MÜZİK DOLABI
20. YILINDA GEVENDE

Yol, yolculuk, yoldaşlık

Gevende bundan yirmi sene önce Eskişehir’de nam saldı, 2006’da “Ev” albümüyle dünyaya açıldı. 2011’de “Sen Balık Değilsin ki”, 2017’de “Kırınardı” albümleriyle köklerini Anadolu’nun ortasında durduğu geniş bir coğrafyadan alan modern ses manzaraları oluşturdular, ama asıl konser performanslarıyla sadık ve geniş bir takipçi kitlesi yarattılar. Hal böyleyken beş yıldır birlikte çalmadılar, neyse ki 13 Ocak’ta yirminci yıllarını dinleyicileriyle beraber kutladılar. Gevendeciler yirmi yılın muhasebe defterini tuttuk…
Söyleşi: Alâra Kuset

Beş yıl aradan sonra, 20. yıl konseriyle dinleyicilerinizle buluştunuz. Bu kadar uzun bir aradan sonra bir araya gelmek nasıl bir duyguydu?

Gökçe Gürçay: Tek kelimeyle olağanüstüydü. Hele ki aradan geçen beş yıldan sonra. Pandeminin de genleştirdiği bir zaman aralığı oldu bu. Hem beşli olarak tekrar çalmak hem de bizi dinleyenlerle ve sadece İstanbul’dan değil, birçok şehirden ve ülkeden geldiğini duyduğumuz insanlarla buluşmak inanılmaz güzellikteydi. 

Ahmet Kenan Bilgiç: Diğer konserlerden farkı yirminci yıl olması. Bir diğer fark da beş sene aradan sonra bir araya gelmemiz. O çok özel kıldı konseri. Sesinden kaydına, görselden ışığına, prova sürecinden ilk kez denenen sistemlere, çok iyi bir ekiple çalıştık. Farklı disiplinlerle tekrar yan yana gelmek ve artık çoluk çocuğa karışmış arkadaşlarımızın çocuklarıyla beraber konsere çıkmak zaten başlı başına bir festival gibiydi. Özellikle de seyirciyle dijital platformlar üzerinden buluşma alışkanlığının yaygın olduğu ve artık her şeyin sanal platformlarda döndüğü bir dönemde yüz yüze bir buluşma bizim için çok değerliydi.

“Yüz yüze”yi açmak istiyorum. Herkes oradaydı. Yani zihnen ve bedenen bütünleşik olarak herkes oradaydı ve bunu çok yoğun hissettirdiler bize. Konser karşılıklı bir sevgi yumağına döndü. O bulutu gördük sahneden. O yüzden dinleyici demeye dilim varmıyor. Yüksek bir enerji dönüyor aramızda: Biz buradayız, siz oradasınız, herkes mutlu… Bu çok iyi hissettirdi. Hepimiz beş senelik aranın çok fazla olduğunu hissettik. Ama bir yandan da bir şikâyet, geriye dönük bir pişmanlık yok. Akış bu şekilde oldu. Biz de o akışla devam ediyoruz.

Pandemiyi nasıl geçirdiniz?

Bilgiç: Bende hâlâ orası kara delik gibi, hangi seneydi, ne yaptık, ne ettik… Ekip olarak nadastaydık. Sevdiğimiz gruplar, müzikler, muhabbetler devam etti, ama üretim olarak daha çok kişisel üretimlere yönlendi herkes pandemi ve sonrasında. Gevende özelinde çok aktif değildik. Nadasa bırakılmış bir haldeydik.

 

Bu nadas döneminde neler dinlediniz, kimlerden etkilendiniz?

Bilgiç: Emerson, Lake and Palmer, Arlo Parks, Dirty Projectors, John Greenwood’un film müzikleri, Shamram Nazeri, Mari Boine…

Gevende Kürtçede çalgıcı, müzisyen demek. Bu ismin hikâyesi nereden geliyor?

Bilgiç: Gevende aslında hiçbir dile ait değil. Adıyaman, Mardin, Malatya bölgesinde düğün çalgıcısı anlamına geliyor. Biraz da sokak ağzında oluşan bir şey, “govend” kökünden gelen, genellikle boş beleş, işe yaramaz ve müzisyen, düğün çalgıcısı mânâsında kullanılıyor.

Kürtçede böyle bir kelime yok. Tamamen yöresel ağızlara ait. Tüm Anadolu’da olduğu gibi Doğu Anadolu’da Kürtçe, Ermenice, Süryanice, birçok dil konuşuluyor, o dillerden gündelik ağza geçen ve kökeni çok farklı yerlere dayanan çeşitli kelimeler var. Gevende de onlardan biri aslında.

Vokal sizin şarkılarınızda dille dilsizlik arasında bir araç gibi kullanılıyor. Bunu biraz açar mısınız? Bir de dinleyicilerinizden şarkılarınızı ezberlemeye çalışıp söyleyen oldu mu hiç konserlerde?

