Şehri verevine kesen, adı üstünde, 11 kilometrelik geniş Diagonal caddesinde ağır ağır ilerliyorlar. Bazılarının arka tekerleklerinin yüksekliği insan boyunu aşıyor. Çıkardıkları hırıltılı sesler caddeye dizilmiş heybetli çınar ağaçlarının yaydığı huzurla tezat oluşturuyor. Barcelona’nın bu en uzun caddelerinden birini kaplamış dev traktörlerin bazılarında şu pankart göze çarpıyor: La nostre fi, la vostre fam, “bizim sonumuz, sizin açlığınız.”
Kış ve bahar ayları boyunca başta Paris, Madrid, Amsterdam, Berlin, Roma, Avrupa’nın birçok büyük kenti benzer çiftçi protestolarına sahne oldu. Protestoların başında Fransız çiftçiler otoyolları trafiğe kapatarak Paris’i açlıkla tehdit etti. Aynı günlerde, 30 bin Alman çiftçi beş bin traktörle Berlin’i felç ediyordu. 13 Şubat’ta 2024’te, 1500 çiftçi traktörleriyle Roma’ya vardı. İspanya’nın dört bir yanından yol çıkan binlerce traktör 21 Şubat’ta Madrid’de, Tarım Bakanlığı’nın önünde gövde gösterisi yaptı.
Fransa’da işaret fişeği yakılan ve hızla tüm kıtaya yayılan gösterilerin nedeni olarak anaakım medyada daha çok Avrupa’ya kıta dışından gelen ve herhangi bir denetime tabi tutulmayan ucuz gıda ürünleri ön plana çıkarıldı. Ve protestoların ardından, Fransa’da ürünlerin menşeinin etiketlerde yazılması zorunluluğu getirildi. Öyleyse önce “İthal gıda ürünü tehlikesine” yakından bakmak için Valencia’ya uzanalım.
Tarih 7 Şubat 2024, günlerden çarşamba. Tarım ve Hayvancılık Sendikası üyesi yüzlerce çiftçi Castello limanında, Türkiye ve Mısır’dan narenciye getiren iki geminin önünde toplanmış, ürünlerin limana indirilmesini protesto ediyor. Beş milyon nüfuslu Valencia otonom bölgesinde narenciye, tarımsal ihracatının yüzde 37’sine tekabül ediyor. İspanya’nın en çok narenciye ithal ettiği Türkiye, Mısır ve Güney Afrika’da narenciye toplayıcıları günlük 6-10 avro arası yevmiye alıyor. Bu miktar İspanya’daki saatlik ücretten dahi az. Bu yüzden Valencia’da tarım toplayıcılığında uzun süredir çok ucuza evraksız göçmenler çalıştırılıyor.
Tarım ve Hayvancılık Sendikası başkanı Carles Peris AB ve üçüncü ülkeler arasında yapılan ikili serbest ticaret anlaşmalarından yakınıyor. Kıta ölçeğinde çiftçilerin aralıklarla protesto dalgaları gerçekleştirmesinin arkasında 2019’da kabul edilen, ancak halen yürürlüğe sokulamayan, başta et olmak üzere, geniş bir yelpazede ürün kapsayan AB-Mercosur (Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay, Venezuela) serbest ticaret anlaşmasının da payı var. Anlaşmanın detaylarına, AB menşeili ulus-ötesi şirketlerin gıda sömürgeciliği ve iklim düşmanlığı faslında tekrar dönmek üzere, gelin Valencia’ya biraz daha yakında bakalım.
Bölgede narenciye sektöründe 30 bin kişi emek veriyor. Mısır ve Türkiye’nin AB’nin ana narenciye tedarikçisi olmasıyla beraber bu sayı hızla düşüyor. Valencialı üreticiler haklı olarak “serbest değil, adil bir ticaret” talep ediyor. Ancak hepsi değil.
John Berger Onların Emeklerine roman üçlemesinin ilk kitabı Domuz Toprak’ta yeşil devrimin, tarımın endüstrileşmesinin arifesinde Alpler’deki bir dağ köyünün gündelik hayatını anlatır. Zamanın büyük bölümünü toprakla, hayvancılıkla uğraşarak geçiren köylülerin doğayla ilişkisini şu sahne güzel tasvir eder: Yaşlanmış ineğini öldürecek köylü kadın onun kulağına ninniler fısıldar, aralarındaki, uzun yıllara yayılan yakın ilişkiyi yad eder. İneğin kesilmesinin ardından bütün aile bir şölen düzenler. Oysa günümüzde artık Avrupa’da tarım ve hayvancılıkla uğraşanları romandakine benzer genel bir kategoriye koymak mümkün değil. Hatta tam tersi, Avrupa’daki çiftçi protestolarına merceği yeteri kadar büyütmeden bakınca, gururlu, herkes için üreten ve kadim bir geleneği devam ettiren insanların haklı isyanına tanık olduğumuz zannına kapılabiliriz. Bu bakış açısıyla ulus-ötesi tarım şirketlerine ve büyük toprak sahiplerine karşı küçük çiftçilerin savaştığı bir sınıf mücadelesi görünmez olur.
Valencia’nın en büyük narenciye ve işlenmiş gıda üreticisi Cítrico Global bölgenin büyük toprak sahipleri tarafından kuruldu ve zamanla 12 şirketten oluşan dev bir meyve grubuna dönüştü. Mısır ve Türkiye’den narenciye ithal eden grup diğer ithalatçı firmalar gibi, gümrük vergilerinde yüzde 40 indirim alıyor. Narenciyeleri işleyip satan grubun çoğunluk hissesinin sahibi ise küresel yatırım fonu Miura. Arkasında Miura’nın yer aldığı Martinavarro Grubu’nun genişleme planları arasında Güney Amerika, Güney Afrika ve Asya’da toprak gaspları da yer alıyor.
Narenciye ithalatından, vergi indirimlerinden arttırdığı karlarıyla grup yeni şirketi Inversora Hotelera Azteca’yla Meksika’da, Kankun’da birçok otel satın aldı. Şirket yöneticilerinin narenciye ticaretiyle elde ettikleri kârları Cayman Adaları’ndaki beş şirkete aktardığı Panama belgelerinde ortaya döküldü.
2003-2013 arasında, AB’de her dört küçük-orta boy çiftlikten biri yok oldu, en az dört milyon kişi işsiz kaldı. Son 15 yılda, çiftçilerin üçte biri tarımı bıraktı. AB politikalarıyla büyük tarım şirketleri küçük üreticileri yutuyor. Tarım desteklerinin yüzde 80’i işletmelerin sadece yüzde 20’sine veriliyor. Ulus-ötesi şirketlerden örülmüş bir ağ kıtadaki tarım arazilerinin büyük bölümünü ele geçirmiş durumda.
Kuşbakışı incelendiğinde, AB’de çiftçilerin birkaç ortak sorunu olduğu da göze çarpıyor. Artan enerji, gübre ve girdi fiyatları, giderek tekelleşen süpermarket zincirlerinin baskısı çiftçilerin kâr oranlarını düşürüyor. AB’de yasaklanan (ancak henüz pek de denetlenmeyen) hormon, antibiyotik ve tarım ilaçlarını kullanan Mercosur blokuyla yapılana benzer ikili ticaret anlaşmaları çiftçiler arasında haksız rekabet duygusu yaratıyor.
