FİLİSTİN İÇİN BİN GENÇ

Buluştuğumuz yer: antiemperyalizm-antisiyonizm-antikapitalizm

İsrail’in soykırım taarruzu 12. ayında, bütün şiddetiyle kesintisiz sürüyor. İlk günlerde, dünyanın birçok yerinin aksine, Türkiye’de örgütlü protesto adına yaprak kımıldamıyordu. Derken, Filistin için Bin Genç ortaya çıktı, İsrail’in yürüttüğü siyonist soykırıma ve bu soykırımın Türkiye’deki işbirlikçilerine bayrak açtı. Ses getiren nokta atışı eylemlerle rejimin, hükümetin, holdinglerin İsrail’in soykırım değirmenine su taşımasına, bu kanlı suç ortaklığına son vermesi için etkili bir kamuoyu baskısı oluşmasına önayak oldular. Haliyle, iktidarın hışmına, gadrine uğradılar, ama geri adım atmadılar. Neticede, geri adımı iktidar attı, suç ortaklığını sınırlama kararı aldı. Eylemliliklerini sürdüren Filistin için Bin Genç’in nasıl kurulduğunu, hangi ilkelerle hareket ettiklerini, yürüttükleri mücadelenin siyasal ufkunu, Filistin direnişine bakışlarını Dilan Tekin, Dilara Şengül, Eda Koçak, Hüseyin Arif Sarıyaşar ve Şeyma Altundal’dan dinliyoruz.

Söyleşi: Anıl Olcan - Bekir Avcı
Fotoğraf: Fatoş Erdoğan

Sizleri genel seçimlerden önce Tayyip Erdoğan’ın mitinglerinde açtığınız “İsrail’e ticareti kes” pankartlarından hatırlıyoruz. Filistin için Bin Genç nasıl kuruldu?

Hüseyin Arif Sarıyaşar: Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısı sonrası Türkiye kamuoyunda itidal çağrısı yoğunluktayken, 15 Kasım 2023’te Gazze Şifa Hastanesi bombalandıktan sonra bir hareketlilik başladı. İHH gibi İslâmcı grupların ilk çağrılarıyla öfke biriktiren birtakım eylemler gördük. Ancak, her ne kadar söylemde “İsrail’in karşısında, Filistin’in yanında” bir Türkiye halkı olsa da, iktidarın İsrail’le arka plandaki işbirliklerini, gaz anlaşmalarını, ticaret ilişkisini, gazeteci Metin Cihan başta olmak üzere, bazı isimler dışında gündeme getiren, hükümetin karşısında bunu dillendiren pek yoktu. Böyle bir ortamda Erdoğan miting hazırlığına bile girişti.

28 Ekim’de, Florya’da Büyük İstanbul Mitingi organize edilecekti. Emek ve Adalet Platformu olarak bu mitingden bir önceki hafta, İHH’nın organize ettiği eyleme “İsrail NATO üsleriyle korunuyor, limanlarımızda besleniyor, AK Parti bu ihanetten vazgeç” yazılı pankartla gitmiştik. Bunu Florya’daki mitinge, daha sonra aralık ayında düzenlenen Saraçhane’deki eyleme de korsan bir şekilde taşıdık.

Ondan sonraki haftalarda benzer söylemleri farklı noktalarda dillendirdik. Gençlik Komiteleri de bunların organizasyonunda yer aldı. Özellikle İsrail’e sevkiyatlar yapan Manta Denizcilik’in önüne gitmeye başlamamızdan itibaren artık eylemleri beraber organize etmeye başladık. Her cumartesi farklı işbirlikçi hedeflere, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin, İsrail Konsolosluğu’nun önüne gittik. Fakat bu tarz odaklara işaret ederken bizim siyasal bagajlarımızla ürettiğimiz şeyin bir yere kadar gittiğini, bir hareket ortaya konamadığını, yaptığımız işin bir karakteri olmadığını tartışıyorduk içimizde.

Eda Koçak, Dilara Şengül, Şeyma Altundal, Dilan Tekin, Hüseyin Arif Sarıyaşar

Nasıl tartışmalar yürütüyordunuz?

Genel olarak “iktidarın karşısındaki bir grup genç” gibi gözüküyorduk. “Bunu daha kuvvetli bir harekete nasıl dönüştürebiliriz” tartışmaları yürüttük sıkça ve şuna kanaat getirdik: İktidar İsrail’in soykırımını olağanüstü hal gibi değil de herhangi bir savaş ya da çatışmaymış gibi değerlendirerek olağanüstü bir tutum almıyor, yaptırıma gitmiyor. Buna karşın hükümetin yapıtaşı olan seçmenlerinin kalbi Filistin’le atıyor. Bu da bir hareket potansiyeli demek. Bu durum hükümete bir baskı, yaptırım alanı sağlayabilir. Bir yanda bu, bir yanda da “Bu meselede kim harekete geçiyor?” sorusu vardı.

Solun bir nevi isteksizlikle bu eylemleri yürüttüğünü gördük. “Hamas terörist, biz diğer Filistin örgütlerinin yanındayız” diyenler vardı. Türkiye içindeki kendi öznelliklerini göstermek dışında bu eylemlere girişmiyordu sol. Biz ise gerçek bir hareketliliğin mümkün olduğunu düşünüyorduk. Dolayısıyla, daha dinamik olan ve bir cüret problemi de olmayan gençliğe yaslanıp bağımsız bir hareket, Filistin Gençliği Hareketi gibi bir şey kurma peşine düştük. Bu tartışmalar sonucunda Filistin için Bin Genç (FİBG) ortaya çıktı.

Kendinizi, hareketinizi nasıl tarif ediyorsunuz?

Anti-emperyalist söylemin peşinden giden, bu konuda sermaye ve iktidarla net bir şekilde hesaplaşabilen bir gençlik hareketi kurmak asıl derdimiz. Solun pek denemediği kitlesel bir farklılık var burada. Bu anlamda zaman zaman stratejilerimiz değişebiliyor. Bu da eylemlerde kendini gösteriyor. İsrail Konsolosluğu önündeki eylem bunun güzel bir örneğiydi.

Eğer tabandan bir hareket sağlamak istiyorsak onun dinamizmini sağlayan gençlik olabiliyor ancak. Gençliğin olmadığı toplumsal hareketler hareket edemiyor.

19 Ekim 2023’te İsrail Konsolosluğu önünde düzenlenen eylemde, dikkat çektiğiniz bağlamda genel hava nasıldı?

Sol çevrelerle İslâmcı çevreler karşılaştıkları an biri diğerine tekbir getiriyor, diğeri öbürüne “Şeriat istemiyoruz, karanlığa geçit yok” diyordu.

Şeyma Altundal: Filistin’de bir direniş koalisyonu var, farklı politik çizgilerdeki direniş örgütleri yan yana geliyor. Pratikte aralarında bir rekabet yok. Çünkü siyonizme karşı bir kurtuluş mücadelesi yürütüyorlar. Farklı yerlerden temellendirseler de anti-emperyalist bir hatta birleşip omuz omuza yürüyorlar. Buna karşın İsrail Konsolosluğu önünde bir grup “Hamas’a selâm, direnişe devam” sloganıyla geçerken, diğer grup “Yaşasın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi” sloganı atıyordu.

Trajikomik olansa, bunu intifadayı selamlamak değil, birbirlerinin sesini bastırmak için yapıyorlardı. Sanki bu iki örgüt Filistin’de aynı mücadelede yoldaş değillermiş gibi. O suni çelişkiler buraya has aslında, izinden gittiğimiz direnişte karşılığı olan bir şey değil. Solcuların da, İslâmcıların da çoğunun içine sıkıştıkları tutum “Filistin esas bizim meselemiz” kimlikçiliği. Biz Filistin üzerinden kendisine alan kapmaya çalışan bu samimiyetsiz tavrı, sığ siyasi okumayı ve bu yerel kültürel çelişkiler mirasını reddederek meseleyi sahici bir yerden, yani Filistin direnişinin öğrettiği yerden ele alma gayretindeyiz.

Az önce gençliğe dayanan bir hareket yaratmak istediğinizi söylediniz. Gençlik, Filistin meselesinde sözünü ettiğiniz “geçmişin birtakım bagajlarından” azade mi?

Eda Koçak: Eğer tabandan bir hareket sağlamak istiyorsak onun dinamizmini sağlayan gençlik olabiliyor ancak. Gençliğin olmadığı toplumsal hareketler hareket edemiyor. Gençliğin önderliği kitleselleştirmeyi yaratabiliyor.

Arif: Bagajların oluşmasını sağlayan ya da İsrail Konsolosluğu önünde karşımıza çıkan şey aslında doğrudan bizde olan bir şey değil. Önceki kuşakların sürekli bizlere yıkmaya çalıştığı bir şey. Biz “kendi hikâyemizi yazacağız” ya da “bizim yazacağımız bir hikâye var” diyoruz. Farklı bir şey yapıyoruz diye düşünmemizi sağlayan da bu. Gerçek bir hareketlilik olabilir mi, farklı çevrelerin ittifakından bahsedebilir miyiz diye bu işe giriştik zaten.

Şeyma: Sadece Filistin meselesinde değil, çoğu meselede kamusal alanda siyaset yapmak yasak neredeyse. Bir şekilde soğurulmayıp kendine daha geniş yer bulabilen seslerse oldukça homojen. Karşılaşma alanları azalıyor gitgide. Bu yalıtık sosyal gerçeklik içinde neden farklı toplumsal özneler yan yana gelip bir amaç için mücadele edemesin? Biz bunun örneğini üretme çabasındayız.

Bagajlardan sıyrılmak da değil tam olarak, onlarla beraber nasıl yol alır ve dahası onları birbiriyle nasıl konuşturabiliriz, buna yeltenmek. Bu sebeple mevcut bir harekete eklemlenmek yerine yeni bir şey inşa etmek istedik. Deneye yanıla yapıyoruz tabii, ama kıymetli olan da bu bizce. Hepimiz için öğretici oluyor, açtığımız bu alanın üreteceklerini merak ediyor, taşıdığı potansiyele güveniyoruz. 

En temel yöntemimiz eylem. Örgütlenmenin merkezine eylemleri koyuyoruz. Ablukaya karşı sözümüzü sokakta söylüyoruz. İnsanlara bu eylemlerle ulaşıyoruz, onlarla eylemlerde tanışıyoruz. Eylem olmadığı takdirde Filistin meselesi için bir hareket üretilebileceğini düşünmüyoruz.

FİBG’i bir hareket olarak farklı kılan ne sizce?

Dilara Şengül: İçinde farklı seslerin olduğu, diyaloğa dayalı bir yapı var. Çelişkiler olmuyor mu, oluyor, ama çözülüyor. Pratikte, eylem alanında çözülüyor çoğu zaman da.

Çelişkiler kimler arasında oluyor?