Bilgiç: Tabii söylemeye çalışan oluyor, bazen denk geliyoruz. Evet, vokalimiz resmi olarak bir dil değil, öte yandan dili nasıl tanımladığınıza da bağlı. Eğer iki kişinin karşılıklı sesler çıkararak bir iletişim haline geçtiğini düşünüyorsanız, o sesin herhangi bir dile ait olup olmadığını düşünmeye başlamazsınız. Anlaşıyorsanız anlaşıyorsunuzdur. Nasıl saksofon İngilizce ya da Fransızca çalmıyorsa… Melodi, armoni ve ritmle beraber o sözler yan yana geldiğinde, Türkçe, İngilizce ya da bildiğimiz bir dilde şarkı sözü dinlerken yüklemini, öznesini, gramatik yapısını bildiğimiz için anlıyoruz. Ve o yüzden ayrıştırabiliyoruz. Bilmediğim bir dilde şarkı dinlerken de aslında o şarkıdaki ritm, melodi ve armoni vokalle beraber yan yana geldiğinde kendiliğinden öznesi ve yüklemleri belli olmaya başlıyor. Başlangıç var, bitiş var, belli bir mimari bir yapı var, bunu müzikle beraber duyuyorsunuz ve bir süre sonra da tamamlanması gereken bir şey var, yani anlam.

Samuel Beckett’ın çok güzel bir cümlesi var Godot’yu Beklerken’de: “Ama anlama karşı duyulan bu ilgisizlik içinde bu anlam arayışı da ne oluyordu?” Tam bu noktada hep bunu söylüyorum. Kişi bir yerden sonra anlam aramaya başlıyor ve anlam aramaya başladığında, bunu bilmediği için dilin anlamı dinleyende bir imaj yaratmaya refleks olarak başlıyor. Kafasında hikâyeyi kendisi tamamlıyor. Biz de işin bu kısmını çok seviyoruz. Bambaşka bir yerden bir iletişim kurulduğunu hissediyoruz. Zamanında bunu denedik, sevdik ve buradan devam ettik.

“Sevdiğiniz yazar?” dendiğinde ilk aklıma gelen Ursula K. Le Guin. “Kırınardı” albümündeki “Omelas” ona referanstır. Sanki bilinmeyen, hiç görülmeyen bir ülkenin bir festivalinde çaldığımız bir parça gibi.

Vokaliniz bir tür normatif dili kırma çabası ve bu da şiiri hatırlatıyor. Şiirle kuvvetli bir ilişkiniz var. Örneğin, Sen Balık Değilsin ki albümünüz adını Oktay Rifat’ın şiirinden alıyor. Edebiyatla, şiirle ilişkiniz nasıl? Sevdiğiniz şairler, yazarlar kimler? Grup olarak birlikte kitap okuduğunuz oluyor mu hiç?

Gürçay: Üniversiteden itibaren farklı dallarda, farklı eğilimlerde, Edgar Allan Poe’lardan Orhan Veli’lere, farklı edebi akımlara, daha sonra “daha başka dünyalar varmış” demelere, örneğin felsefe ve Yunan mitolojisine, Nietzsche’ye uzanan okumalar yapmışızdır, paylaşımlar olmuştur, üstüne konuşulmuştur, ama temel olarak edebiyatın yönlendirdiği bir şey değil yaptığımız müzik. Daha çok sesin ve müziğin yönlendirdiği şeyler anlatıyoruz. Birbirimize kitap tavsiye etmemiz hep vardır, ancak edebiyat tartışan bir ekip olduğumuzu hatırlamıyorum.

Aslında okuyarak kapatmamız gereken bir ara var, o da şu: Aşık Veysel toprağa, doğaya yakındı ve bunu 12 kelimeyle tak diye anlatabiliyordu. Belki biz aradaki farkı, bu medeni dünya içinde, okuyarak kapatmaya çalışıyoruz. Limbik sistemler bir bütün ve müzik de beyne sıçrayan bu kanallardan biri. “Sevdiğiniz yazar?” dendiğinde ilk aklıma gelen Ursula K. Le Guin. Kırınardı albümündeki “Omelas” ona referanstır. Sanki bilinmeyen, hiç görülmeyen bir ülkenin bir festivalinde çaldığımız bir parça gibi. Bir vizyon ya da bir anmış gibi; bir fotoğrafını çektiğimiz ya da kendimizi öyle bir festivalde çalarken hayal ettiğimiz bir şeyle bağdaştırdığımız küçük bir bağlantı aslında.

 

“Beboyi Yerki” isimli şarkınız bir Ermeni türküsünden uyarlama, “Saroyan” adında bir şarkınız da var. Ermeni kültürüyle ilişkiniz nereden geliyor?

Bilgiç: Hepimizin adına, “aslında tamamıyla Mihran Tomasyan’dan geliyor” diyebilirim. Mihran Tomasyan, Aras Yayıncılık ve tabii Mihran’ın babası Toma abimizden. Ermeni kültürüne dair kendi kolektiflerinde yaptıkları buluşmalar, yemekler, kitap fuarlarındaki etkinlikler… Mihran’la Ermeni kültürünün detaylarına indik, ama onunla tanışmadan önce de üniversitede “Beboyi Yerki” türküsünü dinliyorduk, seviyorduk.