Öte yandan, çiftçi protestolarının epey yerel nedenleri de mevcut. Az sonra mercek altına alacağımız üzere, yıllın herhangi bir günü en az 110 milyon canlı hayvan barındıran, batılı kapitalist ülkeler arasında ABD’den sonra en büyük tarım ithalatçısı konumundaki, tam da bu nedenle içilebilir sularının neredeyse üçte ikisi nitratla kirlenmiş, AB ortalamasının dört katı nitrojen salınımı yapan, tüm doğası tehdit altındaki 17 milyonluk Hollanda, 2030’a kadar hayvan stokunu üçte bir oranında indirmek istiyor, dahası buna mecbur. Buna dev tarım ve hayvancılık şirketleri şiddetle direniyor.
Savaşın ardından AB’nin başlangıçta kota ve vergilerden muaf tuttuğu Ukrayna’dan gelen ucuz tarımsal ürünler, özellikle de tahıl, öfkeli Polonyalı çiftçilerin 2023 baharında otoyolları kapatmasına yol açmıştı. Almanya’da dizel sübvansiyonlarının azaltılması, Fransa’da yakıt vergisinin artırılması ve İtalya’da çeşitli vergi muafiyetlerinin kaldırılması protestolarla karşılaşınca ertelendi. Ancak, kuşbakışı manzaradan tarlaya indiğimizde, AB’nin yıllar boyunca hangi çiftçilerin semirmesine el verdiği, hangilerinin sefalete sürüklenmesine seyirci kaldığı ortaya çıkıyor.
Bu durumu Yeşiller AP üyesi Tom Waitz şöyle özetliyor: “(Protestolarda) küçük çiftçiler öndeki sempatik kukla, incir yaprağı olarak kullanılıyor… Küçük ve orta ölçekli çiftçiler, tarımsal sanayi şirketlerinin çıkarlarının gizlenmesine alet ediliyor.“
AB’nin ilk defa 1962’de hayata geçirilen Ortak Tarım Politikasının (CAP) 2023 tarımsal destek bütçesi 65 milyar avroydu. Bu miktar 28 ülkeden oluşan birliğin yıllık bütçesinin yaklaşık yüzde 40’ına denk geliyordu ve tarım endüstrisini tekelleştirmekle meşhur ABD’nin 30 milyar dolarlık destek paketinin iki katından fazlaydı. Ancak, bu destekler sadece iç tüketime yönelik değil. Zira 1962’deki başlangıcından bu yana CAP Avrupa tarımının sanayileşmesine ve ihracata yönelmesine öncülük ediyor.
Tarımda sanayileşme ve ihracat yönelimi ilkin kıtadaki küçük veya çevre dostu çiftçilerin hilafına işliyor. Eurostat’a göre, 2003-2013 arasında AB’de her dört küçük-orta boy çiftlikten biri yok oldu. Bu süreçte en az dört milyon kişi işsiz kaldı. Son 15 yılda, AB’de çiftçilerin yaklaşık üçte biri tarım yapmayı bıraktı.
Kasıtlı AB politikalarından kaynaklanan bu süreçte büyük tarım şirketleri küçük üreticileri yutuyor. CAP tarım desteklerinin yüzde 80’i tarım işletmelerinin sadece yüzde 20’sine veriliyor. Kısacası, büyük oranda ulus-ötesi şirketlerden örülmüş bir ağ kıtadaki tarım arazilerinin büyük bölümünü ele geçirmiş durumda. Üstelik, AB’nin CAP vasıtasıyla desteklediği tekelci tarım endüstrisi mafyatik ilişkileri ve şiddeti de destekliyor.
Fransa’daki gösterilerde Marine Le Pen’in traktör sırtında gözükmesi ya da Almanya’da ikinci parti konumundaki aşırı sağcı AfD’nin protestolarda çiftçilere verdiği destek, medyada “aşırı-sağ çiftçileri yanına çekmek istiyor” yorumlarına sebep oldu. Oysa, protestolarda başı çeken ve AB bütçesinden aslan payını alan büyük toprak sahipleri ve tarım şirketleri zaten aşırı-sağın doğal müttefiki.
AB’de agro-ekolojik tarım makyaj mahiyetinde teşvik edilirken ihraç malları üretimi en büyük öncelik. Et ve süt ürünleri gibi yüksek ekolojik ayak izini haiz sektörlerde ikinci ülkelerle yapılan serbest ticaret anlaşmalarının esbabı mucibesi de bu.
Daha 2009’da, gelişmiş ülkelerin tarım politikalarının Küresel Güney’e yılda yaklaşık 17 milyar dolara mal olduğu tahmin ediliyordu. Bu rakam aynı dönemde bu ülkelere yapılan “kalkınma yardımlarının” beş katıydı. İleride gıda sömürgeciliği bahsinde açacağımız üzere Afrika’nın geniş tarımsal potansiyeline rağmen net bir gıda ve tarım ürünleri ithalatçısı olmasının nedeni de AB ve ABD’nin ulus-ötesi şirketleri kayıran tarım politikaları.
Avrupa’daki küçük çiftçi örgütleri, eko-sol gruplar ve sol siyasetçilerin CAP’ın büyük tarım şirketlerini desteklemesini frenlemek için çiftliğin büyüklüğüne bakmaksızın bir tavan destek miktarı önerisini de Avrupa Komisyonu incelikli bir manevrayla devre dışı bıraktı. Yüz bin avroluk bir tavan getirmek yerine, ülkeleri destekleri büyük tarım şirketlerine aktarma konusunda özgür bırakan “gönüllü bir üst sınır” kararı aldı. Bu da bizi siyaset ve tarım endüstrileri arasındaki kirli ilişkilere getiriyor.
Macaristan’ın Fejer eyaletinde yaşayan 63 yaşındaki çiftçi Ferenc Horvath, küçük çiftliğinin etrafındaki tüm kamu arazilerinin birkaç gün içinde satıldığını çok sonra öğrenmiş. “Kamu arazilerini satın alabileceğimizi bilmiyorduk” diyor Horvath. Macaristan’ın faşizan sağcı başbakanı Viktor Orbán’ın çocukluk arkadaşı, eski tesisatçı Lorinc Meszaros’un uçsuz bucaksız arazileri Horwarth’un çiftliğini çevreliyor.
Macaristan’da hükümetin desteklediği bir avuç oligark hızla kamu arazilerini tekeline alıyor, küçük çiftçilerin arazilerini peyderpey gasp ediyor. Bu uğurda en büyük destekçileri ise AB ve onun CAP yoluyla dağıttığı destekler.
AB oligarklara sadece finansal destek sağlamakla kalmıyor, el atından tekelleşmeyi de teşvik ediyor, arazi mülkiyet veri tabanını kamuya açmayı çeşitli bahanelerle reddediyor. Sadece Macaristan değil, tüm Doğu Avrupa’da tarımda hızla bir mafyalaşma yaşanıyor. Forbes 2021 listesine göre, ülkenin en zengin üçüncü ve beşinci kişilerinin de yer aldığı Çek Cumhuriyeti’ndeki tarım lobisi, başını Sivil Demokrat Parti’nin (ODS) çektiği hükümetteki sağ koalisyonun yardımıyla CAP desteklerini artırıp arazilerini genişletiyor.
