. Dayak yedik, yerde süründük, hakaret işittik, geri itildik.”

“Geri dönmeyi düşündünüz mü?”

“Bu işin geri dönüşü olamazdı, çünkü çocuklarımızı düşünüyorduk o anlarda. Tekrar tekrar denedik ve şimdi buradayız.”

Rojhat’ın okuma-yazması yoktu, erken evlenmişti, kendi deyişiyle çokça çocuğu vardı. Suriye’deki iç savaş ve IŞİD saldırıları hayatlarını altüst etmişti.

Ter Apel’a dönüş

Transfer listeleri günde üç kez duvarlara asılıyordu. Listelerin ardından hoparlörlerden anons ediliyordu. Listelerde kimin ne zaman nereye transfer edileceği yazıyordu. Her anonstan sonra listelerin önünde kalabalıklar oluşuyordu. Kimi seviniyor, kimi bir sonraki listede oda numarasını bulacağını umut ederek konteynerine dönüyordu.

Beşinci gün sıra bana gelebilmişti, aynı konteyneri paylaştığım Mersinli çiftle Ter Apel’a döndük. Ter Apel’da uzun süren giriş işlemlerinin ardından her birimize yastık kılıfları, çarşaf, çeşitli temizlik ürünleri verildi. Bileklerimize sarı bileklikler takıldı. Artık her birimizin bileğinde ikişer bileklik vardı. Bu, hangi aşamada olduğumuzu gösteren bir takıydı. Geçici ikamet bloklarındaki dört odalı bir daireye yerleştirildim. Daireler iki katlıydı, her dairede altı oda vardı. Odam üst kattaydı. Her odada birer aile ya da iki bekâr kişi kalıyordu. Her odada iki demir dolap, iki ranza vardı. Kaldığım dairenin yan odasında iki Suriyeli arkadaş, başka bir odada ise İranlı bir aile kalıyordu. Bloklarda ortalama kalma süresi üç ila dört haftaydı. Mutfak, tuvalet, banyo ortaktı. Yemek masası, tezgâh ve buzdolabının yanı çöp doluydu. İçerisi gibi dışarısı da pek temiz değildi.

Blokların arka tarafında her gün öğleden sonra saat üçte yemek dağıtılıyordu. Bu anlarda genellikle sağanak yağmurun altında uzun kuyruklar oluşuyordu. Bu öğünde akşam yemeği ve ertesi günün kahvaltısı da vardı. Dondurulmuş yemekleri sıra gelirse ya da alet bozuk değilse mikrodalga fırında ısıtabiliyorduk.

“Suriyeliler Türkiye’yi ele geçirdi.” “Sizin şu anki durumunuz da benzer.” “Evet, ama biz onlar gibi değiliz.” “Sizin onlardan farkınız nedir?” “Ne demek bu? Bizi şimdi onlarla bir mi tutuyorsun? Ayıp ediyorsun bak!”

Benzer hikâyeler

Ertesi sabah mutfağın penceresinden dışarıyı izlemeye başladım. Yeni gelenler, sırası geldiği için transfer edilenler, geri gönderilenler… Yüzlerce insan vardı; gelenlerin çoğu Eritre, Tigray, Afganistan, Fas, Yemen, Suriye, Tunusluydu. Türkiye, İran, Irak’tan gelenler de vardı. Kimisi vize alarak, kimisi sınırlarda haftalarca yürüyerek, kimisi botlarla denizleri aşarak, kimisi dayak yiyerek, kimisi geri itildiği halde daha birçok kez şansını zorlayarak, kimisi boğulmaktan son anda kurtularak Hollanda’ya ulaşabilmiş.

Birisiyle tanıştım burada. Adı Dicle’ydi. Türkiye’de hakkında açılan davalar ve tutuklanma riski nedeniyle karayoluyla Hollanda’ya ulaşmış. Ülkeden çıkmadan önce bir kaçakçıyla anlaşmış, ardından havayoluyla Bosna’ya gitmiş. Sınır güvenliğinden emin olana değin yirmi dört gün boyunca Saraybosna’da bir otelde kalmış. Ardından Bosna’dan başlayarak sırasıyla Macaristan, Hırvatistan, İtalya, İsviçre, Fransa, Almanya’dan geçerek Hollanda’ya ulaşabilmiş. Kimi yerde sınırları yürüyerek, kimi yerde araçla, Almanya ve Hollanda’da ise tren yolculuğu yaparak sürecini tamamlayabilmiş. “Dublin prosedürü”ne takılmamak Dicle’nin tek tesellisi.

“O kadar zorlandım ki, neredeyse vazgeçecektim. Ancak hiçbir yerde kontrole takılmadım ve parmak izimi vermek zorunda kalmadım.”