Ayrı kültürlerden gelen insanlar var. Çelişkiler bunlar arasında tabii ki. Bir örnek verecek olursak, eylem alanındaki sloganlara iştirak meselesi. Başlangıçta çekincesi olan insanlar vardı. Bize ulaşıp “Bunu söylemesek mi, sıkıntı yaratır mı?” diyenler oluyordu. Bu zamanla çözülmeye başladı. Bir şeyin ne kadar sıkıntı yaratıp yaratmayacağının bizim için ne kadar önemli olup olmadığını konuşmaya başladık. Ortaklığı da buradan kuruyoruz. Pratikte kuramadığımız şeyi teoride de kuramayız.

Siz teoride ve pratikte nasıl örgütleniyorsunuz?

Eda: Türkiye’deki kamusal alan üzerinde bir abluka var. Filistin meselesi bu ablukanın kırılması için de önemli bir tecrübe. Örgütlenme meselesi bizim için de biraz deneye yanıla ilerliyor. Bir reçetemiz yok. Ama gençliğin kitleselleşmeyi yaratabilecek gücü olabileceğini düşünüyoruz.

Şeyma: Devamlı sahada, meydanlarda olarak örgütleniyoruz. Hareket kurulduğundan beri, neredeyse her hafta, bazen birden fazla eylem yapıyoruz ve sürekli yeni arkadaşlarla tanışıyoruz. Bizi bir örgütten ziyade hareket kılan ve dinamik tutan da bu sürekli eyleme hali. Düzenli olarak buluşuyoruz. Onlarca genç hep beraber konuşuyoruz. Yalnız eylem planlarını değil, pek çok konuyu tartışıyoruz.

Sosyal medya üzerinden bize ulaşan ve katılan arkadaşlar da var, ancak orayı daha çok propaganda araçlarımızdan biri olarak görüyoruz. Zira sadece online bir hareket olarak kalmayı istemeyiz. Hareketi sokağa ne kadar taşıyabilirsek o kadar varız.

Sosyal medyadaki takipçilerimizin artmasının tek olumlu yanı, ifşa ettiğimiz bilgilerin daha fazla görünür olması. Elimizdeki teknik ve sosyal tüm imkânları kullanarak Filistin davası için kolektif bir mücadele yürütebilmenin farklı yollarını deniyoruz.

Filistin için Bin Genç MÜSİAD binası önünde eylemde, 5 Şubat 2024

Taleplerimiz ve itirazlarımızla bir çağrıyı sürdürürken tüm bunları gerçekten bir dönüşüm yaratacağını umut ederek yapıyoruz tabii. Tabiri caizse, sürekli iman tazelediğimiz bir süreç bu. (gülüyor) Tepeden inme, birbirine bir şeyleri dikte eden bir örgütlenme şemamız yok. Herkes fikriyle, emeğiyle, yetenekleriyle nereye katkı sunabilecekse oradan tutarak bu hareketi beraber var etme çabasında. Günden güne stratejilerimiz de, iç işleyişimiz de değişiyor.

Ayrıca, dahil olan herkesin ortaklaştığı net bir politik çizgimiz var. Tabii bu siyasi müşterekler hepimiz için her zaman somut zeminde aynı yere işaret etmiyor. Bu noktada her birimizin kendi cephesinden söylediği çekinceleri, şerhleri dikkate alıyor, tam da bu çatışmalardan beslenerek, birbirimizden öğrenerek esnek bir yapı kurmaya çalışıyoruz. Çünkü sahici bir mücadelenin bizleri de dönüştüreceğine dair bir inancımız var.

Arif: En temel yöntemimiz eylem. Örgütlenmenin merkezine eylemleri koyuyoruz. Ablukaya karşı sözümüzü sokakta söylüyoruz. İnsanlara bu eylemlerle ulaşıyoruz, onlarla eylemlerde tanışıyoruz. Eylem olmadığı takdirde Filistin meselesi için bir hareket üretilebileceğini düşünmüyoruz.

Dilan Tekin: Türkiye’de üniversitelerdeki hareketlilik sönümlendi. Üniversite içinde siyaset yapmak epey zorlaştı. Faşist çetelerle, üniversite içindeki güvenlik görevlileriyle gençlik baskı altında tutuluyor. Ayrıca, pandemiyle birlikte üniversite, gençliğin uzaklaştığı bir şeye dönüştü. Bu bağlar tekrar örülebilir, onarılabilir. Gençlik siyaseti yapacaksak bizim yerimiz sokaklar, üniversiteler. Esas amacımız üniversiteleri canlandırmak. FİBG hareketindeki her gencin sorumluluğu da bu. Filistin meselesi üniversiteye siyaseti yeniden sokmanın yollarından biri olabilir. 

Dünyanın farklı yerlerindeki Filistin direnişiyle dayanışma eylemleri heyecanlandırıyor. Nâzım Hikmet’in “Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık. Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz” dizeleri geliyor aklıma.

Türkiye’de bu çok yapılamasa da özellikle ABD’deki üniversitelerde dediğiniz gerçekleşiyor. Orada birçok üniversitenin kampüslerinde haftalardır Filistin’e destek eylemleri yapılıyor. FİBG olarak Filistin gündemini kampüslere taşıyabiliyor musunuz?

Eda: Türkiye’de kampüsler abluka altında ve öğrenci hareketi bu ablukayı kırıp çıkabilmiş değil. Öğrencisi olduğum Marmara Üniversitesi’nin kampüsleri faşist siviller, özel güvenlik görevlileri ve polis tarafından kuşatılmış durumda. FİBG de çoğu zaman meydanlarda, sokaklarda, işbirlikçilerin yerleşkelerinin önünde eylemliliklerini sürdürdü. Kampüslere girebilmek Filistin mücadelesi haricinde de bir hareketi gerektiriyor.

Öğrenci hareketi yıllardır toplumdan yalıtıldı, her geçen gün daha da marjinalleştirildi. Bunun sebebi yalnızca YÖK kanunu, kampüslerde çeteleşen faşistler veya kampüs çalışmasının kendine özgü zorlukları değil elbette. Üniversitelerin kampüslerine girebilmek, kitleselleşip toplumsallaşmak için, mücadele hacmini büyütmek için yeni yollara koyulmayı hedeflemek gerek.

ABD’de öğrenci ayaklanmalarının itici güçlerinden biri, öğrencilerin son kertede karşılaştığı disiplin soruşturmaları aynı zamanda. İntifadan önce de ABD’deki üniversitelerin kampüslerinde öğrencileri yıldırmaya yönelik baskılar uygulanıyordu. Küresel intifada çağrısının ardından öğrenciler buna “öğrenci intifadası” ile cevap verdi. Bu durum öğrencilerin üzerindeki baskıları artırmakla birlikte siyonistlerle ilişkilerin kesilmesi konusunda kazanımların önünü açtı.

Arif: Kampüs intifadasının en önemli yanı, Batı hegemonyasının sürekli öne çıkardığı mağduriyet meselesindense Filistin direnişini öne çıkarması. Öğrenciler intifadayı, direnişi örnek alarak meşru şiddet zeminini Batı’ya tekrar gösteriyorlar. Bu açıdan örnek aldığımız ve heyecanlandığımız eylemler. Ama unutmamak lâzım ki, bu üniversitelerdeki temel talepler çoğunlukla işgalciye silah üreten firmalarla olan işbirliğinin ve akademik ilişkilerin kesilmesi üzerine.

Biz kampüslerde çeşitli eylem ve etkinliklerle hâlâ devam eden akademik işbirliklerine ya da kampüslere kadar gelen SOCAR, Zorlu Holding gibi siyonist işbirlikçisi sermaye gruplarına karşı eylemler yapıyoruz. Daha birkaç hafta önce, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir kariyer kulübünün yaptığı zirveye davet edilen AXA Sigorta, Google ve SOCAR yetkililerine karşı etkinlik merkezinin önünde eylemdeydik. Eylem sayesinde SOCAR yetkilisi etkinliğe gelemedi, etkinliğin erken bitirilmesi gerekti. Tüm gün “Soykırımcı sermaye üniversiteden defol” pankartımızla eylemdeydik.

Dilara: ABD, İtalya, Fransa, İngiltere ve benzeri ülkelerdeki kampüs intifadaları hem heyecan verici hem de orada dönen çarka çomak sokuyor. Öğrenciler bulundukları her yerde seslerini yükseltebileceklerinin farkında ve bu gücü de, ruhu da Filistin direnişinden alıyorlar. Örneğin, Columbia Üniversitesi’ndeki eylemler İsrail’le ekonomik ve akademik ilişkilerin kesilmesi talebi üzerinde yoğunlaşıyor. Boğaziçi Üniversitesi ilk ay tüm akademik ilişkilerini askıya aldı, ekonomik ilişkisi ise bulunmuyor. Bunu hâlâ yapmayan bildiğimiz üç üniversite var: Koç, Özyeğin ve Marmara. FİBG olarak bu üniversitelerin akademik ilişkilerini hedef almanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Şeyma: Dünyanın farklı yerlerindeki Filistin direnişiyle dayanışma eylemleri beni de heyecanlandırıyor. Nâzım Hikmet’in “Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık. Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz” dizeleri geliyor aklıma. Süreç içinde ABD, İngiltere ve Avustralya’dan öğrenci gruplarıyla da tanıştık, temas halindeyiz.

Ancak, Batı’da bu eylemlilikler doğrudan İsrail’in ticari-akademik olarak yalnızlaşmasını hedefleyip örneğin okullarının siyonistlere yatırımlarını geri çekmesi talebiyle ciddi eylemlilik gösterirken, Türkiye’deki yansıması böyle olmadı. Birçok İslâmcı STK veya grup “Kampüslerde intifadayı büyütüyoruz” diye toplandılar. Ama maalesef “Siyonizme karşı ayaktayız” diye bir araya gelen yüzlerce gencin siyonizmin bu topraklardaki kapıkullarına tek bir söz söylemediğini gördük. Bunlar sorumluları işaret etmeyen, sahici bir talebi olmayan eylemlerdi. Erdoğan’ın konu hakkındaki açıklamaları da bahsettiğim duruma paralel tabii.

Filistin için Bin Genç Koç Holding binası önünde eylemde, Nakkaştepe, 29 Haziran 2024

Ne demişti?

Erdoğan, “Batı demokrasinin sınırını siyonizm çiziyor” diye hamasi söylemlerle ABD üniversitelerindeki direnişi selamlarken, perde arkasında İsrail’le kanlı ittifakını sürdürüyor. Beş arkadaşımızı hukuksuzca tutsak ederek cezalandırmaya çalışıyor. “Filistin’e destek olduğu için işinden kovulan akademisyenlerin üniversitelerimizde yeri hazır” derken, Filistin’le gerçek bir dayanışma gösterip Siyonistlerle işbirliğinin karşısında duran beş üniversiteli arkadaşımız günlerini kampüste değil, hapiste geçirmeye mahkûm edildi.