Slovakya’da küçük çiftçiler arazilerine el koymak isteyenler tarafından dövülüyor ve haraca bağlanıyor. 2018’de gazeteci Jan Kuciak ülkede CAP sübvansiyonlarından yararlanan siyasetçilerle İtalyan mafyası Ndrangheta arasındaki ilişkiyi araştırırken öldürüldü.
Fransa’daki gösterilerde aşırı sağcı Ulusal Birlik grubunun başkanı Marine Le Pen’in traktör sırtında gözükmesi ya da Almanya’da ikinci parti konumundaki aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif’in (AfD) protestolarda çiftçilere verdiği sıkı destek medyada “aşırı-sağ çiftçileri yanına çekmek istiyor” yorumlarına sebep oldu. Oysa, Yanis Varoufakis’in de ifade ettiği gibi, AB çapında protestolarda başı çeken ve AB bütçesinden aslan payını alan büyük toprak sahipleri ve tarım şirketleri zaten aşırı-sağın doğal müttefiki konumunda.
Üstelik, son 20 yıl boyunca, her yıl yüz binlerce küçük çiftçi tarım ve hayvancılığı bırakır, biyoçeşitlilik kaybı ivmelenir ve tarımın iklim krizindeki payı artarken, AB ülkelerinin çoğunun başında sağ hükümetler bulunuyordu.
Hollanda’da aşırı-sağcı Çiftçi Vatandaş Hareketi (BBB) 15 Mart 2023’teki eyalet seçimlerinden 19,1 ile ikinci parti çıktı. Ekolojist hareketin son derece zayıf bulduğu, çerçevesi 2019’da çizilen Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın dahi ortadan kalkmasını isteyen aşırı sağ partilerin, zengin çiftçilerin ve tarım şirketlerinin sınıfsal çıkarları tam manasıyla örtüşüyor.
Avrupa Parlamentosu’nun en büyük grubu, liberal sağ koalisyon Avrupa Halk Partisi’nin (EPP) tarım şirketlerinin ve büyük toprak sahiplerinin birliği Copa-Cogeca’nın en hararetli destekçisi olmasının nedenlerini de burada aramak lâzım. Şimdi Copa-Cogeca’yı mercek altına alalım.
Tarım şirketlerinin ve büyük toprak sahiplerinin birliği Copa-Cogeca’nın başkanı Pesonen “Avrupa tarımının kârlı hale gelmesi gerektiğini” söylüyor. Bundan kasıt giderek daha fazla büyük çiftlik. Pesonen küçük ölçekli çiftliklerin de hayatta kalmalarını istediğini söylese de eklemekten geri durmuyor: “Peki bu gerçekçi mi? Hayır, değil. Çünkü piyasa bu durumu mükâfatlandırmıyor.”
Copa-Cogeca’nın lobi faaliyetlerinin merkez üssü Brüksel’de, bir öğle yemeği sırasında Politico’ya verdiği röportajda birliğin başkanı Pekka Pesonen “Avrupa tarımının kârlı hale gelmesi gerektiğini” söylüyor. Bundan kasıt giderek daha fazla büyük çiftlik. Kendisini AB tarım işçilerinin “birleşik sesi” olarak tanımlayan Pesonen küçük ölçekli çiftliklerin de hayatta kalmalarını istediğini söylese de eklemekten geri durmuyor: “Peki bu gerçekçi mi? Hayır, değil. Çünkü piyasa bu durumu mükâfatlandırmıyor.“
Avrupa çapındaki çiftçi örgütü Copa ile kooperatifler federasyonu Cogeca’nın bir araya gelmesiyle 1962’de kurulan Copa-Cogeca “Bir yandan AB tarımının sürdürülebilir, yenilikçi ve rekabetçi olmasını sağlarken, diğer yandan Avrupa genelinde 500 milyon insanın gıda güvenliğini garanti güvence altına aldığını” ve kıta çapında 22 milyon çiftçi ve 22 bin kooperatifi temsil ettiğini iddia ediyor. Oysa, Lighthouse’un kapsamlı raporları tam tersi bir tabloyu ortaya koyuyor.
Lighthouse’un temasa geçtiği 50 çiftçi birliğinden sadece dokuzu örgüte üye çıkarken Copa-Cogeca’nın ulaşılabilen raporlarında dahi, 2016’dan sonra üye sayısında yüzde 20’den fazla düşüş göze çarpıyor. Alınan kararlarda küçük çiftçilerin hiçbir söz hakkı yok. Örneğin, Copa-Cogeca’nın Romanya’daki bileşeni Tarım ve İşbirliği İttifakı’nın 3500 üyesi tarım arazilerinin yüzde 25-35’ine sahipken toplam çiftliklerin sadece yüzde 0,1’ini temsil ediyor.
Öte yandan, John Carpenter’ın Yaşıyorlar filmindeki inşaat işçisinin özel bir gözlük takmasıyla aramızda yaşayan uzaylı istilacı kapitalistleri görmesi misali, örgütün lobi faaliyetlerine yakından baktığımızda, parçası ya da ittifak halinde olduğu ulus-ötesi şirketleri göz önüne aldığımızda, Copa-Cogeca’yı bir “çiftçi örgütü” diye adlandırmak abes kaçıyor. Copa-Cogeca hem onu temsil eden bireyler açısından hem de kurumsal düzeyde pestisit, hayvan yemi, endüstriyel tarım, genetiği dönüştürülmüş tohum şirketlerine, dahası ormansızlaşmanın baş sorumlularından akbaba yatırım fonlarına göbekten bağlı. Birkaç örneğe biraz yakından bakalım.
Bayer-Monsanto, Syngenta ve BASF üçlüsü atalık tohum ve biyoçeşitlilik kaybının başlıca nedenlerinden GDO’lu tohum pazarının üçte birini elinde tutuyor. 91 ülkede faaliyet gösteren BASF’ın ürünleri birçok akut hastalığa yol açıyor. BASF’nin başlıca hissedarları arasında ormansızlaşmanın ana aktörlerinden, dünyanın en büyük varlık fonu BlackRock da bulunuyor.
Copa-Cogeca’nın Fransa’daki en büyük bileşeni ve ülkenin siyasetteki en etkili çifti örgütü Ulusal Çiftçi Sendikaları Federasyonu’nun (FNSEA) başkanı Arnaud Rousseau, yağlı tohum ve pestisit endüstrisinin dev şirketler grubu Avril’in yönetim kurulu başkanı. Hollanda merkezli ve kâğıt üzerinde kooperatif olan FrieslandCampina 2021 itibarıyla, 30,192 milyar dolarlık küresel süt tozu pazarının en istilacı aktörlerinden biri. FrieslandCampina Hollanda’daki çiftliklerinin yüzde 85’inin sütünü satın alıyor. Copa-Cogeca’nın Brüksel’deki lobi faaliyetlerinde en büyük destekçileri ise BASF, Bayer-Monsanto ve Syngenta gibi kimya, pestisit ve GDO devleri.