İlticacıların sohbetleri arasındaki en genel konulardan biri Dublin prosedürü. Kaçak yollardan Hollanda, İsviçre, Almanya, Belçika, İtalya gibi Avrupa ülkelerine ulaşan mültecilerin birçoğu, yakalandıkları ülkelerde parmak izi vermeye zorlanıyor. Bu da onların prosedürünün başladığı, geri gönderilme risklerinin arttığı anlamına geliyor. Birçok kişi Dublin prosedürüne takıldıkları gerekçesiyle ilk parmak izi verdikleri ülkelere geri gönderildi.

Kürdistan’ın dört parçasından, Türkiye’den, Suriye, Afganistan, Balkan ve Afrika ülkelerinden yüzlerce kişi gördüm. Bazılarıyla sohbet etme, bazılarıyla söyleşiler yapma imkânı buldum. Sohbetlerimiz ilerledikçe, sorular sordukça hepsiyle ortak hikâyelerimizin, ortak dertlerimizin, ortak hayallerimizin olduğunu fark ettim. Anlaşamadıklarım da vardı. Mesela, iki yaşındaki oğullarıyla uçakla Bosna’ya gelip oradan sınırı birkaç kilometre yürüdükten sonra araçla Hollanda’ya ulaşan Türkiye’den bir aile vardı. Yalnız da değillerdi. Kuzenler, kuzenlerinin çocukları ve eşleri hep beraber sınırdan geçip Hollanda’ya sığınmışlardı. Hırvatistan sınırında polise yakalanıp parmak izleri alındıktan sonra serbest bırakılmışlar. Politikayla ilgilenmiyorlardı, herhangi bir siyasi ya da dini grubun destekçisi değillerdi, haklarında açılmış bir dava, soruşturma yoktu. İltica etme nedenlerini merak etmiştim.

Muhammed’e, kamptaki Türkiyelilerin kendilerine dönük bakışını sorduğumda başını sallıyor: “Türkler hem orada bizden nefret ediyordu hem de burada olmamızı istemiyorlar. Onlar mültecilerden rahatsızsa neden kendileri burada?”

Ellili yaşlarındaki Servet, “Gazetecisin, bizden daha iyi bilirsin, ülkemiz Suriyelilere teslim edilmiş durumda, ekonomi gittikçe kötüleşiyor. E dediler ki Hollanda iltica kabulü konusunda esnek. Biz de çoluk çocuk geldik işte” diyor.

Servet İstanbul’da tekstil atölyesi sahibiymiş. Memleketinden yıllar evvel İstanbul’a göç etmiş. Burada işleri büyüttüğünü anlattı, ama sözü ısrarla Suriyeli mültecilere getirdi.

“Suriyeliler Türkiye’yi ele geçirdi.”

“Sizin şu anki durumunuz da benzer.”

“Evet, ama biz onlar gibi değiliz.”

“Sizin onlardan farkınız nedir?”

“Ne demek bu? Bizi şimdi onlarla bir mi tutuyorsun? Ayıp ediyorsun bak!”

Sohbetimiz ilerleyemedi. Ancak İstanbul’daki göçmenleri ucuz ücretle çalıştırdığını itiraf ederken kahkahayı eksik etmedi: “Ne yapalım, ülkede her şey çok pahalıydı, bizimki de ekmek parasıydı işte.”

“Türkler her yerde bizden nefret ediyor”

Suriyelilerin hâlâ kalabalık gruplar halinde tehlikeli yolculuklara devam ettiğini görmek beni şaşırtmıştı. Her gün yüzlerce Suriyeli sınırlardan geçerek Avrupa’ya ulaşıyor. Kimisi sınırlarda yakalanıp geri gönderiliyor, kimisi yakalandığı ülkede iltica etmek zorunda kalıyor. Yıllarca Türkiye’de yaşayan binlerce Suriyeli mülteci de artan ırkçılık nedeniyle yeni yerlere göç ediyor.

Aynı daireyi paylaştığımız Suriyeli Muhammed yirmi sekizinde bir genç. Türkiye’de on bir yıl yaşamış. Türkçeyi öğrenene kadar çeşitli restoranlarda ve inşaatlarda çalışmış. Türkiye’de gördüğü haksızlıkları sıralarken “Çok çalıştık, ama paramızı tam alamadık. Türkçeyi öğrendim, aksanımızla dalga geçtiler” diyor.

Türkiye’de her seçim öncesi kendilerine yönelik aşırı bir öfkenin yükseldiğini, Suriyeli mültecilerin hayati tehlikesinin olduğunu ekliyor: “Ölümden kaçıp onlara sığınmaktan başka suçumuz neydi?”

