HAYAT VE SANAT

NAN GOLDIN İLE SANAT, EYLEM, HAKİKAT

Asıl sanat kurguda

Konularını genellikle hayli bireysel bir yerden, kendi deneyimlerinden, yakın çevresinden seçişiyle tanınan fotoğraf sanatçısı Nan Goldin 80’lerde ister istemez AIDS mücadelesinin bir parçasıydı. 2010’ların sonunda ABD halkını ele geçiren opioid krizini bizzat yaşadığı için reçeteli ilaç bağımlılığına karşı örgütlendi, “sanatla aklama”yı ifşa ederek zamanımızın en başarılı mücadelelerinden birini verdi, kendisinin de bağımlılık geliştirdiği OxyContin’i üreten Sackler ailesinin adını Louvre başta olmak üzere kimi müzelerden sildirmeyi başardı. Bugün Gazze ve Filistin’e destek için sokakta ve hedefte. Öte yandan, onyıllara yayılan sergileri, kitapları bir yana, Sackler ailesine karşı mücadelesini hayatıyla ve sanatıyla harmanlayan, bugünlerde Mubi Türkiye’de gösterilen Laura Poitras imzalı “All the Beauty and the Bloodshed” (Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri) filmi öylesine iz bıraktı ki, toplumsal etkisini gözardı etmek mümkün değil. Belki de bu yüzden, ArtReview dergisinin gelenekselleşen yıl sonu listesi Power 100’de “2013’te sanat âleminin en güçlü insanı” seçildi. Son sergisi “This will not end well” (Bu işin sonu iyi değil) Avrupa kentlerini dolaşmaya başlayan Nan Goldin’e bağlanıyoruz…
Çeviren: Merve Erol

Kasım ayında The New York Times Magazine için yapacağınız kapak çekimini iptal ettiniz, Instagram’da gazeteyi İsrail’in suç ortağı olmakla, Filistinlilerin iddialarını fazladan sorgulamakla itham ettiniz. Sizi bu kararı almaya iten neydi?

Nan Goldin: New York Times’ın Siyonist eğilimler barındırdığının, bu yönde önyargılar geliştirdiğinin uzun zamandır farkındaydım. Aslında işi dört gözle bekliyordum –çok sevdiğim bir müzisyeni çekecektim–, ama İsrail-Filistin sorunundaki yanlı haberciliklerine destek veremezdim. P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now / Reçeteli Bağımlılığa Son) ekibiyle yaptığımız protesto gösterilerinin haberini yaparken Times bizim itibarımızı sarsıp opioid krizi esnasında Sackler ailesinin yaptıklarını onların tarafından aktarır, onları aklama yoluna giderdi. Times’ın Filistin konusundaki haberciliğini de aynı şekilde tek taraflı buluyorum, bu yüzden çekimin onlar için yapılacağını anladığım anda iptal ettim. Aynı gün Writers Bloc kolektifinin gazete binasının girişinde eylem düzenleyeceğini öğrendim, onlara katıldım.

Ama bu kararım daha geniş bir topluluğun gündemine dahil olmak anlamına gelmiyordu, şahsi bir tercihti. Filistin için yaptığım pek çok şey şahsi düzlemdedir. İsrail’den gelen panel, misafir öğretim üyeliği, sergi, retrospektif gibi tüm davetleri her zaman reddettim. All the Beauty and the Bloodshed (Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri) filminin orada gösterilmesine de izin vermedim.

Bunca zamandır Özgür Filistin’i savunmama rağmen daha önce hiç örgütlü davranmamıştım. Karşı taraf bizden daha güçlü, ama bu da değişiyor. İlk defa, değişime karşı duranlardan daha güçlü olabileceğimizi düşünüyorum. Ne kadar çok ses verirsek, bu soykırımı meşrulaştırmak onlar için o kadar güç olur.

17 yaşımdayken, 70’lerde yani, benden büyük bir erkek arkadaşım bana bir kitapçık göstermişti, ucuz baskılı bir yayındı, Filistin’deki mülteci kamplarının fotoğrafları vardı içinde. Onları görünce İsrail’e asla adım atmamaya karar verdim. Şahsen tüm hayatım boyunca İsrail’e karşı kültürel boykotu sürdürdüm. 2018’de Zabludowicz Koleksiyonu’ndaki bir sergiden işimi çektim, çünkü sahipleri İsrailli silah tüccarlarıydı. Yakın zamanda, sanatçıların boykotu sonucunda Londra’da onlara ait müzenin kapandığı açıklandı. Öte yandan, Nazi propagandacısı Leni Riefenstahl’ın filmlerini gösteren bir galeriyle ilişkili olduğunu anladığım bir ödülü de boykot ettim. Ben liberal bir Yahudi ailede büyüdüm, o zamanlar gençlerden kibbutz’lara gidip bir süre çalışmaları beklenirdi. Ben hiç gitmedim –evi terkettiğimde 14 yaşındaydım–, ama abim ben küçükken bir seneliğine gitmişti, ondan çok şey dinledim. Onun İsrail’e gittiği yaşta Boston’da drag queen’lerle yaşıyordum.