Arkadaşlarımız tutukluluk kararı açıklandığında Çağlayan mahkeme salonunu “Nehirden denize özgür Filistin” sloganıyla inletirken, aynısını Batı’da görünce “Cesur ve yiğit gençler” diyenler, burada “Derdi Filistin olmayan teröristler” yaftasıyla linç ediliyor. FİBG olarak üniversite eylemlerimizin maksadı öfkeyi doğru yere yöneltip sorumlulardan hesap soracak bir iradeyi örgütlemek ve İsrail’e tam bir ambargo uygulanması için somut adımlar atılmasını sağlamak.

Boğaziçi’nin kayyum rektörü Naci İnci ABD kampüslerindeki Gazze protestolarına “Emory Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı’nın tutuklanmasından derin üzüntü duyuyoruz. Bu rahatsız edici olay, akademik özgürlüğün durumu hakkında ciddi endişeler uyandırmakla kalmayıp saygın akademik kurumların itibarına da gölge düşürmektedir. Gazze’deki vahşete karşı barışçıl seslerini yükselten akademik camia ile dayanışma içerisindeyiz” sözleriyle destek vermişti. Boğaziçi Üniversitesi’ni tahrip eden İnci’nin bu ikiyüzlü tavrı tepki aldı. Naci İnci’nin eleştirilere yanıtı da “Onlar elitist” olmuştu…

Eda: Aslında benzer bir açıklama Tayyip Erdoğan’dan da geldi. İşbirliği yaptıklarını kendi ağızlarıyla bir meziyetmişçesine açıklayanlar, İsrail’e “katil”, Erdoğan’a da “işbirlikçi” dedikleri için beş arkadaşımızı tutukladılar. Bu süreçte egemenlerin bir maskeyi indirip bir başka maskeyi nasıl geçirdiklerini biliyoruz, gördük. Naci İnci de efendilerine uyum göstererek berbat bir açıklama yapmış, hep yaptığı gibi. Onu oraya getirenlerin tabanına yaranmak için “Onlar elitist” yaftasına sarılmış.

Arif: İnci’nin tutumu beklenmedik değil. Hem kendisine prestij sağlayacak hem de pek bir bedel ödetmeyecek bir adım attı. Bu tutumundaki ikiyüzlülük tüm dünyanın malûmu. İktidarın sevgili bir kulu olarak başarılı adımlar atıyor. Ama daha tatsız olanı, Boğaziçili akademisyenlerin yaptığı açıklamada İsrail’in soykırımını lanetlerken Hamas’ın saldırısını bir “katliam” olarak tarif etmeleriydi. Akademisyenlerin Batı’nın çizdiği hegemonik alandan Türkiye’de dahi çıkamıyor olmaları üzücü. İnci meselesinde de aynı kaynaktan doğan problemler mevcut. Naci İnci Batılı akademisyenlere polis müdahalesine katlanamıyor, ama Türkiye’dekilerin pek değeri yok onun için.

Ayrımlara dikkat etmek gerekiyor. Bizim söylemlerimizde antisemitizm yok. Filistin’i savunmak antisemit olmak anlamına gelmiyor. Bizim eleştirdiğimiz şey emperyalist, kolonyalist, yerleşimci sömürgeci bakış… Yahudi kimliği ile Siyonizm ideolojisini asla eşlemiyoruz.

Sizler de dikkat çektiniz, Filistin gündemi birçok kesim için sözünü söyleyebileceği bir alan. Devletin çok şedit davranamayacağı da bir alan. Filistin üzerinden kamusal alana tekrar dönülebilecek bir “fırsat” olduğuna siz de işaret ettiniz. Burada tutuk davranıldı mı sizce?

Arif: Bu konuda faturayı özellikle sola kestiğim bir eleştiri söz konusu benim için. Dönüp baktığımızda Müslümanların, mütedeyyinlerin veya AKP’nin hitap edebildiği kitlenin, gecenin bir vakti Gazze Şifa Hastanesi bombalandıktan hemen sonra üç bin kişiyle, büyük bir heyecan ve öfkeyle İsrail Konsolosluğu’na gittiğini, neredeyse içeri girmeye çalıştığını görüyoruz. Polisle durmadan çatıştılar. Polis sadece gaz atıp çekildi.

Bir yandan da ertesi güne çağrı yapıp, 1 Mayıs kortejlerine benzeyen bir kortejle yürümeye çalışıp sonrasında “FHKC’ye selâm, yaşasın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi” sloganları atan, Müslümanlarla karşılaştığı anda bütün tartışmayı bir kenara bırakıp “Şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok” diyen bir kitle var.

Bu kitlenin zaten konsolosluğu basmak, içeridekileri yaka paça dışarı çıkarmak gibi bir derdi yok. Tutukluk biraz bundan kaynaklanıyor. Filistin’le organik bir bağ kurma dertleri maalesef yok. Bugün Filistin sol içinde özellikle kendi siyasal pozisyonunu hatırlatmak için kullanılan araçlardan biri.

Nasıl yani?

Bu süreçte bazı sol-sosyalist partilerin öncülüğünde Filistin’de İşgale Son kampanya grubu kuruldu. Saygı duyuyoruz. Ama iç tartışmalara baktığımızda, “Filistin bayrağı kullanmayalım” da dendi, “Haritaya Ürdün’ü katıp sadece harita kullanalım” diyenleri de gördük. Birisi “‘Nehirden denize özgür Filistin’ demeyelim, antisemitik oluyor” dedi. Bu süreçte Müslümanlarla karşılaştıkları anda “Siz karanlıksınız, Filistin hikâyesinin gerçek sahibi biziz” diyen oldu. Oysa hiçbirinin organik bir ilişkisi yok Filistin meselesiyle. Bu durum doğal olarak tutukluk getiriyor.

Filistin’de İşgale Son kampanya grubu güzel bir şey söylüyordu, ama basın açıklamasının dışına taşmak, bu konuda dertli insanları toplayıp sözü bir yerlere ulaştırmak gibi bir derdi yoktu. Kendi bayrak ve flamalarıyla sınırlı tutuyorlardı işi. Diğer tarafta, İHH’nın bir sözüyle üç bin kişinin dışarı çıktığını görüyoruz. “Filistin’e gidiyoruz” dense konvoyları dolduracak insanlar bunlar. Bir hareket olarak bunu örgütlemek istiyorsanız, bu konudaki dertli insanlarla dil sınırlarını aşabilmelisiniz.

Ankara, ODTÜ

Sizin bu kitlelerle “dilsel” ilişkiniz nasıl?

Biz ilk başta “İşbirlikçi AKP” dediğimizde kafası karışan insanlar, eyleme geldiklerinde bu sloganı daha gür biçimde kendileri atmaya başladı. Bu insanlarla karşılaşıyoruz. Bu kez ne oluyor, “gerici” diyenler alan içinde bu tartışmayı arkada bırakırken, diğer taraf “Biz kimleri desteklemişiz” diyebiliyor.

Dilin önemli bir sınırı da antisemitizm ve antisiyonizm konusunda. Bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Dilara: Ayrımlara dikkat etmek gerekiyor. Bizim söylemlerimizde antisemitizm yok. Filistin’i savunmak antisemit olmak anlamına gelmiyor. Bizim eleştirdiğimiz şey emperyalist, kolonyalist, yerleşimci sömürgeci bakış.

Şeyma: Elbette ne söylemlerimizde ne eylemlerimizde Yahudi kimliği ile siyonizm ideolojisini asla eşlemiyoruz. Çocukluğumdan bu konuda hatırladığım söylemler ümmetçi ve yer yer antisemitti.

Arif: Yeniden Refah Partisi’nin kurduğu söylem çok antisemit örneğin. Merkeze sürekli “Yahudiyle savaş” gündemini alarak, bunu bir “din savaşı” diye anlatma çabaları var. Ama bizim tutumumuz katılanları da bu konuda uyarıyor. Basın açıklamalarını ortak yazıyoruz. Ortak bir dil ve tutum var. Dolayısıyla, herhangi bir pankartımızda “Yahudilere karşı Müslümanların zaferi” lafını göremezsiniz.

Dilara: Üslûp tartışmasını sıkça yapıyoruz. Antisemit üslûba karşı olduğumuz gibi, cinsiyetçi üslûba da karşıyız. İzin vermiyoruz.

Şeyma: Yeni bir şey üretmek istiyoruz demiştik ya, haliyle yeni bir dil de deniyoruz. Diğer taraftan, ithal tartışmaları doğrudan buraya taşımıyoruz, zira buranın dinamikleri, dertleriyle konuşmak niyetindeyiz. Bu mesele de dahil. Antisemitizmi Batı’da emperyalistler intifadayı kriminalize etmek için kullandıkları bir silah haline getirdi. Ama Türkiye için Filistin meselesinde Batı’da olduğu gibi kurucu bir tartışma değil bence.

İsrail-Türkiye arasında 9,5 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var. İşgalci çelikten tekstile, meyve-sebzeye, birçok ihtiyacını Türkiye’den karşılıyor. Petrolün yüzde 65’ini Azerbaycan şirketi SOCAR’dan alıyor, bu petrol Türkiye üzerinden taşınıyor. Zorlu üç enerji santraliyle işgal yerleşimlerini aydınlatıyor. İÇDAŞ çelik, LİMAK çimento gönderiyor.

DEM milletvekili Cengiz Çiçek Yeni Yaşam’daki yazısında, “Ülkemizde de yükselen Filistin halkına destek eylemleri, siyasal İslâmcılığın ve milliyetçiliğin-ırkçılığın kendisini üretme aracına dönüştürülüyor. Tam da bu noktada, başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere, Türkiye sosyalist hareketlerinin, demokratlarının Filistin halkının haklı davasının daha güçlü yanında olma gibi bir sorumluluğu var” diyordu. Erdoğan, Çiçek’in de işaret ettiği boşluktan faydalanabiliyor, o boşluktan istifade Filistin davasını temellük edebiliyor mu sizce?

Şeyma: Her eylemimizde Cumhur İttifakı tabanından aldığımız tepkilerin başında “Siz ülkemizi bölmeye, kötü göstermeye mi çalışıyorsunuz? Tek suçlu Türkiye mi?” geliyor. Bizim hükümete ve sermayeye yönelttiğimiz eleştiriler, milliyetçi bir refleksle, vatanın birliğine ve bütünlüğüne yönelik bir saldırıymış gibi karşılanıyor. Bu da gösteriyor ki, hükümetin bu yönlü söylemleri, konsolidasyonu tutuyor, tutmuş ki bize de buradan tepki geliyor.

Eylem alanında kırılmıyor mu bu milliyetçi konsolidasyon?

Tam mânâsıyla yıkılmasa da, yer yer kırılıyor elbette. Bu yarıkları açabilense istikrarımız ve eylemini ürettiğimiz her şeyi insanların zihninde temellendirme çabamız. Söylem ve eylem meşruiyeti beraber yürüyor. Yalnız eylem alanında değil, bunun için arka planda ciddi bir çalışma da sürüyor. Araştırmalar, buna binaen sosyal medya içerikleriyle ifşaatlar ve bilgilendirmeler, sonrasında eylemlilik şeklinde bir zincirimiz var basitçe.