Anadolu’da onlarca farklı kültür var, o kültürlerden birçok şey gündelik hayatımıza gelmiş –bunları hâlâ bilmiyor olabiliriz. Ermeni kültürü de bunlardan biri. Türkiye’de edebiyattan şarkılara, yemeklere pek çok şey kazandırmış çok güçlü bir kültür olduğunu iyice içine girdikçe anlamaya başladık. Özellikle bir Ermeni türküsü bulalım, Ermeni bir yazar bulalım demedik, ama Anadolu’ya açıldığınız andan itibaren bu çokkültürlülükten bir kaçışınız yok zaten. O yüzden, “Beboyi Yerki”nin seçilmesi, William Saroyan’ın seçilmesi, bunların hepsi akışta gelen, iç içe geçen varoluş desenleri. Seviyor muyuz? Çok seviyoruz o müzikleri. Ermeni müziklerini nasıl seviyorsak, Kürtçe müzikleri, Yahudi müziklerini, Sefarad müziklerini de seviyoruz. Flamenko da, Çingene müziği de öyle. Zaten kültüre dair müziklere, dünya müziğine çok meraklı bir ekibiz.

Buradan Oktay Rifat’a da bağlayayım. Oktay Rifat’la buluşmamız da Mihran Tomasyan’ın Sen Balık Değilsin ki eseri üzerinden. Biz tam o sırada yeni albümü yapıyorduk, Mihran’ın sahnede dansla anlattığı hikâye bizim içinde bulunduğumuz ve yakınlık kurduğumuz bir hikâyeydi. Aramızda tatlı bir nişan olsun diye alıntı yaptık aslında. Şiirden oyuna, oyundan albüme gibi bir yolculuğa gitti. Biz bu akışa ve yaşadıkça hayatın sana verdiği cevaplarla beraber oluşan sohbete daha çok yer veriyoruz galiba.

 

Konserde “Beboyi Yerki”yi ilk defa Strasbourg’da sahnede çaldığınızı anlattınız. Bir parçayı ilk defa sahnede ortaya çıkarmak nasıl bir deneyimdi?

Ömer Öztüyen: Kendi adıma şöyle düşünüyorum: Sahne bir oyun alanı. Hem attığın her adıma çok dikkat ettiğin, hem de hataların önemsiz olduğu ve aslında her hatanın çok güzel bir yere bağlanabileceği bir oyun alanı –özellikle doğaçlama yaparken.

Hata dememin sebebi, onu bir hata gibi kabullenmek değil de, cesaret adımları gibi görmek. Müzikte bu çok işe yarıyor. Bizim yaptığımız işte de öyle. O oyun alanında doğaçlama yapmak çok keyifli bir şey. Orada çıkıyor, orada dinliyorsun, orada o duyguyu yükseltiyorsun. Orada yaptığın o şeyi sadece beş kişi ile de yapmıyorsun. O hep birlikte yaşadığımız bir duygu olduğu için daha da tatlı oluyor.

Gürçay: “Beboyi Yerki”yle ilgili şunu hatırlıyorum: Daha geçen akşam çok yakın arkadaşlarımıza bu parçanın Strasbourg kaydını dinlettim ve orada tekrar anladım ki, aslında o anda olan bir şey değil. Onun çok uzun bir geçmişi var. Gasparyan’dan o kadar çok dinlemiş, dinlemiş, dinlemişiz ve kulağımızın içinde kalmış ki. Bütün şarkının seyri zaten o hikâyeyi anlatmak üzerine birleşmiş. Yani doğaçlama yapacağız ya da doğaçlama olmayan bir parça yapacağız gibi kesin hatları olmayan, parçanın seyrine hizmet eden bir akış izlemişiz.

Sonra da noktasına virgülüne dokunmadan aynı aranjmanı albümde çaldık. Sanki Eskişehir’de dinlediğimiz zamanlardan beridir gelen, çok aşina olduğumuz bir şeyi orada tekrar oluşturduk. Bunun içinde doğaçlama anları vardı, ama doğaçlama zaten birbirini dinleyip birbirini tamamlamak, pas vermek, pas almak, Ömer’in de dediği gibi bir çeşit oyun hali. Onun da bazen çok güzel şeyler oluşturması olası.

Bilgiç: Bir de biz evlerde doğaçlama çalan bir ekip olarak doğaçlama kültüründen geliyoruz zaten. O yüzden özellikle çok sık turnelediğimizde ve seri konserlerin olduğu zamanlarda evde, stüdyoda, sahnede çalmak arasında bir fark olmuyordu. Müziğin üretim süreci sahne olunca, insanlarla buluşunca, bir sunum yaptığın hissiyatı tatlı bir utangaçlık ve çekingenlik yaratıyor, ama bir yandan da tatlı bir şımarık alan bırakıyor. İşte orada seyirci kompozisyonu ele alıyor aslında. Müziğin kendisi de buna çok açık. Çünkü bir his geldiğinde girecek bir yeri var, çünkü biz alanı açabiliriz ya da hemen kısaltıp geçebiliriz. Bir duygu hoşumuza gittiyse, orada 15 dakika daha durabiliriz ve gezinebiliriz. Öyle bir açıklık olunca, söz de işin içine girdiğinde bütün dünyayı çizgileriyle tanımlamayınca, yani çerçevesini koymayınca muhteşem bir oyun alanı oluyor gerçekten.