Bayer-Monsanto, Syngenta ve BASF üçlüsü atalık tohum ve biyoçeşitlilik kaybının, küçük çiftçilerin hayatlarının mahvolmasının başlıca nedenlerinden GDO’lu tohum pazarının üçte birini elinde tutuyor. 2019 itibarıyla, 190 milyon hektar alanı (Türkiye ekilebilir alanlarının sekiz, sulanabilir arazilerinin 21 katı) istila etmiş olan GDO’lu bitkilerin büyük çoğunluğu hayvan yemi sağlamak için yetiştiriliyor. AB’nin hayvan yemi olarak kullandığı soya için yer yıl Küresel Güney’den 19,24 milyon hektar sanal arazi ithal etmesi gerekiyor.
91 ülkede faaliyet gösteren ve 110,500 çalışanı olan BASF’ın ürünleri arasında, 11’i PFAS’lar (diğer adıyla “sonsuza kadar” kimyasalları) olmak üzere 25 “kalıcı” toksik kimyasal madde bulunuyor. PFAS ürünleri obeziteden kansere uzanan geniş bir yelpazede birçok akut hastalığa yol açıyor. Aralık 2021 itibarıyla, BASF ABD’deki yabancı sermayeli şirketler arasında kansere neden olan hava kirliliğinin birinci, ülkedeki tüm şirketler arasında toksik atıkların dördüncü müsebbibiydi.
BASF’nin başlıca hissedarları arasında ormansızlaşmanın ana aktörlerinden, dünyanın en büyük varlık fonu BlackRock da bulunuyor. Bu akbaba yatırım fonu halka açık en büyük 25 soya, sığır eti, palmiye yağı, kâğıt hamuru, kâğıt, kauçuk ve kereste şirketlerinin en büyük üç hissedarından biri konumunda. Aralarında, tarım arazisi açmak için 2023’te Brezilya ve Endonezya’da çıkarılan orman yangınlarından sorumlu şirketler de var. GDO’lu tohumları hararetle savunan şeker pancarı lobisi CIBE ve şeker üreticileri lobisi CEFS de Copa-Cogeca’nın sıkı müttefikleri.
Copa-Cogeca, tarım söz konusu olduğunda, Brüksel’de benzeri görülmemiş ayrıcalıklara sahip. Avrupa Komisyonu çatısı altında faaliyet gösteren Tarım ve Kırsal Kalkınma Komisyonu’nun (DG AGRI) hazırladığı taslaklara önceden ulaşıp içeriğini değiştirebiliyor. Copa-Cogeca başkanı Christiane Lambert Tarım ve Balıkçılık Konseyi’nin (AGRIFISH) toplantılarına katılıyor.
Tarladan Çatala stratejisinin hedefi 2030’a kadar tehlikeli pestisitlerin, anti-mikrobiyallerin kullanımını yüzde 50, gübre kullanımını yüzde 20 azaltmak, organik üretim arazilerini tüm tarım arazilerinin yüzde 25’ine çıkarmak. Ekoloji örgütleri ise pestisit kullanımının 2030’a kadar en az yüzde 80 azaltılması, 2035’te tamamen terkedilmesi için küçük çiftçiliğe mali destek sağlanması gerektiğini dile getiriyor.
Copa-Cogeca lobi faaliyetleriyle uzun yıllardır AB tarım yardımlarının daha adilane dağıtılmasına yönelik plan ve hazırlıkları önlüyor. Küçük çiftçileri dünya çapında örgütleyen Via Campesina’nın da üyesi Romanya küçük çiftçiler birliği Eco Ruralis’in başkanı Miklós Attila Szöcs Boruss, “Bizim istediğimiz tam da onların istemediği şey” diyor. “Onlar dijitalleşme, tarlada robotlar, ‘hassas’ tarım peşindeler” diye ekliyor.
Gerçekten de çiftçisiz tarım yoluyla ihracat hacmini artırmak isteyen Copa-Cogeca bileşenleri, bir yandan küçük çiftlikleri yutarken, diğer yandan da iklim krizine karşı alınması gereken önlemlere köstek olmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bu yüzden 2019-2023 arasında Avrupa Yeşil Anlaşma Şefi olan Frans Timmermans’ın tarım reformu Farm to Fork’u (Tarladan Çatala) DG AGRI’ye değil, lobi güçlerinin bulunmadığı Sağlık ve Gıda Güvenliği Komisyonu’na (DG SANTE) hazırlatmasına çok öfkelendiler.
Mayıs 2020’de kabul edilen Tarladan Çatala stratejisi ve Şubat 2024’te güncellenen Doğa Restorasyon Yasası eko aktivistlerin yetersiz bulduğu, AB’yi 2050’ye kadar “iklim nötr” haline getirmeyi hedefleyen ve 2019’den itibaren şekillenmeye başlayan Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın tarımsal üretimi ilgilendiren ayaklarını teşkil ediyor. Copa-Cogeca üyeleri her iki ayağın da azılı düşmanı.
Tarladan Çatala stratejisinin hedefi 2030’a kadar kimyasal ve tehlikeli pestisitlerin, anti-mikrobiyallerin kullanımını yüzde 50, gübre kullanımını yüzde 20 azaltmak, organik üretim arazilerinin alanını ise tüm tarım arazilerinin yüzde 25’ine, yani şimdikinin üç katına çıkarmak. Arıları ve Çiftçileri Kurtarın gibi ekoloji örgütleri ise pestisit kullanımının 2030’a kadar en az yüzde 80 azaltılması, 2035’te tamamen terkedilmesi, toksik içermeyen tarıma geçiş yapabilmeleri için küçük çiftçiliğe mali destek sağlanması gerektiğini dile getirirken, Yeşil Mutabakat planlarında toprak, su ve çevre kirliliğinin en önemli aktörlerinden süt ve et endüstrisinden bahsedilmemesini eleştiriyor.
Üstelik başta Copa-Cogeca ve pestisit lobi grubu Avrupa Mahsul Koruma Birliği’nin (ECPA) bastırmasıyla, bu yetersiz hedeflerin gerçekleştirilmesi de pek mümkün gözükmüyor. Zira lobi grubuna bağlı şirketler pestisit satış ve kullanımına dair verileri saklı tutuyor. Avrupa Komisyonu da uygulamaya geçmeyi engelleyen bu gediği kapatmak bir yana, lobilere üstü kapalı destek veriyor. Komisyonun önerdiği pestisit ölçümü risk göstergesi (HRI-1) oranları olduğundan düşük gösterdiği için, Arıları ve Çiftçileri Kurtarın örgütüne göre, “Kâğıt üzerinde pestisit azaltımı yanılsaması yaratılırken, sahada pestisit kullanımı artabilir.”
Gerçekten de pestisit lobisinin gücü göz önüne alındığında, hedefleri tutturmanın zorluğu da ortaya çıkıyor. Küresel pestisit satışları son 20 yılda ikiye katlandı. Sektörde hızlı bir tekelleşme gerçekleşti ve artık dört ulus-ötesi şirket (Bayer-Monsanto, BASF, Syngenta ve ve Corteva) 53 milyar avroluk pazarın yaklaşık üçte ikisini kontrol ediyor.