Bizim evde Filistin meselesi konuşulmazdı, sanat dünyasında da konuşulmazdı –Batı sanatında, daha doğrusu. Filistinli sanatçılar uluslararası dayanışmanın içindeydiler, ama bu yüzden cezalandırıldılar. Yıllar içinde BDS (Filistin için İsrail’e Boykot) hareketinden birçok insan tanıdım, ama İsrail, işgal ve Filistinlilerin soykırımı meselelerinin sanat dünyasında hiç son birkaç aydaki kadar tartışıldığını görmemiştim. Ekim ayında ArtForum dergisinde yayınlanan, sanat kamuoyuna hitaben yazılmış ilk açık mektubu imzalayan binlerce sanatçıdan biri de benim, sonra da Writers Against the War on Gaza (Gazze Savaşı’na Karşı Yazarlar) bildirisini imzaladık. Geçen eylül ayında bile bunca insanın bu açıklamaları yapacağını tahmin edemezdim. Filistin artık kamusal tartışma alanında. Birçok kişi açısından Filistin meselesinde bir uyanma ânı oldu bu dönem. Daha önce Batı sanat dünyasında böyle bir şeye şahit olmamıştım. Bir yandan da, bu kadar tüyler ürpertici bir dönem görmemiştim. İnsanların adı kara listelere alınıyor, işlerini kaybediyorlar.

Filistin’in özgürlüğü için söz alırken siz hiç tehditlerle karşılaşmadınız mı?

ArtForum’daki mektubu imzaladıktan sonra birçok koleksiyoncunun ve danışmanın artık benden iş almayacağını duydum, bazı satışlar iptal oldu, birileri işlerimi geri çevirdi. Bir tanıdığım arayıp dedi ki imzamı mektuptan çekmeliymişim ya da metnin Hamas’ı açıkça mahkûm etmediğini bir yazılı açıklamayla beyan edip özür dilemeliymişim. Hamas’ın o günkü vahşetini elbette kınıyoruz, ancak metnin temel amacı ateşkes çağrısında bulunmaktı. Her iki taraftan sivillerin öldürülmesine karşı çıktık. Koleksiyonerlerin böyle bir tepki göstermesine çok şaşırdım. Sanat hayatım bunlarla geçti, ben de bu tür kararların sonuçlarından muaf değilim, nihayetinde sanatımla geçiniyorum. Ama bunlar beni durduramaz. Gazeteyi boykot ettiğimi açıklamamdan sonra bile New York Times muhabirleri bana ulaşmaya çalıştı, ama onlarla konuşmayı reddettim, kapıyı tamamen kapadım.

New York Times binası önünde Filistin protestosu. Fotoğraflar: Nan Goldin – Brandon English

Committee to Protect Journalists (CPJ –Gazetecileri Koruma Komitesi) ödülleri gecesinde Writers Bloc’un gazetenin önünde düzenlediği eylem nasıldı?

Çok iyi organize edilmişti. İki ayrı grup halinde mekâna, cam cepheli lobinin girişine geldik. Ama bazı davetlilerin gizlice çıktığı bir arka kapı olmalı. Protestoya katılan herkes gayet şık giyinmişti. Fotografik açıdan da bu iyiydi ama, davetlilerle aynı seviyeye gelmemiz bakımından ayrıca hoştu. İnsanlar içeri girmek için aramızdan geçmek durumundaydı. Elimizde The New York War Crimes gazetesinin ikinci edisyonu vardı –birinci edisyon daha önceki bir New York Times protestosu için tasarlanmıştı, 0 yaşından itibaren öldürülen Filistinlilerin isimleri yazılıydı orada. Öldürüldüklerinde daha isimleri yeni konmuş sayfalarca bebek… İkinci edisyondaysa öldürülen Filistinli gazetecilerin listesi var, gazeteleri havaya kaldırıp hepsinin adını bağırdık. (Ocak ayı itibariyle Gazze’de öldürülen gazetecilerin sayısı 100’ü geçti.)