Ayrıca, işbirliğinin kimliğini önemsemeden, sermayedarların hiziplerini ayırt etmeden eylem yapmamız da olumlu bir samimiyet referansı olabiliyor bu kitlenin gözünde. MÜSİAD’a da gidiyoruz, TÜSİAD’a da. Tabii inanmayan da inanmıyor. (gülüyor) “Bunlar bir grup marjinal, dertleri devletimizi kötü göstermek” diye hezeyanlarına devam ediyor.

Ama bunu kırabildiğimiz yer, lince de, takdirlere de kulak tıkayıp cevap telaşıyla hareket etmeden doğru bildiğimiz yolda kararlı şekilde yürümek. Kendimizi zaten her eylemde yeniden ortaya koyduğumuzdan haricen bir açıklama borcu hissetmiyoruz kimseye. “Bunlar gerçekten Filistin’i dert edinen samimi gençler” dedirten de bu sanırım.

Bahsettiğiniz çatlaklara dair karşılaştığınız örnekler var mı?

Elbette. Hem sokakta hem de sosyal medyada görüyoruz bunu. Örneğin, “Tek derdiniz AK Parti’ye sallamak, yakında renginiz ortaya çıkar, kolaysa gidip Koç’a, Sabancı’ya, TÜSİAD’a laf edin” diye yorumlar geliyor. Buna cevaben “Bakın bu gençler TÜSİAD’a da gitti, kim Filistin’e ihanet ediyorsa oradalar siz iftira ediyorsunuz” diye savunanlar oluyor. Savunanlar da eleştiriyi yapanla aynı kesimden insanlar. Veya milliyetçi, ümmetçi bir yerden Filistin’i kendi meselesi olarak gören kimi insanların gözünde şaşkınlıkla karışık takdiri görüyoruz. “Gençler, bizi mahcup ettiniz, aylardır söyleyemediklerimizi siz söylediniz, durmadan eylemdesiniz” diye samimiyet testini geçtiğimizi ima ederek övenler oluyor. Peşine Allah hidayet versin” diye de ekliyorlar. (gülüyor)

Eylemlerinizin adresleri TÜSİAD, MÜSİAD, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Zorlu Holding, SOCAR… Bu şirketlerle İsrail arasında nasıl bir bağ var?

İsrail’in varlığını mümkün kılan yalnız Batılı emperyalistler değil, Türkiye’den yerli-milli sermayedarlar aynı zamanda. İsrail-Türkiye arasında 9,5 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var. İşgalci, çelikten tekstile ve meyve-sebzeye, birçok ihtiyacını Türkiye’den karşılıyor. Petrolün yüzde 65’ini Azerbaycan şirketi SOCAR’dan alıyor, bu petrol Türkiye üzerinden taşınıyor.

Yalnız ihracat da değil, ithalat da sürüyor. İsrail’den en çok alınan ürünlerden biri işlenmiş petrol.

Erdoğan’ın “beş babayiğitten biri” diye andığı Zorlu Holding üç enerji santraliyle siyonist işgal yerleşimlerini aydınlatıyor. MÜSİAD üyesi İÇDAŞ soykırımcılara tonlarca çelik satıyor, TÜSİAD üyesi Limak Holding çimento gönderiyor. Ve daha bildiğimiz bilmediğimiz niceleri tabii…

Bu toprakların emeğini sömürerek ceplerini dolduranlar şimdi de soykırım rantına ortak olarak servetini büyütüyor. “Bu kanlı ticaret durmadan Filistin özgürleşmez” diyoruz kısaca.

Haliyle araştırmalarımızı sürdürüyor ve bunları duyurmayı, soykırımın Türkiye’den ortaklarına işaret etmeyi kendimize bir görev biliyoruz. Örneğin, Zorlu Holding’in İsrail’in savaş makinelerine enerji sağladığını ifşa ettikten sonra holding bünyesindeki markaları da paylaşmıştık. İnsanlar “Yıllarca boykot ettiğimiz yabancı teknoloji markalarının alternatifi olarak Vestel’i önerirlerdi, Vestel de Siyonistmiş” diye hayıflandılar. Veya yerli otomotiv alternatifi olarak gösterilen TOGG’un ortaklarından birinin Zorlu olduğu bilinmiyor.

2 Mayıs’taki İsrail’le ticaretin durdurulduğu açıklamasıyla, kendi ağızlarından bir kez daha işbirlikçi olduklarını dile getirdiler. Siyonistleri bunca zamandır beslediklerini, on binlerce Filistinlinin katledilmesine çanak tuttuklarını itiraf etmiş oldular. 2 Mayıs’taki açıklama yapılırken, 18 kişi keyfi gözaltı süreleriyle nezarette tutuluyorduk.

Dilan: Erdoğan’ın “Gazze’yi yeniden inşa edeceğiz” lafı boşa değil. Bekleme ve bundan çıkar sağlama gayesi var. Savaş ve soykırım sonrasında nasıl iş göreceklerini biliyorlar. Adresimiz bu yüzden belliydi hep. Çünkü düşman çok net! Sermaye ve onunla işbirliği yapan siyasi iktidar.

Şeyma: Biz meseleyi 7 Ekim’den itibaren değil, 1948’den, hatta daha öncesinden ele alıyoruz. İsrail sömürgeci emperyalist bir yapı ve onun varlığını mümkün kılan kaynakların kurutulmasını istiyoruz. Dünyanın her yerinde insanlar bunun için çabalarken biz de “İsrail’i kendi ülkemizden besleyen damarları keselim, siyasi, ekonomik, her alanda yalnızlaştıralım ki Filistin’de işgal soykırım dursun” diyoruz.

Filistin direniş örgütlerinin ve sendikalarının, Filistin halkının çağrısı da bu yönde: “Bizim için sokaklara çıkın ve İsrail’le ilişkilerin kesilmesini talep edin” diyorlar. “Filistin direnişinin buradaki sesiyiz” derken bunun sadece “Filistin’e özgürlük” demekle olmadığını biliyoruz. Bunun somut zeminde karşılığını düşününce, Filistin’le sahici dayanışmanın bu taleple mücadele yürütmek olduğuna inanıyoruz.

Dilara: Zorlu ve SOCAR kritik bir yerde duruyor. Zorlu, uluslararası hukuka aykırı yerleşim yerlerinde inşa ettiği enerji santralleriyle yüzde 7’lik bir enerjiyi tedarik ediyor. SOCAR ise Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıyla Azerbaycan’dan bize gelen, sonra bizden oraya yollanan gaza aracılık ediyor. Bunlar kilit bağlar. Bunların yanısıra, İsrail’le ticarette yaş meyve-sebzede ilk sırada olmamız da önemli.

“Biz bu ticaret akışını kestiğimizde ne olacak ki?” diyenler var. Halbuki bu ilişkilerin kesilmesi İsrail’in teklemesini sağlayacaktır. Bunun uluslararası bir çağrı olduğunu unutmayalım, İngiltere’de başka, ABD’de başka bir kampanya yapılıyor. Herkes bunu yaptığında İsrail’in eli zayıflayacaktır. Bu da Filistin’deki direniş hareketine alan açmak demek.

Arif: İsrail’le yapılan ticaretin bir kısmı ne kadar kritikse, kalan kısmı o kadar stratejik. Elbette Batı emperyalizminin karakolu İsrail bize muhtaç değil. Bu karakol için Türkiye olsa olsa bir lojistik alan sadece. Temel sağlayıcı değil. Velev ki Türkiye çimentoyu kesti, İsrail başka yerden alamayacak mı, alacak. Ama Türkiye’ye muhtaçlığı boru hattında görüyoruz. Zorlu’nun elektriğiyle, SOCAR’ın doğalgaz boru hatlarıyla İsrail Türkiye’ye göbekten bağlı.

Bursa, 25 Mayıs 2024

Sizin de etkinizle oluşan kamuoyu baskısı sonucu, 9 Nisan 2024’ten itibaren geçerli olmak üzere, İsrail’le ticaretin kısıtlanması kararı alındı. Bu ticaret kısıtlamasının ardından, 2 Mayıs’ta Ticaret Bakanlığı İsrail’le tüm ürünleri kapsayacak şekilde ithalat ve ihracatın durdurulduğunu açıkladı. “Hükümet bir yaptırım uygulamaya kalkıştığında İsrail-Türkiye bağını görmüş olacağız” demiştiniz. Son tablo bize ne söylüyor?

Eda: 2 Mayıs’taki İsrail’le ticaretin durdurulduğu açıklamasıyla, kendi ağızlarından bir kez daha işbirlikçi olduklarını dile getirmiş oldular. Siyonistleri bunca zamandır beslediklerini, on binlerce Filistinlinin topraklarından çıkarılıp çeşitli bölgelere sıkıştırılmasına ve katledilmesine çanak tuttuklarını itiraf etmiş oldular. 2 Mayıs’ta ithalat ve ihracatın durdurulduğuna dair açıklama yapılırken, aralarında benim de olduğum 18 kişi keyfi gözaltı süreleriyle nezarette tutuluyorduk. 18 kişi 1 Mayıs’ta gözaltına alındı ve 1 Mayıs haricinde 30 Mart ve 6 Nisan FİBG eylemleri dolayısıyla ifade verdi. Üç gün nezarette tutulduktan sonra aramızdan beş FİBG üyesi arkadaşımız cumhurbaşkanına hakaretten tutuklandı. FİBG’in Şişhane ve İstiklâl eylemlerinde attıkları slogan dolayısıyla tutuklandılar esasında.

Arif: Benim anladığım şu ki, Türkiye hükümetinin el artırma hamlesi, tabandan gelen bir talep de olduğu için, ticaret ambargosuydu. Türkiye bu kararı İsmail Haniyye ile görüşüp garantörlük teklifini netleştirmeden devreye sokmadı. Türkiye garantör olarak meselede aktif bir rol almak, bölgesel olarak güçlü bir özne olmak istiyor. Ama buna bir imkân bulamadığı söylenebilir. Yayınlanan kararla ilgili net çıktılar belli değil. Zaten ateşkese kadar alınmış bir karar olarak görünüyor. Ufukta ateşkes görünmeseydi girişecekleri bir şey değildi belli ki. FİBG gibi hareketlerin epey etkisi oldu, ama Zorlu’nun sağladığı elektrik ve SOCAR’ın ulaştırdığı petrol konusunda bir değişiklik yok.

Dilara: Yaptırım kararlarında birçok etkenle birlikte bizim de etkimiz olduğunu düşünüyorum. Fakat alınan kararları yeterli görmüyoruz. Çünkü ticareti durdurma kararı bir koşula bağlanmış durumda, o da insani yardımın Gazze’ye girmesi.