Küçük çiftlikler tarım arazilerinin sadece yüzde 24’ünde gezegendeki gıdanın yüzde 33’ünü üretiyor. Dolayısıyla, AB’de hem gıda güvenliğini sağlamak için hem de sınıf dayanışması adına, beş hektarın altında araziye sahip çiftçilerle beraber örgütlenmek bir önkoşul. Ancak, bunun zor bir yanı var: Küçük ve orta ölçekli çiftçiler de hayatta kalabilmek için giderek daha fazla göçmen işçi sömürüyor.
1 Şubat 2024’te, Brüksel sokaklarını dolduran binlerce küçük çiftçiden biri olan, La Via Campesina’nın Avrupa şubesi (ECVC) üyesi Brittanyli Morgan Ody meramını şöyle anlatıyor: “Çiftçiler olarak iklim kriziyle mücadele için harekete geçmemiz gerektiği konusunda çok kararlıyız.” 1993’te, Belçika’nın Mons şehrinde enternasyonal bir buluşma gerçekleştiren Via Campesina’nın Avrupa’da 21 sendikaya bağlı 100 binin üzerinde üyesi bulunduğu tahmin ediliyor. Morgan Ody AB’nin en büyük çelişkisini şöyle ifade ediyor: “Bir yandan uluslararası piyasalarda rekabet etmek istiyorlar, diğer yandan da çevre dostu bir üretim hedefliyorlar.” Ve ekliyor: “Via Campesina olarak küresel rekabete karşıyız.”
Gerçekten de CAP siteminde yapılacak ve küçük çiftçilere istikrarlı gelir sağlayacak bir reformla tüm Avrupa’nın gıda güvenliğini sağlıklı gıdalarla tesis etmek mümkün. Dünyada, büyük çoğunluğu Küresel Güney’de olmak üzere, yaklaşık 500 milyon küçük çiftçi hanesi mevcut. Yapılan araştırmalar, hem verimlilik hem de doğanın korunması açısından, küçük çiftliklerin yüksek sera gazı emisyonlarına, toprağın ve suyun kirlenmesine, ötrofikasyona (azot ve fosfatın aşırı artması) ve biyoçeşitlilik kaybına yol açan endüstriyel tarıma kıyasla çok daha başarılı olduğunu gösteriyor.
Küçük çiftlikler tarım arazilerinin sadece yüzde 24’ünde gezegendeki gıdanın yüzde 33’ünü üretiyor. Dolayısıyla, AB’de hem gıda güvenliğini sağlamak için hem de sınıf dayanışması adına beş hektarın altında araziye sahip çiftçilerle beraber örgütlenmek bir önkoşul. Ancak, bu örgütlenmenin zor bir yanı var: Sadece büyük toprak sahipleri ve tarım şirketleri değil, küçük ve orta ölçekli çiftçiler de hayatta kalabilmek için giderek daha fazla göçmen işçi sömürüyor.
Örneğin, İtalya’da tarım sektöründe 400-500 bin arasında mevsimlik evraksız göçmen işçi çalıştırıldığı tahmin ediliyor. Bu rakam toplam işgücünün yaklaşık yarısına tekabül ediyor. Endülüs’te tarımsal işgücünün yüzde 28,9’u, Huelva gibi şehirlerde ise yüzde 73,1’i göçmenlerden oluşuyor. Kimi AB ülkelerinde sığınmacıları tarım-gıda işverenlerinin hizmetine sunma talebi yüksek sesle dile getiriliyor. Dolayısıyla, eğer yaşlı kıtanın gıda güvenliği ve doğasının restorasyonu adilane bir şekilde tesis edilecekse küçük çiftçiler ve göçmenlerin beraber örgütlenmesi şart gözüküyor.
Alman-Fransız Stereo Total ikilisinin “Europa Neurotisch” şarkısında dediği gibi: “Nevrotik Avrupa / Piskozlardan büyüleniyor / Nevrozlarının parfümüyle kendinden geçiyorsun.“ Gerçekten de AB’nin kadük kalan yeşil hayalleriyle çiftçisiz endüstriyel tarıma verdiği destek arasındaki gelgitleri belki de en çok hayvancılık alanında gözler önüne seriliyor. Vahametin boyutlarını görmek için iki coğrafyaya yakından bakalım.
Guissona kasabasının hemen dışında yer alan mezbahanın duvarındaki devasa afişte, domuzlar yemyeşil çimlerin üzerinde, masmavi bir gökyüzünün altında özgürce dolaşıyor. Aynı fotoğrafta, arıtma tesisinden çıkan temiz su şirin ahşap kulübelerin etrafından dolaşıyor. Mezbaha ismini kurulduğu bu kasabadan alan Guissona Gıda Şirketi’ne ait. İspanya çapında Bon Area markası altında 540 şubesi bulunan market zincirine sahip şirket yılda 2,250 milyar avroluk et satıyor.
Katalunya’daki dev domuz çiftliklerinde, 2021 itibarıyla, 8 milyon (tam rakam 8,020,892) domuz bulunuyordu. Ancak, rakam yanıltmasın. “Bilimin imkân verdiği yenilikler” sayesinde genetiği ile oynanmış domuzlar geleneksel çiftlik domuzlarından 2,5 kat daha hızlı olarak, hiç gün yüzü görmeden, dört buçuk ayda büyüyüp mezbahaya yollanıyor. Dolayısıyla, yine 2021’de, ülkede 24 milyon (tam rakam 24,041,540) domuz öldürüldü. Azmanlaşmış domuz çiftliklerinin hayvanlara, çevreye ve insanlığa zararının haddi hesabı yok. Belli başlılarını sıralayalım.
İspanya genelinde, 2100 domuz çiftliği bulunan Vall Companys şirketinin sahte kooperatifler kurarak sefil şartlarda işçi çalıştırdığı ortaya çıktı. Katalunya’da, 2019’da, domuz çiftliklerinin atıkları nedeniyle, her 100 belediyeden 42’sinde, suların aşır nitrat nedeniyle içilemez nitelikte olduğu tespit edildi. Domuzların beslenmesi için gerekli yem üretimi yüzünden Barcelona’nın gıda güvenliği yüzde 10’a kadar düştü. Üstelik, Cargill ve Bunge şirketlerinin Barcelona limanındaki devasa silolarına hayvan yemi amaçlı olarak Brezilya’dan getirdiği soyalar Amazon ormanlarında yakılarak açılmış arazilerde yetiştiriliyor. Bu arazilerin yüzölçümü Katalunya’nın yüzde 75’ine, yani 24 bin kilometrekareye denk düşüyor.
İspanya’da iklim krizini derinleştiren sera gazı salınımlarının yüzde 9’u et endüstrisi kaynaklı. Bunun yüzde 30’unu üreten Katalunya’da insanlar Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiğinin 10 katı, yani yılda kişi başı 65 kilo et tüketirken, domuz etinin üçte ikisi, başta AB ülkelerine olmak üzere, ihraç ediliyor. Katalunya’nın en büyük dördüncü sektörü haline gelmiş domuz çiftliklerinin su tüketimine son dönemde kuraklık da eklenince, Katalunya Valencia bölgesinden tankerle su getirmek zorunda kalıyor. Üstelik, Avrupa’nın bir başka köşesinde bu ürkütücü tablonun bin beteri ile karşılaşıyoruz.