Muhammed’e, kamptaki Türkiyelilerin kendilerine dönük bakışını sorduğumda başını sallıyor: “Türkler hem orada bizden nefret ediyordu hem de burada olmamızı istemiyorlar. Onlar mültecilerden rahatsızsa neden kendileri burada? Ülkeleri, paraları ve yönetimleri var.”

Ertesi günün sabahı hava güneşliydi. Erkenden uyanıp görevlilerin duvara astığı listede oda numaramı aradım, fakat bulamadım. Kaldığımız dairenin önündeki banka doğru yürüdüm, güneşin karşısında oturdum. Güvenlik görevlileri erken saatlerde ilticacıların isimlerini saymaya başlamıştı, yaklaşık on kişi çamaşır odasının önünde bekliyordu, yan tarafta Ukraynalı ailelerin kaldığı dairelerden çocuk ağlamaları geliyordu. Karşımda ise üç Afrikalı çocuk futbol oynuyordu.

“Nereye gidelim?”

Az sonra Muhammed yanıma geldi, birlikte volta atmaya başladık. Kampta kalma süresinin on gün olduğunu, ancak kendisinin haftalardır burada kaldığını söyledi.

“Bizden sonra gelenler polis ifadesini verip gitti, biz bekliyoruz. Yetkililere anlatıyoruz, dinlemiyorlar. Güvenlik görevlilerine derdimizi anlatamıyoruz.”

“Sizce sizi neden bu kadar bekletiyorlar?”

“Ben ve arkadaşımla ilgili bir durum değil aslında. Hükümet, iltica başvurularını azaltmak için yavaşlatma politikası uyguluyor.”

“Bu politika başarılı olacak mı?”

“Bilmiyorum. Bıkmamızı istiyorlar, ama bıkmayacağız. Buradan başka nereye gidelim? Geriye dönecek bir evimiz, yurdumuz kalmadı.”

Dokuz yaşındaki Dîyar’ın sınır yolculuğu

Muhammed’le sohbet ederken, orta boylu, esmer, hardal sarısı ve uzun montuyla bir çocuk dikkatimi çekti. Yerinde duramıyor, etrafındakilere sataşıyordu. Adı Dîyar’dı.

Kobanili Dîyar henüz dokuz yaşında. IŞİD saldırılarının başladığı yıl doğmuş. Hırçın bir çocuk, sürekli oradan oraya koşuyor, çocukların ellerinden toplarını kaçırıyor.

Muhammed’le sohbetimizden birkaç saat sonra onu yalnız başına bir bankta otururken gördüm, yanına gittim. Kürtçe selam verdim, beni duymadı.

“Dîyar” dedim, adını onu tanıyan birinden öğrenmiştim, “yoksa Kürtçe bilmiyor musun?”

Başını kaldırdı. Bir şeyler söylemek istedi, ama vazgeçti.

“Bir şey mi oldu?”

Karşıdaki adamın kendisine bağırdığını ve ondan nefret ettiğini söyledi.

Bahsettiği kişi tekstil atölyesinin sahibi idi. Dîyar’a adamla konuşacağıma dair söz verdim ve konuşmaya başladık.

“Kaç yaşındasın Dîyar?”

“Dokuz.”

“Peki nerelisin?”

“Kobanili. Biliyor musun Kobani’yi?”

“Biliyorum tabii.”

“Sen nerelisin?”

“Türkiye’den geldim, Konyalıyım. Hiç duydun mu Konya’yı?”

“Türkiye’yi biliyorum ya, Konya’yı değil. Türkiye’de akrabalarım var. Buraya gelmek için Türkiye sınırından geçtim.”

“Ne zamandır buradasın?”

“Galiba altı gün falan oldu. Ama yolculuğum uzundu.”

Elli yaşlarındaki Suriyeli erkek savaşın başlangıcında ülkesinde protestolara katılmış, ardından Türkiye’ye kaçmak zorunda kalmış. Türkiye’yi çok sevdiğini, ancak ekonomideki gidişat nedeniyle buraya geldiğini söyledi. Durup dururken iki evlilik yaptığını, sekiz çocuğu olduğunu anlatıverdi ve Erdoğan yönetiminin “başarılarından” söz etmeye başladı. Mersinli çift de kendisini destekler cevaplar verdi ve konu Kürt sorununa geldi.