Ne İsrail’le ticaretin bu koşulla durdurulmasını yeterli görüyoruz –Filistin nehirden denize özgür olana dek bu yaptırım uygulanmalı– ne de yalnızca ticaret denmesini yeterli buluyoruz. Ticaret sözde bitse de ekonomik ilişkiler yerli yerinde. Zorlu ve SOCAR yoluna devam ediyor. Zaten bürokratik ve istihbarat ilişkileri NATO ve benzerleri aracılığıyla devam ediyor.

Şeyma: Başlarda hem hükümet hem patronlar bu rezil işbirliğini reddetti. Halktan birçok insan “Devlet ne yapsın, ticaret özel şirketlerin kararı” dedi. Kimi sermayedarlar arsızca “Ticaretimiz İsrail’le gözüküyor, ama aslında Filistinlilerle ticaret yapıyoruz” diyerek kendilerini aklamaya çalıştı. Kanlı işbirliğini aylarca utanmadan sürdürüp soykırıma ortak olduktan sonra yalanladıkları milyarlarca dolar hacmindeki ticareti itiraf ettiler.

Ayrıca, hükümet bu kararda açıkça Gazze’de ateşkes ve ardından iki devletli çözüm çabasında olduklarını da belirtti. Zaten kararı Filistin’in her karış toprağı işgalden arınana kadar değil, insani yardıma kadar sınırlayarak işgalcinin meşruiyetini tanırken, hâlâ utanmadan yüksek perdeden Netanyahu’ya kılıç sallamayı sürdürüyor Erdoğan.

Öte yandan, bir önceki kısıtlama kararı sonrası TÜİK’in ihracat verilerine baktığımızda da ilan edilenin aksine konfeksiyon, otomotiv, meyve-sebze gibi ihracat kalemlerinde ciddi yüzdelerle net artışlar gördük. Bu sebeple ticareti geçici durdurma kararının gerçekten tam mânâsıyla uygulanacağına güvenmiyorum. Uluslararası haber kaynaklarında da üçüncü ülkeler üzerinden farklı limanlara uğranarak İsrail’e sevkiyatı sürdüren şirketler olduğu iddiaları gündemde. İşgalciyle pazarlığı kabul etmiyoruz, alınan her kararın takipçisiyiz.

Milyar dolarlık kirli işbirliklerini kendi ağızlarıyla itiraf edenler, soykırıma ortak olanlar beş yoldaşımızı tutuklamakla sesimizi kesmeye çalışıyor. Geleceğimizi çalan bu sermaye düzenine karşı 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek suç olmadığı gibi, bu toprakların emekçilerinden çaldıklarıyla siyonist ranta ortak olan işbirlikçileri ifşa etmek de suç değil.

Kısıtlama kararlarına gelene dek sizin aylarca reddedilen ithamlarınız sonuçta kabul edildi. Bir anlamda haklılığınız devlet nezdinde de onaylanmış oldu. 1 Mayıs’taki tutuklamalara buradan bakınca ne söylersiniz?

Arif: Hükümet seçimde aldığı yenilginin ve pek de yönetemediği “İsrail’le ticaret” meselesinin faturasını elbette ki bu konuda en aktif ve tehlikeli gruba, yani devrimcilere kesiyor. Devrimcilerin gerekli kamuoyunu üretemediği ve tabandan gelen bir kalkanı olmadığı üzücü şekilde ortaya çıkıyor.

Eda: Ticareti durdurma kararının 1 Mayıs gözaltılarının hemen ardından ve beş arkadaşımızın tutukluluklarından hemen önce yapılmış olması, bu beş kişinin iktidarın kendi tabanı tarafından sahiplenilmeyecek sosyalist üniversiteli gençler olması, yine bu gençlerin halihazırda 1 Mayıs gözaltılarıyla tutuklanmış olmaları iktidarın iyi hazırlanmış bir hikâye kurguladığını gösteriyor.

Dilara: FİBG’in attığı taşın yankısı duyuluyor, bunun faturasını da aramızdan seçtikleri beş öğrenciye kesmeye çalışıyorlar. Açıkçası, Filistin direnişinin sesini bu topraklarda yükseltmenin tutukluluğa sebep olması birçok tanıdığımı şaşırttı, ama “kudretlidir durumumuz” diyebilirim.

Şeyma: Dilan dahil olmak üzere, beş yoldaşımız eylemlerimiz sebebiyle sorgulandı. Sonrasında Katil İsrail, işbirlikçi Erdoğan” sloganı sebep gösterilerek cumhurbaşkanına hakaret suçuyla tutuklandılar. Daha önce başka beş arkadaşımız ticaret bakanlığı eylemimiz sonrasında aynı suçlamayla sorgulanmış, ancak yoğun kamuoyu desteğiyle beraber serbest bırakılmışlardı. Böyle bir fiili meşruiyet zemininde hareketimizi sürdürürken doğrudan FİBG eyleminden tutuklamanın tepki çekeceğini bildiklerinden başka bir sebeple alıp yine aynı mesele ile yargıladılar. Dilara’nın dediği gibi, eylemlerimiz muktedirleri öyle rahatsız etmiş ki, aramızdan birilerine bunun cezasını kesme telaşındalar.

Milyar dolarlık kirli işbirliklerini kendi ağızlarıyla itiraf edenler, Gazze yerle bir olana kadar yaptırım uygulamayarak soykırım suçuna ortak olanlar bugün “Tek bir Filistinlinin canı kanlı servetinizden değerlidir” diyen beş yoldaşımızı tutuklamakla sesimizi kesmeye çalışıyor. Hepimiz aylarca bu sözü beraber yükselttik, suçsa hepimizi alsınlar. Ancak, geleceğimizi çalan bu sermaye düzenine karşı 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek suç olmadığı gibi, bu toprakların emekçilerinden çaldıklarıyla siyonist ranta ortak olan işbirlikçileri ifşa etmek de suç değil.

İsrail’le ekonomik ilişkilerin kesilmesi FİBG’in taleplerinden biriydi. Bundan sonraki talepleriniz ne? Eylemleriniz nasıl devam edecek?

Arif: Türkiye henüz işgal devletiyle tüm ilişkilerini, NATO kaynaklı askeri ittifakını ve ticaretini süresiz bir şekilde bitirmiş değil. Filistin’in özgürlüğü için Türkiye’nin İsrail’le tüm ilişkileri kesilene kadar taleplerimizi bu yönde yenileyeceğiz.

Şeyma: Taleplerimiz İsrail’e süreli değil kesintisiz ambargo uygulanması; ticari, bürokratik, askerin ilişkilerin kesilmesiyle her alanda yalnızlaştırılması; işgal yerleşimlerindeki yerli yatırımların geri çekilmesi. Mesela Zorlu Holding’in enerji santrallerinin kapatılması, İsrail’i Türkiye topraklarında koruyan Kürecik ve İncirlik üslerinin kapatılması, BTC boru hattıyla Azerbaycan petrolünün Türkiye’den taşınmasına son verilmesi. Talepleri değişen konjonktüre göre yenileyerek, en önemlisi Filistin direnişi nereye işaret ederse oradan yürüyerek eylemlerimizi sürdüreceğiz.

İsrail-Türkiye arasında çok ciddi bir tohum ticareti ilişkisi var. Türkiye’de kullanılan tohumların çok büyük bölümü İsrail’den ithal ediliyor. Yani ekoloji hareketlerinin de pek çok açıdan Filistin için ses çıkarabileceği noktalar var. Ancak, bunu gündem eden ne bir çevreci hareket var ne doğru düzgün bir tepki.

İsrail’e çimento taşıyan Limak Holding Türkiye’deki kamu ihalelerinin de çoğunu alan şirketlerden biri. İsrail’de enerji yatırımları olan İÇDAŞ, Akbelen ormanlarındaki ağaçları kesip İkizköy’ü maden sahasına çeviren şirket…

Greta Thunberg Filistin’le dayanışma gösteren figürlerden biri. Bu nedenle tepki de aldı Batı kamuoyundan. Filistin’deki soykırımla ekokırımın ayrı düşünülemeyeceğini söyleyen Thunberg, “Uluslararası dayanışma olmadan iklim adaleti olamaz” demişti. Siz bu meseleye nasıl bakıyorsunuz?

Arif: İsrail Filistin’de büyük bir ekolojik yıkım da yaratıyor elbet. Tarım arazileri yerleşim bölgelerine açılıyor. İsrail’in hektarlarca zeytin ve limon ağacını yaktığı biliniyor. Avrupa’daki Yeşiller kuvvetli olduğu için ekolojik bağlamda Filistin önemli bir gündem olabiliyor. Bize de “Filistin meselesini ekoloji gündemiyle değerlendirelim” diye öneriler gelmişti. Ama Türkiye’de ekoloji mücadelesi henüz organik bir halk hareketine dönüşmüş değil. Evet, ekoloji örgütleri Türkiye’deki yıkıma karşı önemli bir mücadele yürütüyor. Ekoloji hareketinin içinde köylüler de var, ama ekoloji mücadelesinin Türkiye’de yerelleşebildiğini söylemek güç. Filistin gündemiyle dertlenen kitleler için sadece ekolojik bağlama vurgu yapmak devede kulak gibi kalıyor. İnsanlar “Filistin’de ağaçlar kesiliyor, ama kardeşlerimiz ölüyor” diyor.

Şeyma: Filistin edebiyatından tutun da direniş anlatılarına kadar, zeytin ağaçları ve portakal bahçeleri önemli bir imgedir. Zira siyonist işgal doğrudan toprağa da saldırıyor, bahçeleri talan ediyor, su yollarına beton dökerek işlevsiz kılıyor. Her karış toprağına kıymet veren Filistin halkı buna karşı da direniyor.

Öte yandan, İsrail-Türkiye arasında çok ciddi bir tohum ticareti ilişkisi var. Türkiye’de kullanılan tohumların çok büyük bir bölümü İsrail’den ithal ediliyor. Yani Türkiye’deki ekoloji hareketlerinin de pek çok açıdan Filistin için ses çıkarabileceği noktalar var. Ancak, Türkiye’de bunu gündem eden ne bir çevreci hareket var ne doğru düzgün bir tepki. Globalde kim hangi alandaysa o alanı Filistin gündemiyle birleştirerek mücadelenin ucundan tutuyor. Öğrenciler kampüste “İsrail’e akademik boykot” derken, feminist örgütler Filistinli kadınları merkeze koyuyor. Ama Türkiye’de sadece ekoloji hareketinde değil, başka politik gruplarda da ya bir atalet var ya da Filistin meselesine odaklı değiller. Filistin konusunda devamı gelmeyen, cılız sesler duyuyoruz.