Sabit portreler çekmekle bir protesto gösterisini fotoğraflamak arasında ne gibi farklar var? Sürekli değişen bir sahnede deklanşöre ne zaman basacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?

Hiçbir fikrim yok. Karşımda duran şeye duygularımla yaklaşırım. Ayrıca, ister kendi eylemlerim olsun ister başkalarının, bu ilk “fotomuhabirlik” tecrübem değil. Böyle çalışmak insana bir amaç duygusu veriyor, bir şeyin parçası olmak iyi hissettiriyor. Bunca zamandır Özgür Filistin’i savunmama rağmen daha önce hiç örgütlü davranmamıştım. Karşı taraf bizden daha güçlü, ama bence bu da değişiyor. İlk defa, değişime karşı duranlardan daha güçlü olabileceğimizi düşünüyorum. Dünyanın dört bir yanında sokaklara ne kadar çok insan döküldü, baksanıza. Çare dayanışmada. Ne kadar çok olursak bizi o kadar zor bastırırlar. Ne kadar çok olursak entelektüel tartışmalarla bu katliamın üzerini örtmek o kadar zorlaşır. İsrail’in şu an Filistin’e yaptıklarını kim nasıl tasvip edebilir? Derin, elle tutulur bir acı duyuyorum. Ne kadar çok ses verirsek, bu soykırımı meşrulaştırmak onlar için o kadar güç olur.

Louvre önünde, P.A.I.N.’in OxyContin protestosunda

P.A.I.N. ne zaman, nasıl ortaya çıktı?

2017’de, New Yorker’da Patrick Radden Keefe’in “The Family That Built an Empire of Pain” (Acıdan imparatorluk inşa eden aile) başlıklı yazısını okuduktan sonra. Umursamaz açgözlülükleriyle opioid krizini tetikleyen Sackler ailesini ifşa ediyordu. Ailenin sahip olduğu Purdue Pharma piyasadaki en güçlü ağrı kesiciyi, OxyContin’i geliştirmiş ve satışa sunmuştu. Uyuşturucu tüccarlarına has yöntemlerle pazarlama yapmışlardı. 35 milyar dolar kâr elde ettikleri tahmin ediliyor. Bağımlılık yaftasından faydalandılar ve ilaç kullanıcılarını suçladılar, itibarlarını temize çıkarmak için de müzeleri kullandılar. (1999-2017 arasında OxyContin ve diğer reçeteli opioid içeren ilaçların aşırı doz kullanımından 200 bin kişinin öldüğü kayıtlara geçti; opioid’e bağımlılık geliştiren ABD vatandaşlarının beşte dördü eroine geçiş yaptı.)

Medyanın ilgisini çekebilecek eylemlerin peşindeydik. Müzelerin Sackler ailesinden fon almaması yönündeki eylemlerimiz başarılı oldu, örneğin Louvre isimlerini bağışçılar arasından kaldırdı. Ama her ne kadar sanatçı olarak benim adım öne çıksa da bu eylemlerin alkışını ben tek başıma toplayamam. Ekip olarak çalıştık.

Oxy ameliyat sonrası ağrıları dindirmek için iyi bir ilaç, ama esasen hap halinde eroinden ibaret, ben de 2014’te Berlin’de geçirdiğim tendon ameliyatının ardından kısa sürede bağımlısı oldum. 80’lerin sonunda eroin müptelası olmam uzun bir sürece yayılmıştı, ama Oxy’nin cazibesine 48 saatte kapıldım, iki haftanın ardından günde 15 hap alıyordum. Çok nadiren evden, hatta yataktan çıkıyordum. OxyContin doğrudan beyne tesir ediyor, korkutucu derecede bağımlılık yaratıyor, bana da öyle oldu. Bir noktada, Oxy bulamamaya başladım. Sonra biri eroin olduğunu sandığım bir şey verdi, fentanilmiş (çok güçlü bir sentetik opioid). Ezip burundan aldım ve overdose oldum. Bugün fentanil bütün ilaçlarda var. O dönem benim için karanlık; hepten siyah değilse de, koyu kahverengi. Oxy kullandığım süre boyunca Amerika’da bir opioid krizi yaşandığının farkında bile değildim. Haberleri takip etmiyordum, adeta yalıtılmıştım.