Çevre aktivisti, 73 yaşındaki kimyager Johan Vollenbroek içinde zararsız bir kimyevi madde bulunduğu sonradan anlaşılacak mektubu aldığında şaşırmadığını söylüyor. 1990’lardan günümüze uzanan mücadelesi boyunca birçok ölüm tehdidi almış. Kendisini özellikle “Natura 2000” diye adlandırılan, ülkenin tarım arazilerinin arasına irili ufaklı yamalar gibi yerleştirilmiş ve Hollanda yüzölçümünün yüzde 10’una denk gelen doğa koruma alanlarının savunusuna adamış. Bu alanlardaki toprak ve su niteliğine, biyo-çeşitliliğe karşı en büyük tehdit ise milyonlarca ton hayvan dışkısı üreten ve aşırı gübre kullanımı yüzden ülkenin en büyük nitrojen üreticisi konumundaki endüstriyel çiftliklerden geliyor.
Hollanda’da tarımsal üretimin boyutları havsalayı zorlayacak nitelikte. Yüzölçümü sadece 41,540 kilometrekare olan bu ülke, 2021’de 104,7 milyar avroluk gıda ihracatıyla dünyada ABD’nin arkasından ikinci sırada. Bu miktar tüm AB ihracatının yüzde 40’tan fazlasını oluşturuyor.
Devasa et üreticisi Vion Food Group, dördü Hollanda’da, sekizi Almanya’da bulunan mezbahalarında yılda 15 milyon domuz ve yaklaşık 1 milyon inek kesiyor. Uydu görüntüleri ülkenin üstünün, hayvan gübresi kaynaklı, astım, akciğer kanseri, kalp rahatsızlıkları, doğum kusurları gibi birçok sağlık sorununa neden olan amonyak bulutlarıyla kıpkızıl kaplandığını gösteriyor. Aşırı gübre kullanımından kaynaklı nitrojen artışı doğal alanlardaki narin bitkileri hızla tüketiyor. Ülkenin tatlı sularının yüzde 60’ı ötrofik, yani canlı yaşamı destekleyecek oksijenden yoksun.
Aslında Hollanda’daki vahim tablo 1990’lerden beri biliniyordu. Daha 1993’te, BM Avrupa Ekonomik Komisyonu, endüstriyel tarım kaynaklı kirliliği “tipik bir Hollanda sorunu” olarak nitelendirdi. Ancak, başta Copa-Cogeca bileşenleri ve gübre lobisi, alınması gereken önlemleri sürekli ötelemeyi başardı. Bu yüzden lobi grupları arasında çevre aktivisti Johan Vollenbroek’in 2019’daki zaferi bir şok etkisi yarattı.
O yıl Hollanda’nın en yüksek mahkemesi ülkenin azot kirliliğine yönelik izin sistemini geçersiz kıldı. Bu şu anlama geliyordu: Artık çiftlikler, daha sonra telafi edeceklerine dair söz vererek yasal sınırların ötesinde doğayı kirletme izni alamayacaktı. 2023’te, bölgesel seçimlerden birinci parti çıkan aşırı sağcı Çiftçi Vatandaş Hareketi’nin de (BBB) aynı yıl kurulması tesadüf değildi.
Hollanda hükümeti 2022’de, nitrojen emisyonlarını yüzde 95, hayvan stokunu ise üçte bir oranında azaltma kararı aldı. Bunun için ayrılan 24,3 milyar avroluk bütçeyle en çok kirliliğe neden olan üç bin çiftliği satın alıp kapatmak istiyor. Ancak, hızla yükselen çiftçi protestoları bu planın hayata geçirilmesinin önündeki en büyük engel. Üstelik, nevrotik AB’nin paralel bir planı daha mevcut. 2019’da imzalanan Mercosur-AB ticaret anlaşmasına yakın plan yapalım.
Çiftliklerinde her daim 110 milyon canlı hayvan bulunan Hollanda’da yılda kişi başına 76 kilo et tüketiliyor. 2018 itibarıyla, AB ortalaması ise 69,8 kilo. Bu miktarın 2031’de sadece 67 kiloya inmesi bekleniyor. Kısacası, AB Hollanda’da et üretimini azaltmayı hedeflerken özü itibarıyla Güney Amerika’ya tasallut olmaya niyetleniyor.
Çiftçi protestoları nedeniyle 2019’dan beri devreye sokulamayan Mercosur-AB anlaşması sekiz tarım ürününü kapsıyor: Sığır eti, peynir, şeker kamışından elde edilen etanol, bebek maması, kümes hayvanları, pirinç, yağsız süt tozu ve şeker. Anlaşma hayata geçtiği takdirde, iki birlik arasındaki ticaretten kaynaklanan gaz emisyonlarının yüzde 34 oranında artması bekleniyor. Emisyonların yüzde 82’si sadece Mercosur ülkelerinden AB’ye satılacak sığır etinden kaynaklanacak.
AB’den Mercosur ülkelerine satılacak süt ürünleri vasıtasıyla ihracat kaynaklı iklim ayak izinin de beş kat artacağı tahmin ediliyor. Anlaşmadaki en “tehlikeli” ürün ise etanol. Etanolün AB’nin “yeşil ulaşım yakıtı” ihtiyacını kısmen karşılamak için kullanılması bekleniyor. Anlaşma, başta Brezilya’da olmak üzere, Amazonlar’daki ormansızlaşmanın ve tüm kıtadaki toprak gaspının derinleşmesi eğilimini güçlendirirken, her iki kıtada da agro-ekolojik tarıma geçişi engelleyerek küçük çiftçileri topraklarını terk etmeye zorlayacak.
Katalunya’daki dev domuz çiftliklerinde, 2021 itibarıyla, 8 milyon domuz bulunuyordu. Rakam yanıltmasın. Genetiği ile oynanmış domuzlar geleneksel çiftlik domuzlarından 2,5 kat daha hızlı olarak, dört buçuk ayda büyüyüp mezbahaya yollanıyor. Dolayısıyla, 2021’de, ülkede 24 milyon domuz öldürüldü. Azmanlaşmış domuz çiftliklerinin hayvanlara, çevreye ve insanlığa zararının haddi hesabı yok.
Doğa Restorasyon Yasası’nın gerekliliği de çok açık: Avrupa Çevre Ajansı’na göre, AB dahilindeki yaşam alanlarının sadece yüzde 14’ünün ve kuş dışı türlerin ise 27’sinin koruma statüsü “iyi.” Ajans polen taşıyıcıların yaşam alanlarında durumun daha kötü olduğunu ekliyor. Hakeza kuş türleri popülasyonunun da sadece yarısı “iyi” kategorisinde. Pestisitlere boğulmuş alanlardaki tarla kuşlarında “iyileşme eğiliminin çok daha düşük” olduğu belirtiliyor.