 

Gevende dinleyicilerinde çoğu zaman yol, gitmek, kalmak ya da aidiyet gibi temaları çağrıştırıyor. Twitter’da da birçok kişi yoldayken Gevende şarkıları dinlediğini yazmıştı. Şarkılarınızı oluşturma hikâyeniz hep bir yolculuk temasıyla, bir akışla birlikte gidiyormuş gibi. Bu yola düşme ya da bazen yola düşememe hakkında neler söylemek istersiniz?

Gürçay: Gevende’nin Eskişehir’de geçirdiği zamandan sonra yaptığı bir yol var: İran, Pakistan, Hindistan, Nepal seferi. Beraberce yaptığımız, yanımıza enstrümanları da aldığımız bir müzikal yolculuk… Bence yolculuk temalarıyla ilgili en yoğun bağlar o seyahatte şekil aldı. Belki bugüne kadar gelmiş olan kimi bağlar da öyle. Yolculukla ilgili bağlantı dendiğinde aklıma ilk bu geliyor. Sonradan yapılan yollar sanki bu işi sürekli kılıp yol hissiyatını bir yol arkadaşlığına, tam anlamıyla bir yoldaşlığa dönüştürmüş. Bir şarkının içindeki oluşum hikâyesinde “yolculuk” duymak çok normal, keza parçaların yolculukta iyi gitmesi de. Şunu ekleyebilirim, ana motivasyon o yolculuğu oluşturmak değil. Mesela Kırınardı albümü daha belli bir “yeri” işaret eden, “Kırınardı” diye bir yer tahayyül eden, bir ütopya mı, distopya mı, her neyse, başka bir yerden bahseden bir hikâyeler bütünü. O bakımdan da Gevende’nin kendi seyri yolculuktan uzak bir şey değil. Ama dediğim gibi, yolculuk şarkıları yapalım, yolculukta iyi gidecek şarkılar yapalım gibi bir yerden asla çıkmıyor tabii.

Bilgiç: Zaten illa böyle bildiğimiz yola bağlamak zorunda değilsin. Sabah kalkıp güneşi gördüğün an zaten bir yoldasın. Yani aslında daha geniş anlamda bir yol üzerinden düşünebiliriz.

Gürçay: Samanyolu’nun da kendi içinde döndüğünü yeni öğrendim. Güneş sistemi de Samanyolu’nun içinde dönüyormuş. Galaksi oluştuktan bu zamana kadarki güneş sistemi olarak dönüş sayımız sadece sekiz. Yani, sekizinci Samanyolu yılımızdayız güneş sistemi olarak. Koca sistem olarak dönüyoruz zaten, hep beraber yoldayız.

Madem felsefeye girdik, oradan devam edelim. Müzik felsefesinde ritm ve armoni üzerine çok düşünülüyor ve kimi çağdaş filozoflar ritm ve armoninin faşizan olabildiğinden, armonide ısrar etmenin kimi zaman bir tür tahakküme sebep olabileceğinden bahsediyorlar. Siz de ritmle, armoniyle epey oynuyormuşsunuz gibi…

Bilgiç: Merak ettim, melodiyle alıp veremedikleri nedir?

 

Başı sonu belli bir şey olmasını pek sevmiyorlar, doğaçlamaya daha yakınlar.

Bilgiç: Merak ettim o müzik felsefelerini. Zaten müzik tanımı ritm, armoni, melodi diye üçlenir.

İşte o genel tanımın dışına çıkmaya çalışıyorlar.

Gürçay: Genel bir karşı çıkış yapayım hemen. Biz birtakım fiziksel kurallarla, tel uzunluklarıyla, tınılar dünyası içinde müzik yapıyoruz. İnsan kendi kendine de müzik üretebilen bir canlı. Kimi zaman bir grupla, kimi zaman tekil, kimi zaman ikili. İşin içine faşizan gibi bir kelime katmak bende biraz alerji yaratıyor, çünkü zaten müzik Afrika’da doğmuş, sonra başka yerlere gitmiş, ama mesela Avrupa’nın dip mağaralarında küçük bir flüt bulunmuş. Ve hiç kimse Afrika’ya gidip ritmleriniz çok faşizanmış demeyi düşünmez, ya da söz konusu filozoflar Aşık Veysel dinleseydi faşizan bulmazdı.

Öztüyen: Marş ritmi çok eğlenceli. Marş tonunu da, sound’unu da seviyorum. O tınıları da seviyorum, ama onun nerede, nasıl kullanılacağına biz karar veriyoruz. Onu güzel kullanmak ya da bir amaç için kullanmak bize bağlı. Klasik müzik çok güzel, ama kilise içinde kullandığında, dini bir amaç için kullandığında bir yerde tıkanıyor ve bir amaç için kullanılmış oluyor. Yani güzelleştiren de o işi kötü yapan da insan.