P.A.I.N. Sackler ailesinden fon almamaları için müzelere baskı yaparak işe başladı. Sosyal statülerini çok önemseyen Sackler ailesi üyelerini toplum nezdinde ifşa etti. New York’ta Guggenheim ve Metropolitan Müzesi’nde, Londra’da Victoria & Albert’ta, Paris’te Louvre’da çok ses getiren eylemler yaptık. Gayet performatif ve seksi eylemlerdi. Medyanın ilgisini çekebilecek eylemlerin peşindeydik. İlk seferinde sahte etiketler yapıştırdığımız OxyContin şişeleri dağıttık, üzerinde Richard Sackler’ın reçetesi olduğu ve yan etkisi yazıyordu: ölüm. Böyle binlerce şişedeki suları Metropolitan’da sergilenen Dendur Mabedi’nin, Sackler’ların mücevherinin etrafındaki sulara karıştırdık. Başka ziyaretçiler, hatta bir çocuk da bize katıldı, sonra da bir “die-in” (düşüp-öl) gösterisi yaptık. En güzeli Guggenheim’dakiydi. Richard Sackler’dan alıntılar içeren farklı reçeteleri yukarı katlardan aşağı bıraktık, bir reçete fırtınası yarattık, altında ölen de bizlerdik.

Müzelerin onlardan fon almaması yönündeki eylemlerimiz başarılı oldu, örneğin Louvre ailenin ismini bağışçılar arasından çıkardı. Ama her ne kadar sanatçı olarak benim adım öne çıksa da bu eylemlerin alkışını ben tek başıma toplayamam. Ekip olarak çalıştık, birinin aklına bir şey geliyor, sonra diğeri onu geliştiriyordu, hep böyle ilerledik.

Doğrudan eylem için dahil olduğum ilk örgütlülük bu. Şu anda herkesin bir şey yapması gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın hali son derece karanlık. Bu karanlığı dağıtmak için herkesin bir yerden bir şey yapması gerekiyor. Bu da benim iyi bildiğim, bedenimde hissettiğim bir konuydu: madde kullanımı, madde bağımlılığı… Buraya odaklanmam gerektiğini hissettim. P.A.I.N. uzun yıllar maddelerden uzak durmamı da sağladı.

Ekipteki pek çok kişi sizden çok daha genç. Siz AIDS krizini yaşadınız, pek çok dostunuzu yitirdiniz. Toplumsal farkındalık yaratmak, tıbbi araştırmaları zorlamak gibi amaçlarla kurulan ACT UP (AIDS Coalition to Unleash Power) hareketinden esinlendiniz mi?

Evet, onları model aldım. Onların bazı eylemlerine ve toplantılarına katılmıştım, ne yazık ki daha fazla katkıda bulunamadım. Ben kendi çevremdekilerle, AIDS’le yaşayan, AIDS’ten ölenlerle meşguldüm. AIDS’lileri kurban gibi gösteren imgelerin aksine, ACT UP’takiler işlerimi destekliyordu. AIDS fobisi ve yaftalama inanılmaz boyutlardaydı, bu yüzden pozitif yaklaşım önemliydi. Performatif eylemleri, “die-in”leri orada öğrendim.

Harvard Sanat Müzesi’nin önünde die-in, 2018

P.A.I.N. eylemleri başarılı oldu ve Sackler’lar mahkeme önüne de çıktı, değil mi?

Covid zamanında Sackler’ların bir iflas davası vardı, şirketlerindeki tüm parayı offshore hesaplara yönlendirmişler, tam 10 milyon dolar. Pardon, milyar dolar. Biz de bu davaya müdahil olduk. P.A.I.N. olarak değil, OxyJustice çatısı altında çocuklarını OxyContin nedeniyle kaybetmiş beş ebeveynle beraber duruşmaya katıldık. Ve duruşmada çok etkili olduk. Aynı zamanda müzelerin yetkililerini de olanlardan haberdar etmeye çalışıyordum. Sackler’larla aynı duruşma salonunda olmak hayallerimin gerçekleşmesi anlamına gelirdi, duruşmanın Zoom üzerinden yürütülmesi aynı duyguyu yaratmadı maalesef. Benim dışımdaki tanıklar inanılmaz derecede iyiydi. Bir avukatın tavsiyesi üzerine kendimi biraz geri çektim, keşke öyle yapmasaydım.