Onun hikâyesi Kürtlerin on yıllardır yaşadığı hikâyelerin benzeriydi. Savaşın ortasında büyüyen, yakınlarını kaybeden, yüz binlerce Kürt gibi sürgün yollarına düşen bir çocuktu. Annesi ve babasını Kobani’de bırakıp yirmili yaşlardaki amcasıyla birlikte sınırlardan geçerek Hollanda’ya gelmiş. Kobani’den Türkiye’ye, oradan İspanya’ya ulaşabilmişler. Sınırları aşarak yüzyılımızın mülteci merkezi Avrupa’ya ulaşan dokuz yaşındaki Dîyar, hemen hemen –şimdi hayatta olsa– Alan Kurdî’nin yaşlarındaydı. (Rojavalı Alan Kurdî, Eylül 2015’te ailesiyle Bodrum’dan Yunanistan’ın İstanköy adasına şişme botla geçmeye çalışırken hayatını kaybettiğinde iki yaşındaydı.)

Ertesi gün, sağanak bir yağış vardı. Yemek sırasında sırılsıklam olduk. Dîyar koşarak yanıma geldi: “Yemeğini bitirince yanıma gel de kâğıt oynayalım.”

Bir saat sonra yanındaydım, yağış dinmişti.

“Bu kez hile yapmak yok, değil mi?”

“Ben hile yapmıyorum, sen oynamasını bilmiyorsun.”

“Hilelerinle baş edemiyorum da ondan.”

Birkaç saat vakit geçirdik, hemen her oyunda hileler yaptı Dîyar, bundan çok keyif alıyordu. Amcası sık sık yanımıza gelip uslu durması için yeğenini tembihliyordu.

Yolculuk serüvenini anlatmaya başladı Dîyar: “Buraya gelene kadar çok zorlandım, ama hiç korkmadım. Kobani’den çıkarken annem beni tembihledi, ‘amcanı dinle, çok konuşma’ diye. Sınırlarda hiç konuşmadım.”

“Ama şimdi hiç de öyle görünmüyorsun.”

Biraz düşündü ve kahkaha attı: “O kadar sustum ki, şimdi çok konuşasım var!”

“Sonra neler yapacaksın bakalım?”

“Büyüdüğümde mi?”

“Evet.”

“İnsan kaçakçılığı.”

Şaşkınlığımı gizleyemedim. O da bu şaşkınlığıma güldü yine: “Bu işte çok para var, lo!”

Polis ifadesi

Ertesi günün sabah altısında polis karakoluna gittik. Mersinli çiftle birlikte yedi kişiydik. Biri ellili yaşlardaki Suriyeli erkekti. Savaşın başlangıcında ülkesinde protestolara katılmış, ardından Türkiye’ye kaçmak zorunda kalmış. Türkiye’yi çok sevdiğini, ancak ekonomideki gidişat nedeniyle buraya geldiğini söyledi. Durup dururken iki evlilik yaptığını, sekiz çocuğu olduğunu anlatıverdi ve Erdoğan yönetiminin “başarılarından” söz etmeye başladı. Mersinli çift de kendisini destekler cevaplar verdi ve konu Kürt sorununa geldi. Kürtlerin Erdoğan’a yanlış yaptığını, uzlaşmaları gerekirken direttiklerini, sonucuna katlanmaları gerektiğini konuştular. Bu sohbet Hollanda’nın uzak bir kasabasındaki iltica merkezinde, sabahın köründe, polis ifadesi vermek üzereyken oluveriyordu. Bense sadece dinliyordum.

Taksiden indiğim anki heyecanımı hâlâ unutamıyorum. Taksi şoförünün ifadesiyle “yeni evim” bir gemi. Türkiye’den gelmeden önce en son istediğim şeydi bir mülteci gemisinde yaşamak.

Tam yedide içeriye alındık. Çantalarımızı, elektronik cihazlarımızı polise teslim ettik. İfadeden önce bizden telefonların şifresi istendi, cihazların kontrol edileceği söylendi. İfade uzun sürmedi. Türkiye’deki karakolları düşününce, oldukça eğlenceliydi de. Parmak izi alındı, fotoğraf çekildi. Nereden, nasıl geldiğim, hangi mesleği yaptığım soruldu. Bileğime üçüncü bileklik takıldıktan sonra kaldığım daireye döndüm.

Polis ifadesinin alındığı gün Dîyar’la kampın yan tarafındaki bloklara transfer edildik, bir daha birbirimizi göremedik.

Yan taraf, kalıcı transfer yerlerini bekleyen ilticacıların yerleştirildiği bir alandı. Diğer kısım gibi burası da bloklara ayrılmıştı, ama daha düzenliydi. Hastane, okul, çamaşırhane, yemekhane, halı saha, yürüyüş parkuru, çocuklar için oyun alanları vardı. Akşamüzeri dışarı çıktım. Çok sayıda aile buradaydı. Afrikalılar halı sahada futbol oynuyordu, Suriyeliler bir yerde toplanmış muhabbet ediyordu. Türkiye’den gelenlerse daha dağınıktı, genelde kimseyle iletişim kurmamayı tercih ediyorlardı.