Yasa AB ülkelerinde 2030’a kadar, kötü durumdaki yaşam alanlarının en az yüzde 30’unun, 2040’e kadar yüzde 60’ının ve 2050’ye kadar yüzde 90’ının restore edilmesini öngörüyor. Planda 15 hektardan büyük tarım arazilerinin yüzde 5’inin ekolojik alanlara dönüştürülmesi de yer alıyor. Ancak, Avrupa Parlamentosu’nun en büyük grubu, liberal sağ koalisyon EPP’nin bastırmasıyla yasanın uygulamasının kadük kalma ihtimali yüksek. Zira, yasa tasarısından son anda tarım arazilerinin yüzde 10’unun çalı ve çiçekler içerecek ekolojik alanlara çevrilmesi çıkarılırken, AB tarım desteklerinin doğa restorasyonu amaçlı kullanılmasına da engel getirildi. Üstelik, yasa hükümlerinin “tarımsal ekosistemlere yönelik istisnai durumlarda” geçici olarak askıya alınabileceği belirtildi. Nitekim, kış ve bahar ayları boyunca süren protestolar sonucunda hem Tarladan Çatala hem de Doğa Restorasyon Yasası’nın uygulanmaları askıya alındı.
Tüm Küresel Güney’in gıda güvenliği, kırsal hayatı, ABD ve Avrupalı gıda ve finans şirketlerinin büyük taarruzu altında. İkili ticaret anlaşmalarıyla ulusal tarım politikalarının engellenmesi, ithalat vergilerinin düşürülmesi ve hızla endüstriyel tarıma geçilmesinden ötürü, Küresel Güney’de her yıl yaklaşık 50 milyon insan kırsal hayatı terketmek zorunda kalıyor.
Önce Syliva Federici’ye kulak verelim: “Yeni çitlemelerin bir başka yönü, yeniden üretimimizi hedef alan, bizi göçmen olmanın yanı sıra mutant haline de getiren saldırıdır…. Kapitalist bir deneyde kobay fareleri olduğumuzu ileri sürmek bilimkurgu değildir.” Şimdi bir Afrika ülkesine gidelim.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti dünyanın en zengin maden yataklarına, gezegendeki kobaltın yüzde 60’ına, elmasın yüzde 75’ine, platinin yüzde 85’ine sahip. Zengin petrol yataklarının, zink ve nadir toprak elementlerinin varlığı da cabası. Amazonlar’dan sonra en geniş ikinci yağmur ormanları bu ülkede yer alıyor. Toprakları tek başına tüm Afrika’yı beseleyecek verimlilikte.
Kongo 1965’te, CIA-Belçika ortaklığıyla gerçekleştirilen darbeden beri bir daha ayağa kalkamadı. 1994’teki Ruanda katliamının ardından çıkan Afrika Savaşları’nın merkezindeydi. Ülkede savaş sırasında beş milyon kişi hayatını kaybetti. Sadece 2013’te Brazzaville bölgesinde 660 bin hektar tarım alanı yabancı şirketler tarafından gasp edildi. Değerli madenleri sömürmek için bölgeye üşüşen şirketler tarımın gelişmesinin önündeki en büyük engel.
Sadece Kongo’nun değil, tüm Küresel Güney’in gıda güvenliği, kırsal hayatı, ABD ve Avrupalı gıda ve finans şirketlerinin büyük taarruzu altında. İkili ticaret anlaşmalarıyla ulusal tarım politikalarının engellenmesi, ithalat vergilerinin düşürülmesi ve hızla endüstriyel tarıma geçilmesinden ötürü, Küresel Güney’de her yıl yaklaşık 50 milyon insan kırsal hayatı terk etmek zorunda kalıyor. Kadim geleneksel tarıma dair çok değerli bilgiler ve tohumlar kayboluyor.
1985’e kadar gelişmekte olan ülkelerin tarımsal ticaret dengesi yılda 10 milyar dolardan fazla net fazla veriyordu. Ancak aynı ülkeler 2005’e gelindiğinde, Dünya Bankası ve IMF tarafından dayatılan serbest ticaret, AB ve ABD ile yapılan ikili anlaşmalar yüzünden 30 milyar dolar ticaret açığına sahipti.
Henry Kissinger meseleyi vakti zamanında net özetlemişti: “Petrolü kontrol ederseniz uluslar, gıdayı kontrol ederseniz insanlar üzerinde hakimiyet kurarsınız.” Küresel Kuzey’in tarım, gübre ve finans şirketleri üç yöntemle Küresel Güney’de gıda sömürgeciliği yapıyor. Şimdi, AB’nin tarım politikalarının yeni sömürgecilik stratejilerine yakından bakalım. İlk durağımız ucuz ihracat kumpası.
Yazının başında da belirtildiği gibi, AB’de çiftçi protestolarının başlıca sebebi olarak kıtaya ucuza ve denetimsiz şekilde ithal edilen tarım ürünleri gösteriliyor. Öte yandan, AB’nin gıda ihracatı 2022’de, bir önceki yıla kıyasla yüzde 31 artarak 229,8 milyar avroya ulaştı. Aynı yıl, 172 milyar dolarlık ithalat yapan AB’nin ihraç ürünlerinin başında yüzde 10 pay ile tahıl ve tahıl bazlı ürünler geliyor. AB’nin gıda sömürgeliğinin ilk ayağını ucuz endüstriyel ürün ihracatı oluşturuyor. “Açlığı Küreselleştirmek –Gıda Güvenliği ve AB’nin Ortak Tarım Politikası” raporundan Afrika ile ilgili bazı örnekleri aktaralım.
2022 itibarıyla, Avrupa’nın en büyük tahıl pazarı konumundaki Kuzey Afrika’ya Avrupalı üreticilerin ihracatı 1970’ler ve 80’ler boyunca üç kat artarak 30 milyon tona ulaştı. ABD ile girişilen buğday ticareti savaşlarının merkez üssü olan bölgenin pazarlarını fethetmek için, AB, o zamanki ismiyle AET, üreticilere ton başı 120 dolar destek veriyordu. Bu destek çoğu kez dünya pazarlarındaki buğday fiyatından yüksekti.
1990- 2007 arasında, 15 üyeli Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu‘na (ECOWAS) Avrupa’dan yapılan buğday ve buğday unu ithalatı üç kat artarak 4,9 milyon tona ulaştı. Archer Daniels Midland, Bunge ve Cargill gibi dev küresel tahıl şirketlerini temsil eden Coceral Avrupa Konseyi’ne ikili ticaret anlaşmalarıyla Afrika’nın tahıla bağımlılığını derinleştirilmek adına sürekli baskı yapıyor. İhraç yoluyla gıda sömürgeciliğinin bir başka örneğine de AB’den Afrika’ya yapılan tavuk satışında rastlıyoruz.
Küresel Güney ülkelerinin en az üçte ikisini gıda ithalatına bağımlı hale getiren üç ayaklı gıda sömürgeciliği durdurulamazsa, Küresel Güney’de gıda güvencesizliği derinleşirken geleceğin gıda savaşlarına da perde aralanacak.
Üretim maliyetlerinin yüzde 70’ine denk gelen CAP destekleri sayesinde endüstriyel ölçekteki AB çiftlikleri küresel kümes hayvanı pazarının üçte birini ele geçirdi. 1990-2009 döneminde, Avrupa kümes hayvanı ihracatı yüzde 130 arttı. AB’nin tavuk eti ihracatında Hollanda yüzde 29’luk payla ilk sırada yer alıyor. AB’nin en büyük ihracat pazarı ise yüzde 25 payla Sahra-Altı Afrika ülkeleri.