Hazır bu meselelere girmişken, “Müziğin nesnesi nedir?” sorusu epey tartışılıyor müzik felsefecileri arasında. Yani, neye müzik diyoruz, performansın kendisine mi, yoksa kayıtta duyduğumuz şeye mi? Beste, yani yazılı olan şey mi müzik? Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Bilgiç: Titreşimini hissettiğim her şeyin müzik olabileceğini çok rahatlıkla söyleyebilirim. Yani nasıl renkler de aslında bir titreşimle göze sinyal yollayan bir şeyse. Çok sevdiğiniz biriyle yan yana geldiğinizde güzel bir sohbet dönüyorsa, orada müzik vardır. Karşılıklı titreşiyorsanız yani. O yüzden tanrı kavramına, doğa kavramına çok yakın bir yerde duruyor müzik. Benim için öyle bir yerde durduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çok kutsal bir yerde duruyor anlamında değil, tam tersine her yerde, gündelik hayatımızda her yerde olması bakımından. Bir yandan da çok sıradan bir şey müzik.

Gürçay: Kayıt insanlık tarihinde çok yeni bir şey. Kayda hiç itirazım yok, hatta çok memnunum. Kayıtlı müzikle büyüdüm, yani kayıtlı müziği algılayarak. Miles Davis’in filanca barda verdiği konseri asla izleyemeyeceğim. Diyelim ki o gece Miles Davis bir şeyler yaptı, daha sonra bu yaptıklarını değiştirip planladı ve onlar albüme girip bize ulaştı. Ben bu ulaşma kısmının öncesiyle de ilgileniyorum, o yüzden müzik dendiğinde kayıt bana biraz yeni bir şeymiş ve aklımız orada karışıyormuş gibi geliyor. Kayıttan önce müzik erişilmesi çok daha zor bir şey, yani gerçekten canlı olarak dinlemek gerekiyor. Bunun içinse kimi orkestralar ya da kimi köy düğünleri gerekiyor, bu Fransa’da da olabilir, Gürcistan’da da, Çin’de, Japonya’da, Kamboçya’da ya da Kızılderililerde de olabilir. Onların kendi arasında ritüeller, dini inanışlar birçok şeyin içinde hangi amaçla, hangi motivasyonla yapıldığı, önem kazanan bir hal alıyor bu sefer de. Onlar için müzik bir sanat parçası değil, hayatlarının bir parçası. Bu bakımdan Ahmet’e katılıyorum. Ben de müziği hayatımın bir parçası olarak görüyorum.

Bilgiç: Müziği gündelik hayattan koparan şey endüstrileşmiş olması. Bir yandan biz de bu endüstrinin kaymağını yiyoruz. Yani Spotify’ı açtığım an sevdiğim birine benzer milyon tane müzisyen sunmasına bir artı olarak da bakabilirsin, ki ben asla böyle bakmıyorum. Endüstrileşmenin getirileri de, götürüleri de var. Bahsettiğimiz uzaklaşma bunların en büyüğü. Müzik endüstrileştirilip sonra da metalaştırılan bir şey haline geldi. Ama bu bütün sanat disiplinlerinin başına gelen bir şey bir yandan.

Fransız besteci Olivier Messiaen’in çok güzel bir notu var: “Bir kuş ötüşüne sadece benzetme olarak ‘müzik gibi’ diyebiliriz. Ama eğer bizim kuşumuz başka bir kuşu kendi alanına sokmayacak etkiyi yaratabiliyorsa, buna müzik dememiz gerekir.” Bunu Ulus Baker’in bir yazısında okumuştum. 

Spotify yüzünden albüm dinleme alışkanlığının kaybolduğu konuşuluyor. Bir albümü açıyoruz, bir parçayı beğeniyoruz, sonra sürekli onu dinliyoruz. CD-çalar varken bütün albümü dinlerdik.

Öztüyen: Ben böyle yapmıyorum. Geçen gün ukulele için bir şarkı ararken bir adamı keşfettim, sonra dedim güzelmiş ve tek tek bütün albümlerini dinledim. Ben genel olarak yaklaşıyorum ve bir albümü baştan sona dinliyorum. Bu arada, evde keyifli olması için sevdiğim parçalardan bir liste yapmıyor değilim, ama hep albümü baştan sonra dinlerim.

Gürçay: Benim CD zamanında da bir parçaya taktıysam onu repeat’e alıp dinlemişliğim, geri kalan parçalarla hiç ilgilenmemişliğim var. Ama söylediğinizde haklısınız, yani albüm dinleme alışkanlığı daha odaklanılmış bir zaman istiyor ve zamanı bu kadar bir tıkla ayarlayamadığınız şartlarda müziği algılamanın, alımlamanın, anlamanın, onunla bağlantı kurmanın, üstüne düşünmenin biraz daha yoğun olduğu bir dönemi hepimiz gördük.