Blokların girişinde demir parmaklıklar ardında esrar, tütün, çay satanlar vardı. Uzun boylu, esmer, sakallı biri yanıma yaklaştı o an. İrkildim.

“Bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Ne gibi?”

“Sigara, çay, esrar…”

“Bunları satman yasak ya da senin için riskli değil mi?”

“Yok yok, yasak değil. Biz savaştan kaçtık abi. Onu bunu boş ver de, bir şey istiyor musun, istemiyor musun?”

Teşekkür ederek reddettim. Adam hızla başka birinin yanına geçti.

Akşam dokuz buçukta bir görevli gelip kalıcı kampa transfer edileceğimi, sabah onda hazır olmamı söyledi. Ertesi sabah yedi kişilik bir taksiyle yola çıktık. Taksi şoförü, sırasıyla ilticacıları kamplarına bıraktı. En uzağı benimkiydi. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadık, Haarlem şehrine vardığımızda “İşte yeni evin, bol şans” dedi.

Kanala demirlenen ve yan yana dizilen iki gemide yaklaşık iki yüz mülteci barınıyor. İki gemi de en az altmış yıllık. Bir geminin adı Prenses Christina, benim kaldığım geminin adıysa Prenses Virginia.

Haarlem Kuzey Hollanda’nın başkenti. Amsterdam’a trenle on dakika kadar uzakta, eski bir şehir. Hollanda’nın en eski müzesi olan Teylers Müzesi, dünyanın en eski gazetesi olduğunu iddia eden Haarlems Dagblad bu şehirde. Tiyatroları, sanat galerileri, eski müzeleriyle bu küçük şehir pitoresk kanallara sahip. Diğer Hollanda şehirleri gibi burası da çok sayıda göçmene ev sahipliği yapıyor.

Taksiden indiğim anki heyecanımı hâlâ unutamıyorum. Taksi şoförünün ifadesiyle “yeni evim” bir gemi. Türkiye’den gelmeden önce en son istediğim şeydi bir mülteci gemisinde yaşamak. Kanala demirlenen ve yan yana dizilen iki gemide yaklaşık iki yüz mülteci barınıyor. İki gemi de en az altmış yıllık. Bir geminin adı Prenses Christina, benim kaldığım geminin adıysa Prenses Virginia.

Gemilerin giriş ve zemin katındaki kamaralar oldukça dar. İki dar yatak ve küçük bir sehpanın sığabileceği şekilde tasarlanmışlar. Üst kattaki odalarsa daha geniş. Odalarda en fazla iki kişi kalabiliyor. Kaldığım kamara giriş katında. Geminin güvertesindeki konteynerde çamaşır makineleri bulunuyor. Prenses Christina’da bir restoran bölümü var, orada üç öğün yemek yeniyor. Gemide daha çok Yemenli, Somalili, Filistinli, Eritreli, Mısırlı, Suriyeli mülteciler var. Türkiye ve İran’dan gelenlerin sayısı yirmiyi geçmez.

Gemiler şehir merkezine iki kilometre uzakta. Kanalın karşı tarafında bir şantiye firması deniz kumu taşıyor. Gemilerin karşısında ise bir reklam firması, petrol istasyonu, çeşitli dijital baskı merkezleri bulunuyor.

Evlerse biraz daha ötede.

“Babam ben buradayken öldürüldü, ailemi düşünmekten heder oldum”

Günler geçti. Hem gemideki yaşama hem de şehre alıştım. Gemide birçok kez kavgalara ve sözlü sataşmalara şahit oldum. Kavga edenleri bir kenara bırakırsak, kendi içerisinde dayanışma gösteren, birbirini kollayan çok sayıda mülteci var burada. Her biri, oturum sonrası kuracakları yaşamın, birbiriyle komşu olmanın hayalini kuruyor. Gemide yaşamak, farklı ülkelerden gelen insanlarla bir arada yaşamayı deneyimlemek, bazılarıyla söyleşiler yapmak benim için heyecan verici.

Örneğin kırk yaşındaki Tigraylı foto-muhabir ve gazeteci Mike, gemideki en iyi arkadaşlarımdan biri. Onunla sohbetlerimiz genellikle oturum sonrası yapacağımız işler ve mülteci gazeteciliğinin önemi üzerine. Zaman zaman Tigray, Eritre, Etiyopya, Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeler, bu yerlerin siyasi tarihi hakkında da tartışıyoruz.