Eda: Emperyalizm ekokırım suçlarını da içeriyor. Ama bir taraftan emperyalistler Filistin meselesinin sadece ekokırım üzerinden tartışılmasını da isteyebilir. Salt ekokırım üzerinden konuşmak “Savaş suçlarını konuşmayalım, ekolojik yıkımı konuşalım” diye özetleyeceğimiz bir durum da yaratabilir, ki bu emperyalistlerin işine gelir. Emperyalistler kıtlıktan ya da kimyasal bombalarla ölen insanları konuşmak yerine meseleyi bağlamından kopartarak sadece ekolojiye çekmek isteyeceklerdir. Burkina Faso’nun darbeyle devrilen lideri Thomas Sankara, “Ülkemizi işgal eden emperyalistler aynı zamanda savanlarımızı ve ormanlarımızı kundaklıyor” demişti. Emperyalist saldırı zaten Filistin’deki ekokırımı da planlıyor, içeriyor. Dolayısıyla, Filistin’deki ekokırım ayrı bir konu olarak tartışılabilir. Ama İsrail’in saldırıları sadece ekokırım meselesine çekildiğinde meselenin odağı da kayıyor.

Dilan: Emperyalist blokun saldırılarına karşı meseleye sadece ekokırım açısından bakmak burjuva siyasetinin bir yöntemi olabilir. Bu durum “Filistinliler için bisiklet sürüyoruz” diye özetlenebilecek içi boş mücadele yöntemlerine kapı aralayabilir. Sadece bu yöntemleri düşünmek bir girdap. “Yalnızca zeytin ağaçlarını konuşalım” demek tehlikeli bir siyasal söyleme de kapı aralıyor.

Filistin için Bin Genç hareketi TÜSİAD önünde, 25 Şubat 2024

Batı dünyasında Filistin yanlısı akademisyenlere, sanatçılara sansür uygulanıyor. ABD’de gözaltına alınan akademisyenler oldu. Bunca baskıya karşın çıkan seslerden önemsedikleriniz var mı?

Arif: Filistin halkının önemsediği sesleri biz de önemsiyoruz. Çünkü bu sesler Filistin’le ilgili kamuoyu oluşturuyor. Filistin direnişinin ilk önemli adımı kendisini dünya kamuoyuna gösterebilmesi oldu. Bunun ilk yapıldığı yer Leyla Halid’in uçak kaçırdığı eylem. Glasgow Üniversitesi’nde Filistinli bir rektör seçildi. Rektör kefiyelerle karşılandı, kendisi de kürsüye kefiye ile çıktı. İsrail hegemonyası çok baskın. FİBG’in Almanya Konsolosluğu önündeki eylemde söylemeye çalıştığı şeylerden biri, Holokost’un derdini İsrail’e ihraç etmesi. Üstlerindeki suçu Hamas’a yıkmaya çalışıyorlar. En sert polis müdahalelerinin Berlin’de görülüyor olması biraz da bu yüzden. Dolayısıyla, ünlü veya ünsüz herhangi bir Filistin yanlısı söz İsrail’in hegemonyasının çatlatılmasını sağlıyor. Medya üstünlüğü başlarda İsrail lehineyken bu “çatlak” seslerle Filistin’in lehine dönmeye başladı. İnsanlar Filistin’e beklenmedik bir destek vermeye başladı. Mesela, ABD’deki Filistin’e destek eylemlerinde, insanların “Pazar günleri konsolosluk önüne geliyorum, çünkü yapabileceğim başka bir şey yok” dediklerini görüyoruz. Filistin’de öldürülen çocuklar için bir şey yapılması gerektiğini hissediyorlar. Dolayısıyla, hikâye soykırım karşıtlığına döndüğü için eylemler kitleselleşiyor. Bu durum Filistin halkının haklılığının açıklanmasını sağlıyor. Çünkü İsrail’in mutlak kötülüğü tescillendi.

Şeyma: Takip ettiğim Filistinliler “Biz yalnız soykırıma direnmiyoruz, aynı zamanda yıllarca hâkim olan emperyal anlatıyı da değiştiriyoruz” diyorlar. Sahiden de öyle. ABD’de, Avrupa’da birçok insan eylemlere belki başta sadece “Bebekler ölmesin” demek için geliyorken, bir süre sonra “Filistin halkı işgal altında, biz de bu özgürlük mücadelesinin safındayız” diyebiliyor. “Filistin halkından öğreniyoruz” yalnız romantik bir cümle değil yani.

“Anlatıyı değiştirmek” derken ne kastediliyor sizce?

İsrail ve Filistin meselesi yıllardır Batı’da eşit iki taraf arasında bir çatışma olarak anılırken, bugünlerde meselenin İsrail’in yıllardır sürdürdüğü Siyonist işgal ve etnik temizliğe karşı Filistin halkının direnişi olduğu söylemi çok daha görünür halde. Mücadele kitleselleştikçe paradigmaları dönüştürme gücüne erişiyor. Bizim de burada yapmaya çalıştığımız şeylerden biri bu. Filistin için yapmamız gerekenlerden biri de gerçeğin üstündeki örtüyü kaldırmak.

Türkiye halkının –böyle isimlendirmese de– antiemperyalist damarı kuvvetli. Çoğu insan ABD ve İsrail arasındaki organik bağın farkında ve karşısında, ama yerli sermayenin İsrail’deki soykırımla bağını kuramıyor. İnsanlar Siemens şirketinin İsrail’i nasıl beslediğini bilip boykot ederken, örneğin Limak’ın, Akçansa’nın çimento satışı ile soykırımın devam etmesi arasında bir ilişki görmüyor. Çünkü muktedirler tarafından üstü örtülmeye çalışılan bir hakikat bu. Siyasetçilerin, patronların farklı kanallarla yeniden ürettiği “Biz Filistin’in tarafındayız” söylemiyle de beslenen yerleşmiş bazı inançlar var. Biz aksini verilerle ortaya koysak bile bu inancı kırmak epey güç olabiliyor. Bu nedenle bazı söylemleri özellikle kullanmayı seviyoruz. İsrail’le ticareti sürdürenlere hükümetin dilini ters yüz eden bir yerden, “yerli-milli işbirlikçi” diyoruz mesela. FİBG bir anlamda karşı hegemonya üretme denemesi. Bunun bir ayağı da yerleşik anlatılara, çarpıtılmış gerçeklere karşı yeni bir dil kurmak.

Bu hegemonyanın kırılması için Türkiye’deki sanatçıların da bir rolü olamaz mı?

Elbette olabilir. Herkes bulunduğu alanda nasıl destek verebiliyorsa oradan başlamalı. Örneğin, Zorlu PSM’nin kültür-sanat alanında önemli bir yeri var. Sanatçılar güçleri nispetince bir ses çıkarabilselerdi etkili olabilirdi. Zorlu’nun kirli işbirliğinin kamuoyunda görünürlüğü artardı. Benim de sevdiğim sanatçılar Zorlu PSM’de konser veriyor, ama gitmiyorum. Bu da boykota dahil. (gülüyor) Yurtdışında örneklerini görüyoruz, film festivalleri sanatçılar tarafından boykot ediliyor mesela. Biz de burada Sónar Fest boykotu için sanatçılara çağrıda bulunduk, ama “Zorlu Holding Siyonist soykırıma ortak olduğu için Zorlu PSM’de sahneye çıkmıyorum” diyen kimse çıkmadı maalesef.

Buna karşın Batı’da Mark Ruffalo, Billie Eilish, Roger Waters gibi sanatçılar Filistin’e destek vermekten geri durmadılar…

Filistin’in F’sinin söylenmesinin antisemitik kabul edilip susturulmaya çalışıldığı yerde bu konuda tavır almak kıymetli tabii. Bunu konforlu alanından hiç çıkmadan yapanlar da var, nadiren de olsa kariyerini riske atarak yapan da. Batı’daki bağlam Türkiye ile aynı değil. Bu sosyal-siyasal farkları gözeterek değerlendirmek lâzım durumu. Türkiye’de bu desteği açıktan vermenin kendisi sanatçılar için risk değil, hatta işlerine yarayabilir bile. Nasıl destek verdiğine göre değişir.

Arif: Türkiye’de karpuz imgesinin bir anlamı olmayabilir. Almanya’da yaşayan bir arkadaşım bana “Eylem yapamıyoruz, Filistin bayrağı yasak” demişti. Bir Filistin restoranının dolmalardan Filistin bayrağı yaptığını söylemişti. Yani dolma farklı bağlamlarda farklı eylem alanı açabiliyor, tıpkı karpuzun senelerce Filistin direnişinin sembollerinden biri olması gibi. Türkiye’de insanların karpuz imgesini kullanmasına bazen kızıyorum, “Filistin bayrağı taşıyın, kefiye takın” diyorum.

Celtic-Atletico Madrid arasında oynanan Şampiyonlar Ligi maçında Celtic Park tribünlerinde dalgalanan Filistin bayrakları, 25 Ekim 2023

Şampiyonlar Ligi’nde oynanan maçlarda özellikle Celtic tribünlerinde Filistin bayraklarının dalgalandığını gördük. Ama Filistin bayrağının daha kolay dalgalanabileceği Türkiye’de, mesela Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi maçlarında Celtic tribünlerindeki kadar güçlü bir karşı koyuşu göremedik…

Arif: Çünkü Galatasaray’ın sponsoru bizim de protesto ettiğimiz SOCAR. Türkiye’de hangi camianın kime yakın olduğu, hangi başkanın hangi siyaseti desteklediği tartışılır. Galatasaray’ın oligarşi içindeki konumuyla SOCAR’ın sponsorluğu arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’deki kulüplerin hiçbirinin Celtic gibi olamamasının bir nedeni daha var. İrlanda ve İskoç halklarının Filistin’le kurduğu ilişki bambaşka. İrlanda Filistin için büyük bir mücadele veriyor. Bu mücadele 7 Ekim’den önce de veriliyordu. Arap Baharı’yla Filistin meselesi dünya genelinde kesintiye uğramıştı. Ama Filistin meselesinin kesintiye uğramadan savunulduğu belki de tek yer İskoçya ve İrlanda’ydı. Sanırım bunun nedeni İsrail’in emperyalist kurucu ortaklarından birinin İngiltere oluşu. Çünkü Celtic siyasal bir harekete yaslanıyor. Türkiye’de de benzer bir şeyi Amedspor yapabilirdi. Ama Amedspor da kendi derdiyle meşgul.

Şeyma: Galatasaray stadında Filistin bayrakları görebiliriz belki, ama “SOCAR ile ilişkiyi kesin” gibi bir pankart görür müyüz, emin değilim.

Dilan: Ben görebileceğimizi düşünüyorum. Türkiye’de politik mücadelenin sönümlendiği bir dönemdeyiz. İnsanların “Aman ben karışmayayım” dediği bir dönem bu. Taraftarlara “SOCAR’la ilişkiyi kesin” pankartını asmak zorunda olduklarını hatırlatmak lâzım. Taraftar gruplarının kulüplere baskı yapabileceğine inanıyorum. Çünkü taraftarlar kulüplerden daha büyük.

Eylemlerin adresleri deyince akla Starbucks da geliyor. Starbucks’ın hedefte olduğu bir boykot örgütlenmeye çalışıldı. Böylesi boykot ve mitinglerin Filistin meselesini doğru kavradığını düşünüyor musunuz?