Öztüyen: “Müzik nedir?” sorusuna ekleme yapmak istiyorum. Akademik olarak okullarda, konservatuarlarda müziği hep şöyle düşünüyorlar: Ritm önce geliyor, sonra melodi, sonra armoni. Bunlar bir araya gelince müzik oluyor diyorlar, ama çeliştikleri bir yer var aslında. Yıllar önce ders için bana Gregoryen müzikleri diye bir şey dinletmişlerdi ve sanki bu müzikte zaman yoktu, yani müziğin herhangi bir temposu yoktu. Söylenen her şey zamansız, düz bir platformda oluyor. Bütün sesler uzayan, birbirinin üzerine oturan armonilerden oluşuyor. Sözler uzun ve sanki başka bir gezegenin müziği gibi, üstelik bundan 200-300 yıl önce yapılmış bir müzikten bahsediyoruz. Bir yandan dönemin müziği, bir yandan da zamansız bir müzik, çünkü şu an dinlediğimde de bir o kadar etkileniyorum. O yüzden, müziğin zamanının olmadığını, bütün her şeyin hissiyatla alâkalı olduğunu düşünebiliriz. Artık bence ritmin kendi de müziğin bir parçası, yani müzik aslında. Çünkü bana bir şey hissettiriyor. Tek bir melodi, bir mırıldanma, bir ıslık bile bir şey hissettiriyor. Tek bir akor bile bir sürü şey hissettirebiliyor, ki bunu filmlerde görüyoruz zaten. Doğada da müzik var: Pulsar diye bir yıldız biçimi var, bu yıldızın sesini kaydettiler, bildiğiniz elektronik müzik. Çok hızlı dönen bir şey ve çok orijinal, güzel bir sesi var.

Bilgiç: Bizce tekno 400 sene önce keşfedildi. Pakistan’da bir ayine katıldık, 12 tane davul ve hayvan derisine gerilmiş ufak ufak aletleri vardı. Hiçbir elektronik sistem yok, ne bir hoparlör ne bir kablo ne bir mikrofon. Yanımda minik kayıt cihazı vardı, ama o kadar yüksek bir titreşim yaratıyordu ki o davullar, o kadar yüksek bir sound veriyordu ki, kayıt alamadım. Tam anlamıyla tekno oydu ve çok iyi kulüplerde, sistemlerde dinlediğimde dahi bu kadar etkili bir titreşim gelmiyordu. Analog bir titreşime hiçbir şey denk düşmüyor. Titreşimin ilk çıktığı andan geldiği yerle arası beş-on metre ve arada insan faktöründen başka hiçbir şey yok. Hiçbir şeyden geçmeden, endüstriye hiç uğramadan sana geliyor. Bunu şaka diye değil, ciddi olarak söyleyince komik geliyor, biliyorum, ama gerçekten tekno keşfedilmiş ve zaten 400 senedir her perşembeyi cumaya bağlayan gece bunu yapıyorlar. Olan o titreşimle insanın ilişkisi sadece. Şu an olan ise iktidar ve güç sahiplerinin “işte o müzik bu”, “şu müzik tekno” deyip her şeyi kutulara sokması. Endüstri müziğin içindeki bütün güzellikleri böyle ufak ufak kutulara koyup bu zamana kadar böyle taşımış ve müzik gittikçe daha da kutulaşıyor. Eskiden bir kutu alıyordun, evde dinleyince de aynı kutuda takılıyordun. Şimdi alıyorsun, içinden on bin tane daha kutu çıkıyor, açıyorsun, her şeyi çok tanımlı ve çerçevesi çok sert çizilmiş durumda.

 

Albümlerinizde, özellikle Kırınardı ve Sen Balık Değilsin ki’de deniz, rüzgâr, kır gibi doğayla ilişkili temalar karşımıza çok çıkıyor. Şehirle ilişkinizi nasıl kuruyorsunuz? Şehrin sesi, gürültüsü, kaosu üretiminizi ne ölçüde besliyor veya ona ket vuruyor?

Gürçay: Sanki ikinci albümde, Sen Balık Değilsin ki’de daha çok karşımıza çıkan bir şey gibi şehrin etkisi. Çünkü biz Eskişehir’deyken, öğrencilik zamanlarında daha çocuksu, daha masum, belki bir miktar daha dünyayla bağlantılıydık, ama dünyanın her şeyinden de haberdar değildik. Ne zaman ki Gevende olarak Eskişehir’den İstanbul’a göç ettik, şehrin, hele ki İstanbul gibi büyük bir metropolle karşılaşmamızın etkileri ortaya çıkmaya başladı. Onun içindeki sessizlikler, zamanı yavaşlatan, sündüren, zamanlaması hiç alışık olunmayan kimi yapılar Sen Balık Değilsin ki’de ve İstanbul’a hicret ettikten sonra gelmiş gibi geliyor.