Gana’nın küçük aile üretimine dayalı kümes hayvancılığı 1990’ların sonunda başlayan ithalat nedeniyle neredeyse yok oldu. AB’den gelen tavuğun kilogramı 1,50, yerli tavuğunki ise 2,60 avrodan satılıyordu. Kamerun’unda AB’den tavuk ithalatı 1996’da 820 tondu, 2004’te 19 bin tona çıktı. İthal etin kilogramı 1,44, yerel tavuğunki ise 2,40 avroydu. Bu dampingli fiyatların ekonomik etkisini ölçmek için bölgede bir araştırma yapan ACDIC (Vatandaşların Menfaatlerini Savunma Derneği) istilanın ardından ülkedeki tüm üretim zinciri boyunca 120 bin kişinin işsiz kaldığını tahmin ediyor.
Kısacası, CAP destekli ucuza ihracatla AB vatandaşlarının ödediği vergiler büyük şirketlere aktarılır, Küresel Güney’in gıda güvenliği ortadan kalkarken, topraklarını kaybeden insanlar büyük kentlere ya da ırkçılığın gölgesi altında ucuz emek yığınlarına dönüşecekleri Küresel Kuzey’e tekinsiz bir yolculuğa çıkıyor. Küresel Kuzey’in gıda sömürgeciliğinin ikinci ayağı ise sanal arazi ithalatına dayanıyor.
World Resources Institute’un (Küresel Kaynaklar Enstitüsü) kimi uzmanlarca iyimser bulunan tahminlerine göre, 2001-2015 arasında, sadece soya üretimi için Güney Amerika’da 7,9 milyon hektar orman yakıldı. AB hayvan yemi olarak kullanmak üzere ithal ettiği soya için her yıl Güney Amerika’dan, dile kolay, 19,24 milyon hektar sanal arazi ithal ediyor. AB’nin yıllık sanal arazi ithalatı ise yaklaşık 50 milyon hektar. Bu oran 1990-2010 arasında Brezilya’da yok edilen 55,3 milyon hektar orman alanına denk düşüyor. Küresel CO2 emisyonlarının yüzde 12’sini üreten ormansızlaşma ve endüstriyel tarım aynı zamanda büyük bir işsizlik de yaratıyor.
Brezilya’da soya arazileri, 2005 itibarıyla, ekilebilir alanın yüzde 44’ünü oluşturmasına rağmen, tarımsal üretimdeki istihdamın sadece yüzde 5,5’ini sağlıyordu. 1985’te, 1,7 milyon Brezilyalı kırsal emekçi 18 milyon ton soya üretirken, 2004’e gelindiğinde, yaklaşık 50 milyon ton mahsulün hasadı için sadece 335 bin işçiye ihtiyaç duyuluyordu.
Akbaba yatırım fonlarının, yatırım bankalarının, petrol ve önemli metaller ile aynı emtia endeksinde bulunan gıda ürünlerinde spekülasyonla giderek büyük kârlar elde ettikleri, Arap Baharı ayaklanmalarının ardında hızla artan gıda fiyatları bulunduğu biliniyor. Salt 2008’de, Goldman Sachs ve American Insurance Group gibi fonlar emtia endekslerine 317 milyar dolar civarında yatırım yapmıştı. Akbaba fonlarının gasp ettiği bir başka alan ise bizatihi toprak.
David Harvey’in “mekânsal sabitleme” (spatial fix) kavramı genelde sermayenin aşırı birikim sorununu kentsel müsadere yoluyla “çözmesi” bağlamında ele alınır. Gerçekten de akbaba yatırım fonlarının özellikle 2008 sonrasında konut piyasasına yönelişi barınma krizini hızla derinleştiriyor.
Ancak, akbabalar aynı yöntemle ve gıda güvenliği açısında büyük bir tehlike yaratacak şekilde arazi gaspı yoluyla da mekânsal sabitlemeye gidiyor. Bu da bizi gıda sömürgeciliğinin üçüncü ayağına, yatırım fonlarının arazi gaspına getiriyor.
Çoğu kez gizli anlaşmalar yoluyla gerçekleştirildiği için toprak gaspının ölçeğini tespit etmek zor. Arazi Matrisi Girişimi’nin (Land Matrix Initiative) 2021 tarihli raporuna göre, uluslararası yatırımcılar 2002’den beri 33 milyon hektar tarım arazisi satın aldı. Üstelik, bu yatırımlar öncelikle aşırı sermaye birikimine dair bir “çözüm” niteliği taşıdığı için (David Harvey’in “spatial fix” kavramı hem “çözüm” hem de “sabitleme” anlamlarını barındırıyor) gasp edilen toprakların yüzde 70’inde tarım yapılmıyor. Arazilerin yüzde 87’si “yüksek biyo-çeşitliliğe sahip” bölgelerde, yüzde 39’u ise “zengin biyo-çeşitlilik merkezlerinde” yer alıyor. Paraguay’ın tarım topraklarının yüzde 35’i, Bolivya’daki Santa Cruz de la Sierra bölgesinin en verimli arazilerinin yüzde 60’ı uluslararası şirketlerinin mülkiyetine geçmiş durumda.
Arazi gaspında 2008 krizinim müsebbiplerinden, büyük bankacılık gruplarında çalışan “altın çocukların” offshore şirketleri ve JP Morgan Chase, Société Générale, Goldman Sachs, McKinsey, Merrill Lynch gibi finans grupları başrole sahip. Günümüzde Küresel Güney ülkelerinin en az üçte ikisini gıda ithalatına bağımlı hale getiren bu üç ayaklı gıda sömürgeciliği durdurulamazsa, Küresel Güney’de gıda güvencesizliği derinleşirken geleceğin gıda savaşlarına da perde aralanacak.
9 Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Copa-Cogeca’nın en büyük destekçisi liberal sağ grup EPP konumunu korurken, AB genelinde tahmin edildiği kadar olmasa da İtalya, Fransa ve Almanya’da aşırı sağ önemli kazanımlar elde etti. Dolayısıyla, AB’nin gönülsüzce savunduğu, savunur gibi yaptığı yeşil hayalleri, sağ ve aşırı sağın desteğiyle kaç bahar daha ertelenir bilinmez. Ancak, çözümün geçtiği yer belli.
Fransız Bask bölgesinde küçük bir çiftliği olan, Via Campesina’nın Avrupa örgütlemesinde ön saflarda yer alan 32 yaşındaki Jean Mathieu Thevenot’a kulak verelim. “Tanıdığım, birlikte çalıştığım genç çiftçilerin büyük çoğunluğu Copa-Cogeca’nın tarıma bakışına cepheden karşı çıkıyor.” Bu akıl dışı gidişata ancak Thevenot ve onun gerek Küresel Kuzey gerekse Küresel Güney’deki yoldaşlarının beraberce örgütlenmesi dur diyebilir. Dolaysıyla, Via Campesina’nın “Mücadeleyi küreselleştir, umudu küreselleştir” sloganının ete kemiğe bürünmesinden, planlı bir “iyimserliğin militanlarca meşrulaştırılmasından” başka bir seçenek gözükmüyor.