Eda: Filistin’deki soykırımın insanların üzerinde bıraktığı duygusal bir etki var. İnsanlar politik bir hattı benimseyen bir örgüt bulamadıkları için daha duygusal ve histerik eylemlere savrulabiliyor. Toplumsal bir boykot inşa edilememesinden dolayı da bireysel boykotları tercih ediyorlar.

Dilan: Ayrıca, bireysel boykot teşvik edilen de bir şey. Bireysel boykotun bir işe yaradığı söylenerek başka herhangi bir şey yapılmaması isteniyor. Çünkü işin ucunda “ulusal çıkarlar” var. Bireysel boykotun tamamen anlamsız olduğunu söylemiyorum. Ama Türkiye’de gördüğümüz örgütsüz boykotun suyu bulandırdığı açık.

Şeyma: Boykotun yurtdışındaki algılanışıyla buradaki karşılığı çok farklı. Globalde boykot meselesinde ana odak kabul edilen, boykot listelerinin belirleyicisi BDS (Boycott, Divestment and Sanctions -Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar) hareketi. Ve BDS’nin boykot çağrısı İsrail’e yatırımların geri çekilmesini ve yaptırımları da içeren, işgalciyle ilişkilerin normalleşmesini reddetme çağrısı. Ve bu karşılık da buluyor.

Türkiye’de ise boykot, belli güç odakları tarafından insanların samimi öfkesinin soğurulmasının bir yolu olarak teşvik edilen, yalnızca şahsi alışverişi kapsayacak bir eylemlilik olmaya sıkıştırılmış halde. Bu hâkim söylemin de etkisiyle insanlar İsrail’i bilfiil besleyen yerli işbirlikçilerin karşısına dikilmek yerine, Starbucks’ta kahve içen insana, sorumluya değil, tüketiciye yöneltiyor öfkesini.

Üstelik, globalde boykot listeleri daha stratejik ve odaklıyken, burada ciddi bir kafa karışıklığı da söz konusu. “İsrail malları yerine bunu alın” diye önerilen bazı yerli markaların sahipleri İsrail’e hizmet etmeye devam ediyor ve nedense bunlar boykot listelerine bir türlü dahil edilemiyor. Bireysel boykot kıymetli bir tavırsa da Boykot demek İsrail’e her alanda yaptırım demektir” talebimizi art niyetli bulup meseleyi sadece kişisel tüketim alışkanlıklarına indirgemek de elbette samimiyetsiz bir politik tercih.

Bahsettiğimiz kutuplaşmayı boykot meselesi üzerinden de görüyoruz. “Bir cephe boykotçular, ikinci cephe boykotçuları eleştirenler” gibi bir bölünme var. Ancak biz iki tarafa da “Gelin boykotun gerçek mânâsını yeniden düşünelim” diyoruz. Zira boykotun esas mânâsı İsrail’in üzerindeki ekonomik, siyasi baskıyı artırıp yalnızlaştırmak. İşgalcinin petrolünün yarısından fazlasını sağlayan SOCAR’ın işlevsiz kılınması da, Zorlu Holding’in soykırıma enerji üretmemesi de ancak boykotla mümkün. Tabii bu hepimizin sermayenin, iktidarın, Siyonistlerle işbirliği yapan herkesin yakasına yapışıp Filistin özgür oluncaya kadar bırakmadığımız bir boykotla mümkün.

Hükümet ve sermayeden “vicdanlı” olmalarını veya “insanlık” yapmalarını beklemiyoruz. Savaş da, soykırım da kapitalizmin bir parçası. Soykırımı devam ettiren emperyalist düzen içindeki güçlerden biri olan AKP hükümetine hükümetine “Filistin’deki soykırımın bir parçasısın, biliyoruz” diyoruz.

Dünyada eylemler bazı kazanımlar elde etse de soykırım devam ediyor. Gazze’yle beraber saldırılar Refah’a kadar genişledi. 40 bine yaklaşan can kaybı var. Halkların bu kadar yoğun bir çaba verdiği, ancak soykırımın durmadığı bu tablo bize ne söylüyor?

Arif: Eylemlerin bir faydası oldu. İspanya ve Hollanda İsrail’le silah ticaretine çeşitli yasaklar getirdi, bazı silah fabrikalarında üretim durduruldu. İki-üç ay öncesine göre durum artık çok farklı. Macron’un birkaç ay önceki açıklamalarıyla şimdiki açıklamaları arasında büyük fark var. Macron bile Fransa halkının öfkesini görmemezlik edemedi. Erdoğan için de aynı şey geçerli.

Şeyma: “Tüm dünya ayağa kalktı, bu daha fazla sonuç üretmeli” diye ummakla beraber, Filistin gündeminin bu kadar kitleselleşmesi Batı’daki insanlar açısından görece yeni. Bu yüzden tüm bunları özgürlüğe giden yolda bir adım olarak görüyor ve yıkıcı-dönüştürücü kudrette bir birikim yarattığını düşünüyorum.

Öte yandan, Batı’daki kadar değilse de Türkiye’de bir hareketlilik mevcut, ama durum farklı bence. Burada Filistin’e destek sorunu olduğunu söyleyemeyiz, ama nasılına gelince iş değişiyor. Zira güç sahipleri tarafından da ciddi manipüle edilen bir mesele. Örneğin MÜSİAD, İsrail’le ticareti sürdüren üyelerine tek laf edemez, hatta bu durumu yalanlarken, Galata Köprüsü’nde binlerin katıldığı Filistin’e destek yürüyüşüyle kitlelerin vicdanını kullanarak güç devşirebiliyordu.

Halklar samimiyetle çabalasa da sorumlular Siyonizme desteğini çekmeden kazanım elde edilmiyor. Bunun için sokaktaki öfkenin doğru muhatabını bulması için uğraşıyoruz. “Filistinle dayanışmak neyi gerektirir?” sorusunu tartışmaya açmaya çalışıyoruz.

Peki, meselenin “vicdan” veya “hakkaniyet” gibi kavramlar üzerinden tartışılmasına nasıl bakıyorsunuz?

Dilan: Hükümet ve sermayeden “vicdanlı” olmalarını veya “insanlık” yapmalarını beklemiyoruz. Savaş da soykırım da kapitalizmin bir parçası. “Kapitalizm iyi gidiyordu, bir anda savaş çıktı” demek doğru değil. Soykırımı devam ettiren emperyalist düzen içindeki güçlerden biri olan AKP hükümetine “Bu ihaneti bırak” demeye çalışmıyoruz. AKP hükümetine “Filistin’deki soykırımın bir parçasısın, biliyoruz” diyoruz.

Dilara: Taksim Meydanı’nda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından kurulan, Filistin’deki savaşla ilgili çeşitli videoların gösterildiği bir çadır vardı. O çadıra girdiğinizde acı çeken Gazzeli çocukları görüyordunuz. Hükümet mazlum edebiyatını çok sık yapıyor. Bizimkisi sadece mazlum bir halkın yanında olmak değil, direnen bir halkın sesini yükseltmek.

Şeyma: Katılıyorum, Filistin’de yediden yetmişe herkes içine doğdukları direniş bilincini kuşanmış, mağrur ve onurlu duruşlarını en zor şartlarda dahi korurken, Türkiye’de egemen söylem onları mağdur, gariban bir topluluk olarak tarif ediyor ısrarla. İktidar da bu resimde kendini zulme karşı mazluma kol kanat geren kurtarıcı pozisyonuna atayarak güç ve meşruiyet devşiriyor.

Arif: Hükümetin diline baktığımızda “veren el” olmaktan muazzam bir keyif duyduklarını görüyoruz. Filistinlilere “veren el” pozisyonunu koruyabildiği ölçüde yardım eden bir pozisyon bu; Filistin’de AKP hükümetinin işine yaramayan bir şey olduğu anda Filistinlilerin kötü görüleceği tehlikeli bir pozisyon.

Nasıl yani?

Hükümete ses çıkarmayan insanların diline baktığımızda işgalcilerin dilini sahiplendiklerini görüyoruz. Şifa Hastanesi’ne yapılan saldırıdan sonra Filistin İnisiyatifi hesabı rezil bir paylaşım yaparak “Kadınlarımız ve çocuklarımız kirletildi” dedi. Tam da İsrail’in sözde “kirletmek” için yaptığı eylemi bir anlamda sahiplendiler. Biz işgalcinin dilini sahiplenmiyoruz, direnişin sesine kulak vermeye çalışıyoruz. Bu yüzden Ebu Cemal’e, Gassan Kanafani’ye, Ebu Hubeyde’ye referans veriyoruz.

Öte yandan, Türkiye’de solun “Bu hikâyenin gerçek sahibi biziz” diyerek pozisyon aldığını görüyoruz. Bu söylem de hatalı. Meseleyi sürekli kendi kültürel kampına çekerek anlamaya çalışmak, “Deniz Gezmiş’in yolunda gidiyoruz” demek eksik. Biz de Deniz Gezmiş’in yolundan gidiyoruz, ama Ebu Hubeyde’nin, Rachel Corrie’nin, Gassan Kanafani’nin, Aaron Bushnell’in yolundan gitmeye de çalışıyoruz.

Filistin meselesi kültürel kampların çok ötesinde bir şey. Ama Türkiye’de siyaset kamplar üzerinden bölünüyor. Halbuki kampların hiçbirinin merkezinde gerçekten Filistin yok. Dolayısıyla, Filistin İçin Bin Genç olarak mevcut siyasi ve kültürel kampları da aşmaya çalışıyoruz. Referansımızı doğrudan Filistin mücadelesinin içinden vermeye çalışıyoruz. Bu bakış bence kurucu.

Türkiye’nin sosyal, siyasal gerçekliğinin, sırtımızdaki bireysel ve kolektif yüklerin bize, mücadelemize etkisini görerek yürüyoruz. “Farklılarımızla bir aradayız” demiyoruz, çatışa çatışa ve sahiden sıkça zorlanarak da yapıyoruz bunu. Nihayetinde buluştuğumuz antiemperyalist-antisiyonist-antikapitalist hat bizi bir arada tutuyor.

Şeyma: Solun çoğunluğu “Cihatçı gibi görünmeden nasıl destek olsak” diye kırk takla atıyor. Hatta bazılarının Arapça direniş marşlarını veya sloganlarımızı dahi duyduğunda rahatsız olduğuna eminim, ama ispatlayamam. (gülüyor) Suni kaygılarını bir kenara bırakıp her öznesini sahiplenerek intifadanın yanındayız diyemediği gibi, belli figürlerin arkasına sığınarak sözde Filistin safında dururken aslında bir alan tutma kavgası veriyor.