“Müzik nedir?” sorusuna dönecek olursam, Fransız besteci Olivier Messiaen’in çok güzel bir notu var: “Bir kuş ötüşüne, alelâde bir ötüşe, sadece benzetme olarak ‘müzik gibi’ diyebiliriz. Ama eğer bizim kuşumuz başka bir kuşu kendi alanına sokmayacak etkiyi yaratabiliyorsa, buna müzik dememiz gerekir.” Bunu Ulus Baker’in bir yazısında okumuştum. Gider gelir hep bu örneği düşünürüm. Yani bir kuşun ötüş olarak kendini, kendi alanını tanımlama hali. Öbürü alelâde bir kuş ötüşüdür gibi bir fark yaratıyor. Bu betimleme bana hep iyi gelmiştir. Yani bir efekt yaratmak, bir alan yaratmak, bir etki alanı yaratmak diğer kuşa. Ulus Baker’in o yazısını da dönüp dönüp okurum senelerdir.

Bilgiç: Messiaen’in “Başkasının o alana giremeyeceği bir etki yaratıyorsa” diyerek bir olumsuzluk üzerinden örneklendirme yapması bana biraz garip geldi. Başka kuşları da eşlik etmek için çağıran ve o etkileşim alanına sokan bir kuştan bahsediyor olsaydı katılırdım. Çünkü müzik tam anlamıyla bu titreşimin ilk çıktığı yerden başka titreşimleri de yan yana alıp bir hikâye oluşturmasıyla ilgili, zaten çekiciliği de burada. Messiaen de böyle bir sınır çizmiş aslında. Ama ne demek istediğini de çok iyi anlıyorum. Gene de müziği “başkasını sokmuyor” diye bir yerden örneklendirmek bana pek sağlıklı gelmedi.

Serkan Emre Çiftçi: Ben daha çok şöyle anladım, performans yaptığı için böyle sınırlandırmış. Yani alelâde bir ötüş olduğunda diğer kuşları kendine doğru çekiyor veya bir kuş öttüğünde öbürü cevap veriyor, ama bir performans olduğu zaman dinleme moduna geçiyorlar.

Bilgiç: Yani kendi sahnesini yaratıyor aslında, doğru.

Komünite meselesi aramızda konuştuğumuz bir şey değil. O an oradaki enerji bunu söyletti. İlk kez “Biz bir komüniteyiz” diye bir cümle kuruyoruz. Bir komünite aynı değerler üzerinde el ele yürüyen insanlar topluluğudur. Benim için basit bir tanım bu ve bu en basit tanımı karşılayan bir topluluk vardı orada.

Konseri stand-up’çı Deniz Göktaş’la açtınız. O nereden aklınıza geldi? Ve nereden geliyor ODTÜ’lülerin bu Gevende sevdası?

Gürçay: Deniz Göktaş kendisi de anlattı, “Deniz, hoşgeldin, burası Devrim Stadyumu, oturuyoruz, Ulus Baker var, okuyoruz, Gevende var, dinliyoruz” gibi bir durum varmış ODTÜ’de. Gevende’nin ODTÜ geleneği, kültürü içine nasıl girdiğini tam olarak bilmiyoruz. Kendimce şöyle düşünüyorum, 2011’de çıkan bir albüm olarak Sen Balık Değilsin ki’nin hafif bir reformist tarafı var, müziğin yapılışına, müziğin formlarına, parça uzunluklarına, diline dair. Biz müzikte reform yapacağız diye yola çıkmadık, sadece içgüdüsel olarak oluşturduğumuz bir albümdü o. Ve birçok insandan duyduğumuz göre, yaratıcılığı çok besleyen, hayaller kurduran, hikâyeler yazdıran, hislere dokunan bir albüm olmuş. ODTÜ özelinde nasıl olduğunu tam olarak bilmesek de, alışılagelmiş müzik tarzlarından ve formlarından biraz daha başka bir şey olarak farklı ve besleyici bulduklarını zannediyorum.

Deniz Göktaş’ı sahneye çıkarmamızsa şöyle oldu: Konserin açılışıyla ilgili bazı fikirler vardı, örneğin bir ön grup çıkarmak gibi. Acaba daha parlak bir şey ne olabilir filan derken, Deniz Göktaş aklımıza geldi. Röportajlarında bir Gevendesever olduğu, yeni aldığı kulaklıkları Gevende’yle test ettiği gibi ayrıntıları da duyunca çok hoşumuza gitti ve böyle bir şey teklif ettik. Deniz buna çok sevindi. Konserden sonra konuştuğumuzda, “benim için rüya gibi bir gündü” dedi. Onun yakın arkadaşlarıyla konuştuğumda öğrendim ki, bu aslında Deniz için çok zorlayıcı bir görevmiş. Yani Avrupa turnesinin tarihlerine karar verecek ve “artık karar verelim” diyorlar, Deniz de, “yok” diyor, “önce Gevende konserini atlatalım, ondan sonra”.

Açılıştaki esprisi de gayet güzeldi: “Gevende konserleri bir yolculuktur ve muavininiz benim, beş yıllık mola süremizin sonuna geldik” diyerek sözü bağladı. Bir dinleyiciden duydum ki, beş yıldır çalmadığımız için bize içten içe kızgınlarmış. Deniz o beş seneden bahsederek bizi de taşladı, geçen zamanı oluşturduğu şakalarla bir yere getirdi ve bizi bugüne bağlamayı başardı. Seyirci de dedi ki, sizi affettik ve sahneye ilk çıktığınızda büyük bir heyecana kapıldık. Bu denklemde Deniz olmasaydı, konser Gevende’nin çalmasıyla başlasaydı, belki de insanlar dinlerken “neredeydiniz siz ya” diye içten içe soracaklar, başka hissiyatlarda olacaklardı. Ama Deniz’in çıkması ve böyle bir açılış yapması bizi de oraya ve o âna getirdi.