Hem Hollanda’da hem de başka Avrupa ülkelerindeki kamplarda yaşayan tanıdıklarım da benzer korkular yaşıyor: “Ya buradayken ailemden birini kaybedersek, yasını tutamazsak? İşte bu çok kahredici olur.”

Oldukça çekingen ve sessiz bir karakteri var. Yirmi beş aydır gemide olmasının yarattığı ruh halinden bir türlü kurtulamıyor, her an ülkesinde ailesinin başına kötü bir şey gelmesinden korkuyor.

Mike, Tigray’da iletişim alanında mezun olduktan sonra gazeteciliğe başlamış. Ona göre Eritre ve Etiyopya hükümetleri, muhaliflere göz açtırmıyor. Bir sohbetimizde şöyle diyor: “İki ülkenin gerçekleştirdiği saldırılarda elektrik, internet ve telefon hatları kesiliyor, hayat ‘durma noktasına’ geliyor. Örneğin 2020’de Etiyopya Tigray’a saldırdığında ailemden çok uzak bir yerdeydim. Onlarla iletişim kuramıyordum.”

Eritre ve Etiyopya’daki otoriter yönetimler Tigraylılara karşı nefret söyleminde bulunuyor ve muhalifleri gözaltına alıyor. Mike da Hollanda’ya gelmeden önce gözaltına alınmış, yeni aldığı fotoğraf makinesi, bilgisayarı, haber notları ve hard diskine el konmuş.

Ancak ona acı veren materyallerine el konulması değil, sürgünde iken muhalif babasının öldürülmesi olmuş: “Babamın ölümü benim için kahrediciydi. Uzakta olmak, yasını tutamamak çok zor. Bu nedenle burada olabildiğince kimseyle kavga etmemeye, tartışmalara dahil olmamaya, sessiz kalmaya çalışıyorum. Çünkü aklım ailemde, buradaki en ufak bir tartışma ilticamın reddedilmesine neden olursa aileme iyi bir gelecek sağlayamam.”

Mike’ın babasının başına gelen, birçok mültecinin korkusu. Hem Hollanda’da hem de başka Avrupa ülkelerindeki kamplarda yaşayan tanıdıklarım da benzer korkular yaşıyor: “Ya buradayken ailemden birini kaybedersek, yasını tutamazsak? İşte bu çok kahredici olur.”

Mike, Türkiye’dekine benzer bir örnek de anlattı. Eritre hükümeti, tüm Tigraylı muhalifleri Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’ne (TPLF) üye olmamakla birlikte onlar adına suç işlemekle ya da onların propagandalarını yapmakla suçluyormuş.

“İstanbul’u ve rakı içmeyi özledim”

Çoğu zaman sürgün, ölümden kurtuluşun tek yoluydu. Mike’ın başına gelenler de bunu gösteriyor. O, yaşamak için bir bedel verdi ve sürgün olmayı, iyi bir gelecek için ailesinden uzakta kalmayı tercih etti.

Onun yaşadıklarına benzer acıları Rojavalı Kürtler hâlâ yaşıyor. 2014’te IŞİD Kobani’ye saldırdığında binlerce Kürt sürgün yollarına düşmüştü. Kürdistan bir mezar yeriydi ve mülteci merkezleri Kürtlerin yeniden sürgün mekânına dönüşmüştü. Hâlâ Kürdistan’ın dört parçasından Kürtler tehlikeli yollardan Avrupa’ya geliyor. Fransa, Almanya, İsviçre, İsveç, Hollanda’daki mülteci kampları Kürtlerle dolu.

Aynı haftalarda gemiye geldiğimiz yirmi iki yaşındaki Afrinli Dilovan’ın anlattıklarını dinlerken Mike’ın başına gelenleri anımsadım.

Afrin’den ayrılmak zorunda kaldıklarında henüz sekiz yaşındaymış Dilovan. İstanbul’a yerleşmişler. Dokuz yaşındayken bir tekstil atölyesinde işe başladığında hiç Türkçe bilmiyormuş ve hiçbir zaman emeğinin tam karşılığını alamamış. Dördüncü yılında “ortacı” işinden perde paketleme işine geçmiş, Türkçeyi öğrendikten sonra restoranlarda çalışabilmiş.

Birçok kişiyi başka kamplara uğurladık. Oturumu geldiği için kamptan ayrılanlar ise uzun aylar cezaevinde tahliye edilmeyi bekleyen mahkûmun sevincini yaşıyor. Mülteciler gemiden ayrılır ayrılmaz yerine başkaları geliyor ve bu döngü sürüyor. 

Dilovan hâlâ Afrin’deki çocukluk anılarını ve arkadaşlarını özlüyor, bir gün ülkesine dönmeyi umuyor.