Madalyonun diğer yüzü de farklı değil. Örneğin, bir gözaltı sırasında otobüste ters kelepçeli halde beklerken polis namaz kılmak isteyen arkadaşlarımıza izin vermedi. Aksine “Siz namaz kılmak isteseydiniz burada işiniz olmazdı” diyerek çıkıştı. Bu laf da bir kafa karışıklığına işaret ediyor. Hareketi, zihinlerindeki ezber haritada bir yere oturtamayınca ya Filistin davasını kirletmekle suçlanıyoruz ya da doğru siyasi pozisyon almamakla. Yani çoklarının aşina oldukları anlatılar, iki mahalleli ezbere söylemler çatırdıyor bu karşılaşmalarda. Çünkü biz bu meseleyi eleştirdiğimiz kimlikçiliğe düşmeden yapmaya çabalıyoruz. Ama kimliklerimizi hiçleştirdiğimiz, “Hepimiz insanız” falan dediğimiz bir yerde de değiliz.

Türkiye’nin sosyal, siyasal gerçekliğinin, sırtımızdaki bireysel ve kolektif yüklerin bize, mücadelemize etkisini görerek yürüyoruz. Romantik bir yerden “Farklılarımızla bir aradayız” demiyoruz, çatışa çatışa ve sahiden sıkça zorlanarak da yapıyoruz bunu. Nihayetinde buluştuğumuz antiemperyalist-antisiyonist-antikapitalist hat bizi bir arada tutuyor. Böyle bir hattan Filistin mücadelesi yürütmek de bizi okların hedefine koyuyor tabii. İnsanlar sıkça “Siz İsrail’e karşıyız diyorsunuz. Neden en çok hükümeti suçluyorsunuz, neden dilinizden sermaye düşmüyor?” şeklinde eleştiriyor bizi. Ancak FİBG olarak yalnız söylenmeyeni söylemek değil, söylettirilmeyeni söylemeye ve eylemeye de çalışıyoruz.

İsrail’le ticaretin kesilmesi için hükümetten somut adım atmasını isteyen Filistin için Bin Genç üyelerinin İstiklâl Caddesi’ndeki eylemde 43 kişi işkenceyle gözaltına alındı, 6 Nisan 2024

William I. Robinson ve Hoi An. Nguyen “Gazze: Küresel kapitalizmin krizine açılan ürkütücü bir pencere” başlıklı makalelerinde, “Gazze, soykırımın önümüzdeki on yıllarda sermayenin artık sermaye ile artık insanlık arasındaki uzlaşmaz çelişkisini aşmak için siyasi bir araç haline gelebileceğini gösteren gerçek zamanlı bir tehlike çanıdır”  diyorlar. Günümüzü Gazze’deki savaş bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Arif: İsrail saldırıları oligarşinin taraflarını net bir şekilde göstermiş oldu. Emperyalizmin 20. yüzyılda bitmiş bir hikâye olmadığını, hâlâ ne kadar yıkıcı bir güce sahip olduğunu gösterdi. Sermaye ve devletlerin göbek bağı da net bir şekilde görüldü. “Büyük şeytan” Amerika ve NATO’nun Batı emperyalizmini yeniden harekete geçirişine şahitlik ettim.

Saydığım aktörlerin Türkiye siyaseti için böylesine kurucu olduğunun farkında değildim. Bu durum beni tekrar eski kodlarıma, yani Batı karşıtlığına götürdü. Emperyalizmin Batı Asya’yı, Afrika’yı ve Güney Amerika’yı nasıl şekillendirdiğini tekrar görüp yürütmemiz gereken siyasetin koordinatlarıyla ilgili fikirlerimi de ateşlemiş oldu.

Yapmamız gereken kendi halkalarımızdan başlayarak oligarşik yapının parçalarının kimler olduğunu tespit etmeye çalışmak. Bu parçaların gerçek göstergeleri Filistin-İsrail çatışmasında karşımıza çıkıyor. Taraflar çok belirgin. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve muhalefetinin de bu oligarşinin bir parçası olmaya çalıştığını görüyoruz. Haliyle mücadele hem iktidar hem de muhalefetle yapılmak zorunda.

Benim için en kurucu imge Naci el-Ali’nin çizdiği bir karikatür, Hanzala –Gazze özgürlüğüne kavuşana kadar yüzünü bize dönmeyecek olan Hanzala. Rachel Corrie ise bir başka kurucu figür. İsrail’in işgal ve yıkım projelerine karşı dururken öldürülen bir kadın. Beni çok etkilemişti. Çünkü “Bizimkiler gitmemiş, o gitmiş” diyordum.

Filistin’de süren soykırımda kadınlara yönelen şiddetin boyutunda sizce bir farklılık var mı?

Dilan: Kadınlara yönelen şiddet sermaye ve patriyarka ittifakının bir izdüşümü. Filistinli kadınlarla içi boş bir duygusal ilişki kurmuyorum. Filistinli kadınların yaşadıklarını görmek sermaye ve patriyarkaya daha fazla öfkelenmeme neden oluyor.

Şeyma: Filistinli kadınlar hem kolonyal hem de ataerkil şiddetin hedefindeler. Anlattıklarını dinlediğinizde taciz, tecavüz, cinsel şiddetin hayatlarının bir rutini olduğunu görüyoruz. Siyonist işgalciler hem günlük hayatlarında hem zindanlarda kadınlara ayrı bir şiddet politikası uyguluyorlar, zira onların direnişin başat öğesi olduklarının farkındalar. Tüm bunların karşısında Filistinli kız kardeşlerimin duruşları, direngenliklerine çok saygı duyuyor, muhabbet besliyorum.

Eda: Savaşların olduğu bölgelerde emperyalist güçlerin kadınlara özel bir şiddet uyguladığı aşikâr. Çünkü emperyalistler kadınlara “ganimet” olarak da bakıyor. Ha ülkenin toprağına girilmiş ha kadınlara tecavüz edilmiş, bu patriyarkal militarist aklı İsrail askerlerinde de görmek mümkün. Şiddet bazen kısırlaştırma, bazen de seks köleliği olarak ortaya çıkabiliyor. Ama eline silah alan militan kadınların meseleyi sadece kimlikleri üzerinden yorumlamadığını görüyoruz. Tabii ki kimliğinin farkında olan, ama onun ötesinde yurdunu savunma pratiği içeren farklı bir durum var.

Filistin için Bin Genç Türkiye’nin İsrail’le olan ekonomik ve askeri ilişkilerinin kesilmesini için eylemde, Ayasofya, 24 Mart 2024

Sizler için Filistin direnişinin imgeleri neler?

Arif: Büyüdüğüm ailede Filistin önemli bir gündemdi. Babam Mavi Marmara gemisine katılmıştı. Benim için en kurucu imge Naci el-Ali’nin çizdiği bir karikatür, Hanzala –Gazze özgürlüğüne kavuşana kadar yüzünü bize dönmeyecek olan Hanzala. Küçüklüğümden beri onun yüzünü merak ediyorum.

Rachel Corrie ise bir başka kurucu figür. Çünkü Amerika’dan çıkıp Filistin’e giden, Batı Şeria’da İsrail’in işgal ve yıkım projelerine karşı dururken zırhlı bir buldozer altında ezilerek öldürülen bir kadın. Beni çok etkilemişti. Çünkü “Bizimkiler gitmemiş, o gitmiş” diyordum. Büyük bir fedakârlık, büyük bir yürek. Küçüklüğümden beri fotoğrafı içimi sızlatır. Bu iki imge benim için çok kurucu. İkisi de benim için sonunun çok yakın olmadığı bir mücadeleyi işaret ediyor. Hanzala o çizimde arkası dönük bekler, pasif gibi görünür, ama hep “Acaba ne zaman dönecek?” diye düşünürüm. Çizeri Naci Ali de öldürüldü. Birisi yüzünü çizecek mi acaba diye merak ederim.

Şeyma: Arif’le benzer ailelerden geliyoruz. Benim ailem için de Mavi Marmara önemli bir olaydı. On yaşımdan bir video var, TRT’de bir çocuk programı. Bana “Nelerden hoşlanıyorsun?”  diye sormuşlar. Ben “Yine bomba yağıyor göklerden özgürlük yerine, demokrasi adı altında” diye bir şiir yazmışım, onu okuyorum. Çünkü o zaman yine Gazze bombalanıyor. Bir şekilde hep gündemimizdeymiş Filistin.

İkinci intifada sırasında bir duvarın arkasında saklanan baba ve oğlunun ikonik resmi aklıma geliyor veya Ahmed Yasin’in meşhur “Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum Allahım” konuşması. Bunlar hatıramdaki canlı imgelerden. İsrail askerlerine kafa tutan kız çocuğu Ahed Temimi de güçlü bir semboldü. Keza çocuklar için mücadele ederken ölen Rachel Corrie de.

Dilara: Küçükken benim de evimde Hanzala resmi asılıydı. Bilgisayarın arka planı da yapmıştım. Karpuz da aynı şekilde. Onun neden bir sembol olduğunun konuşulduğunu hatırlıyorum. Rachel Corrie için ağladığımı hatırlıyorum. Mavi Marmara’ya gidemediğim için de ağlamıştım On-on bir yaşındaydım. “Niye beni götürmediler, küçüğüm, ama ben de bir şeyler yapabilirim” diyordum. “Keşke orada ölseydim” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Leyla Halid lise yıllarımda öğrendiğim bir figürdü. Öncesinde de gittiğim eylemler hep Filistin eylemleriydi. Taksim’deki Kudüs yürüyüşleriydi. İlk tek gittiğim eylem de Filistin eylemiydi yine. Figürler iç içe geçti bir yerden sonra. Lisede direniş örgütleriyle de tanıştım.

Eda: Muhafazakâr bir aileden geliyorum. Ailem politik değildi. Üniversiteye başladıktan sonra kadın hareketi vesilesiyle Filistin direnişiyle, direnişçileriyle tanıştım. Neriman Hurşid, feminist bir organizasyonda kadın bir militan. Oğlu gözü önünde öldürülüyor. Ondan sonra silahlı mücadeleye katılıyor. Keza Leyla Halid. Dediğim gibi, kadın hareketiyle beraber öğrendiğim figürler bunlar. Çok uzak bir geçmişe dayanmıyor, ama militan kadınlar beni çok etkiledi. İsimlerini, hikâyelerini duyduğumda etkilenmiştim.

Dilan: Bende de benzer şeyler var biraz. Kendi politik kimliğini sürekli baskılayan bir ailede büyüdüm. Kürt bir aileden geliyorum. Lisede zaman zaman politik konularla karşılaşsam da tam olarak algılayamadığım, içinde de olamadığım şeylerdi. Filistinlilerin gözaltına alınırken daima gülümsemeleri hep aklımda. Bu durum cesareti gösteriyor.

“Hanzala yüzünü ne zaman dönecek diye düşünürüm” dediniz. Eğer bir gün Hanzala’nın yüzünü göreceksek sizce o yüzde nasıl bir ifade olacak?

Arif: Filistinli gençler gözaltına alınırken gülümserler, mağrur bir gülümseme olur yüzlerinde. Muhtemelen onlarınkine benzer bir gülümseme görürüz Hanzala’nın da yüzünde.