Konserde Gevende’nin bir tür komünite oluşturduğundan bahsettin ve seyircilerden “birbirlerine merhaba demelerini” istedin. Tanımadığımız insanlara dönüp merhaba demek, bu bir aradalık hissi hepimize çok iyi geldi. Bu komünite konusunu biraz anlatır mısın?

Bilgiç: Aslında “Birbirinize, yanınızdaki insanlara merhaba deyin” demek riskli bir hareket. Dünya tarihinde ilk kez yapılan bir şey de değil, başka konserlerde de seyirciyle iletişim kurmak için bu tip alışverişler yapılıyor, seyirciden bir şey isteniyor. 20. yıl konserimiz dışındaki konserlerde de seyirciyle göz göze gelebildiğimde, çoğu zaman birisinin gözlerinin içine bakarak söylemeyi çok seviyorum. Çünkü orada başka bir şey oluyor ve cümlelerin, bazen doğaçlaman da değişiyor. Bazı seyirciler göz göze temasta olduğunu fark edip tedirgin oluyor ve gözünü kaçırıyor, ne yapacağını bilemiyor. Ben de bunun sonrasında başkasıyla göz teması kuruyorum, zaten tatlı bir enerji oluyor. 20. yıl konserinde herhalde sahne hayatımda ilk defa gözümü kaçırdım, çünkü üç bin kişi tam da o an orada olup bakıyormuş gibiydi. Bize doğru böyle bir bakışı vardı seyircinin. Çok uzun zaman oldu diyor gibiydiler.

Komünite meselesi aramızda konuştuğumuz bir şey değil. O an oradaki enerji bunu söyletti. Yani ilk kez “Biz bir komüniteyiz” diye bir cümle kuruyoruz. Bir komünite aynı değerler üzerinde yürüyen, el ele yürüyen insanlar topluluğudur. Benim için basit bir tanım bu ve bunu çok büyük bir şekilde karşılayan bir topluluk vardı orada. Aynı zamanda hem seyirci tarafında hem de diğer sanat dallarıyla devamlı içli dışlı olduğumuz için, aynı değerlere sahip el ele dolaşan insanların olduğunu gördüm ve gördüğümü söyledim. Yani “biz bir komünite yarattık” veya “böyle bir amacımız var” anlamında kullanmadım. Ama o gün böyle bir şey hissettik hepimiz ve bu histen o kadar emindik ki. “Birbirinize merhaba deyin” demem seyirciden hemen karşılığını aldı ve orada başka bir şey oluştu. Bunu da hissettik hep beraber.

Konserde yeni bir parça da çaldınız. Yakında albüm gözüküyor mu?

Gürçay: Yakında bir single gözüküyor diyebiliriz.

Bilgiç: Evet, yolda bir single var, ama şu an bir albümden söz etmek için erken.

Konserlere devam edecek misiniz?

Evet, konserlerimiz devam edecek. Konserlere çok ara vermeyeceğiz, ama bu sene ve önümüzdeki sene daha çok üretim tarafında olacağız.

Bağımsız platformlarla daha çok çalışıyorsunuz, şarkılarınızın süresinden kısmıyorsunuz, popüler kültürün dayattığı şeylere boyun eğmiyorsunuz. Yaptığınız işi bir tür direniş olarak gördüğünüz söylenebilir mi?

Gürçay: Tabii içinde bir çeşit direniş var, ama direniş karşı tarafa olan bir şey. Bizdeki inatmış gibi geliyor bana. Bulunduğumuz yerde durma inadı. Kendimizi değiştirme, geliştirme eğilimlerimiz var, bir şeyi tekrar etmemeye çalışıyoruz. “Siz bunu yaparak sevildiniz, şimdi bir daha bunu yapın” dendiğinde bundan pek hoşlandığımızı söyleyemeyiz. O bakımdan hâlâ içgüdüsel olarak kulağımıza iyi gelen, ruhumuzu iyi hissettiren şeylerin bütününde durmaya inat ediyoruz gibi geliyor. O bakımdan direnişten daha çok inat lafını kullanmayı yeğlerim.

Bilgiç: Hayatta kalma arzusu da diyebiliriz.

Gürçay: Kendini var etme arzusu da olabilir, çünkü duygusal bir ilişkiyi sürdürmek bile –ki beraberliklerin sonlanması da o kadar olağanken– biz “bir grup adam” bu şekilde senelerce birlikte kalmayı seçtik. Ve bu, bir yere karşı bir direniş değil, kendi kendimize var etmemiz gereken bağımsız bir varlık ve onu devam ettirmemiz gerektiğine dair bir inat gibi geliyor.

ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
MÜZİK DOLABI
AĞIR EXPRESS