Gemideki sınıfta bir araya geldik Dilovan’la. Telefonundan haritayı açtıktan sonra yolculuğundan söz etmeye başladı: “Türkiye-Yunanistan sınırına kadar arabayla gittik. Ardından bir saat yürüdük. Yaklaşık yirmi kişiydik. İki gün arabada uyuduk, on gün Sırbistan’da affedersin bok gibi bir otelde kaldık, arabada kalsaydık daha iyiydi. Sırbistan-Macaristan sınırı boyunca sekiz saat yürüdük. Macaristan bizi beş kez geri itti, ama pes etmedik. Slovakya’da on iki saat nezarethanede tutulduk, tekrar denedik ve Almanya’ya girmeyi başardık. İşte gerisi malûm, buraya geldik.”

İstanbul’u, Beykoz’un sokaklarını ve mekânlarını da çok özlemiş Dilovan: “Laf aramızda, rakı içmeyi de özlüyorum.”

İlticacıların oturum alana kadar resmi olarak çalışması ya da yurtdışına çıkması yasak. Bu nedenle birçok mülteci inşaat, restoran, pazar gibi sektörlerde kaçak çalışıyor. Bununla birlikte bazı ilticacılar yaşadıkları kamplarda kaçak iş yapıyor. Berberlik yaparak, sigara satarak, bisiklet tamir ederek ya da online çalışarak para biriktiriyorlar.

Onlardan biri, Suriyeli Dürzilerden Hamza. Beşar Esad yönetiminin halkına karşı ağır suçlar işlediğini, Suriye’deki iç savaşın herkesi olduğu gibi Dürzileri de etkilendiğini söylüyor. Kaçak yollarla Hollanda’ya ulaşabilen Hamza’ya göre kaçak çalışmaktan başka şansı yok: “Çünkü devletin ödediği haftalık on dört euro ile geçinmek imkânsız.”

Ukrayna, Suriye, Sudan, Yemen gibi çatışma ve savaşların hâkim olduğu ülkelerden gelen ilticacıların başvuruları olumlu sonuçlanıyor. Ancak diğer ülkelerden gelenlerden çeşitli kanıtlar isteniyor. Bu kanıtlar mahkeme kararı, soruşturma tutanağı, gözaltı kararı, yakalama emri ya da tehdit mesajları olabilir.

Hamza gibi birçok ilticacı, Ukraynalı mültecilere ayrıcalık sağlandığını düşünüyor. Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelenler uzun aylar resmi olarak çalışamazken, Rusya’nın Ukrayna işgalinin ardından Avrupa ülkelerine kaçan Ukraynalı mülteciler çalışma iznine sahip. Sadece dışarıda değil, birçoğu kaldıkları kamplarda da çalışma hakkına sahip. Üstelik yalnızca Ukraynalıların yaşadıkları kamplar var.

Mülteciler, her gün gemideki listede kendisine posta gelip gelmediğini kontrol ediyor. Gelen mektuplarda kişinin ne zaman ve nerede mülâkata gideceği yazıyor. Bazen başka kamplara gerçekleşen transferler için de mektup geliyor. Kaldığım süre boyunca birçok kişiyi başka kamplara uğurladık. Oturumu geldiği için kamptan ayrılanlar ise uzun aylar cezaevinde tahliye edilmeyi bekleyen mahkûmun sevincini yaşıyor. Mülteciler gemiden ayrılır ayrılmaz yerine başkaları geliyor ve bu döngü sürüyor. 

Gidişat

Hollanda’daki iltica kabul oranı Almanya, İsviçre, Danimarka, İsveç gibi ülkelere kıyasla daha yüksek. Burada oturum alma süresi ise çok uzun. Maksimum bekleme süresi yirmi bir ay dense de, otuzuncu ayında kamplardan ayrılanlar oluyor. Ter Apel’a resmi başvuru yaptıktan birkaç gün sonra polis ifadesi alınıyor ve ilticacılar kalıcı kamplara transfer ediliyor. Bazı ilticacılar birkaç farklı kampa transfer edilirken, şansı yaver gidenler tek transferle kurtulabiliyor.

Polis ifadesinin ardından yapılan ilk görüşme “yol mülâkatı”. Bunun için altı gün bekleyenler de var, altı ay bekleyenler de. Ben yetmiş yedinci günde mülâkata çağrıldım. Yol mülâkatında ne için iltica edildiğine ilişkin kısa bir bilgi isteniyor, ardından kişinin nerede doğduğu, bir mesleği olup olmadığı, ülkesinde savaşa ve silahlı gruplara katılıp katılmadığı konularına önem veriliyor. Yol mülâkatı transfer edildikleri şehirde de olabiliyor, Ter Apel’da da. Ben Ter Apel’da ifade verdim. İkinci mülâkatsa, ilticacı hakkında karar verilen son görüşme.

Gemide kalanların çoğu en az on beşinci ayında ikinci mülâkatını yapabildi ve mülâkattan kısa bir süre sonra oturumunu alabildi. Şu âna kadar olumsuz karar çıkanla karşılaşmadım, gemide ikinci görüşmeyi yapan herkes oturum hakkı kazandı. Bu arada, oturum almaları hemen gemiden ayrılacakları anlamına gelmiyor. Belediyelerinin belirlenmesi, ev sıralarının gelmesi bir ay ile bir yıl arasında değişebiliyor. Ukrayna, Suriye, Sudan, Yemen gibi çatışma ve savaşların hâkim olduğu ülkelerden gelen ilticacıların başvuruları olumlu sonuçlanıyor. Ancak diğer ülkelerden gelenlerden çeşitli kanıtlar isteniyor. Bu kanıtlar mahkeme kararı, soruşturma tutanağı, gözaltı kararı, yakalama emri ya da tehdit mesajları olabilir. Bunlar kanıtlandığında ve kişinin hayatının tehlikede olduğuna dair “kanaate varıldığında” oturum alınabiliyor.

Benim hikâyem

Benim hikâyem Tigraylı Mike’ın, Afrinli Dilovan’ın, Kobanili Rojhat ile Dîyar’ın, Filistinli Ahmed’in ya da Ukraynalı savaş mağduru mültecilerin hikâyesinden farklıydı. Savaşın ortasında değildim, ölümle de tehdit edilmiyordum. Ancak henüz on yedi yaşındayken yazdığım bir yazı (“Türkiye’de Kürt olmak” başlıklı) başıma çok iş açmıştı…

Soğuk bir kış sabahıydı. Konya’daki Kürt köyünde ailemle birlikte yaşıyordum. Evimizin önünde onlarca asker belirdi, blogumda yazdıklarımdan ve paylaştıklarımdan ötürü gözaltına alındım. Uzun süren sorgunun ardından nezarethaneye geçirildim. Nezarethanenin penceresi açıktı ve içerisi buz gibiydi, ince battaniyenin altında tir tir titrerken askerlerin gece yarısı “Her Türk asker doğar!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” naralarıyla irkildim. Bir askerin nezarethane kapısına gelip bana silah doğrultmasını ve “Seni bu gece burada gebertsem, beni bundan kim alıkoyar ki?” demesini hiç unutamıyorum. Ve haklıydı. Onu bundan alıkoyabilecek hiç kimse olamazdı.

Ertesi gün çıkarıldığım mahkeme hakkımda tutuklama kararı verdi, Konya hapishanesine gönderildim. Kaldığımız koğuşun adı Tecrit-1 idi. Avluya çıkmanın yasak olduğu, dar ve giriş katında bir odaydı. Yan odalardaki adli tutukluların gece gündüz marş okuduğu, gardiyanların onları kışkırttığı bir süreçti. “Türkiye’de Kürt olmak” yazısında bahsetmek istediğim de buydu.

Hapishane günlerinde Kürtlerin neden Welatê Xerîbîye’ye (Yabancı Ülke) doğru yola çıktıklarını anlamıştım. Hapishanedeyken hakkımda yeni bir dava açılmıştı, iki davadan yirmi ay hapis cezasına çarptırılmıştım. Yedi buçuk ayım hapishanede geçti.

Bu hapishane sürecinden bu yana on altı yıl geçti. O günden bugüne yazdığım haberlerden, söylemediğim sözlerden dolayı hakkımda çeşitli soruşturmalar açıldı. Bazıları devam ediyor, bazıları için “kovuşturmaya yer olmadığına” kararı verildi. Yurtdışına çıkmam yasaklandı, pasaportuma el kondu, çalışmalarımı tamamlamam engellendi.

On altıncı yılın sonunda artık ülkeyi terk etmeyi tercih ettim. Bu, karanlık, belirsiz ve uzun bir yolculuktu şüphesiz. Bu sürgün yolculuğunda geride bıraktığım anılarım, sevdiklerim ve ideallerim benimleydi. Ancak sürgün benim için yeni bir kavram değildi. Benim hikâyem, Kürtler Kürdistan’dan Orta Anadolu’nun çöllerine sürgün edildiğinde, göç ettiğinde, orada zorunlu iskana tabii tutulduğunda başlamıştı. Üç yüz yıla rağmen ne oralı olduk ne de şimdi bu yabancı ülkede buralıyız.