Richard Sackler ekranda görünmeyi reddetti; bunu nasıl kabul ettirdi, bilemiyorum. Diğer iki Sackler orada öylece oturuyordu. David’in (Richard Sackler’ın oğlu) süngüsü düşmüş, salak bir hali vardı. Theresa (Mortimer Sackler’ın eşi) gözünü bile kırpamadı. Kendisiyle hiç ilgisi olmayan ilginç bir şeyi dinler gibiydi. En azından utandırıldılar. İlk hedefim buydu: Müzelere baskı yapabilmek için benzerleri arasındaki itibarlarını sarsmak… Ama o ailenin herhangi bir ferdinin bir mahcubiyet hissedeceğini veya bizimle muhatap olacağını, şöyle ya da böyle doğru bir şey yapacağını düşünecek kadar naifmişim galiba. İmtiyazlarla doğmuşlar ve servet içinde yaşıyorlar. Hesap verme ilkesi zenginlere işlemiyor. Bütün milyarderler devasa hukuk orduları tarafından korunuyor ve yasaları kontrol altında tutmak için devlete ve kongreye para pompalıyorlar. İktidarda kimin olduğu farketmez, ister Cumhuriyetçi olsun ister Demokrat, Amerika tamamen çökmüş durumda ve bu hayli korkutucu bir durum.

Drag queen’ler gözümde dünyanın en müthiş insanlarıydılar; gey ve lezbiyen toplulukları da dahil, dünyada kimsenin fikrini iplemeden yaşıyorlardı. Herkes tarafından hor görülüyorlardı. Bense onları kendi hayatları içinde son derece güzel, etkileyici buluyordum, insana güç veriyorlardı.

Laura Poitras’ın yönettiği Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri belgeseli son yılların en etkileyici filmlerinden biri. Hem arşiv görüntülerine hem güncel kayıtlara, sizin anlatımlarınıza dayanan film hayatınızı ve sanatınızı P.A.I.N. mücadelesine bağlıyor, eylemlerinizi geniş bir bağlama oturtuyor…

Bu film, filmlerinin kurgusuna, son hallerine her zaman kendileri karar vermiş, hayır cevabına pek alışık olmayan iki çok güçlü kadının ortak eseri. Böyle bir işbirliğinin böyle güzel sürüp bitebilmesi harika bir şey. Sackler ailesine karşı mücadelemizi zaten kayıt altına alıyorduk, ama bir prodüktör arkadaşım dedi ki, daha fazla izleyiciye ulaşmak istiyorsak deneyimli bir yönetmenle işbirliği yapmalıymışız. Beni Laura’yla tanıştırdı, her ne kadar bazı zamanlar ikimiz için zor geçse de iyi bir eşleşme oldu. Yaptığımız iş bazen yorucuydu, ama arkadaşlığımızı koruyabildik.

Covid kapanmasının ikinci safhasında, ablam, AIDS, arkadaşlarım, politik düşüncelerim hakkında konuşmak için Laura her hafta uğruyordu. Çok derinlere daldık. Söyleşi yaparken kendini adıyor. Daha önce kimseye söylemediğim bazı şeyleri ona söyledim. Filmde, kiramı ödeyebilmek için bir dönem seks işçiliği yaptığımı anlatıyorum mesela. Hayatımda pek sır yok, ama bu da onlardan biriydi. Görüp görebileceğiniz en ağır işlerden biri… Bu konuşmaları daha sonra söz hakkım olacağını düşünerek yaptım, o da bunu kabul etti, bu alanı bana açtı, güvenimi kazandı. Bazı sözlerimin kurgusunda inisiyatifi bana bıraktı, çünkü orada konuşan benim, o benim bıraktığım bir imge. Kendi hikâyemi yaşadığım şekliyle aktaranın bizzat kendim olduğumu bilmek çok önemliydi.

Ablamın intiharı çok acı vericiydi örneğin. Filmin sona yakın bir halini izlediğimde bütün içinde yer alış biçimi içime tam sinmedi. Kendi hakikatimi kendi sesimle olabildiği kadar kesin ve doğru biçimde aktabileceğim şekilde yeniden bir kurgu yaptım. Sadece kendi hakikatimi aktarmak istiyordum. Ayrıca intihar, madde kullanımı, fuhuş gibi konularla ilgili yaftalamaların ortadan kalkmasına katkıda bulunmayı arzu ediyordum. Ama şunu vurgulamak da önemli: Bir sanat işi üretirken bu içgüdüyle hareket etmiyorum. Bunlar sonradan edinilen fikirler, belki de yaptığım tarzda işlerin bir sonucu.

Ben hayatımı açık bir kitap gibi yaşadım, geçmişin kazılıp insanların iptal edildiği bugünlerin çevrimiçi kültüründe bu çok da işime yaradı. Özel hayatı kamusal hale getirme ihtiyacımın faydasını gördüm. Sırlarım var elbette, ama bunlar internet öncesine ait. Sackler ailesi, ya da belki bir başkası, evime özel dedektif gönderdi. Evin karşısına parketmiş, asistanımı takip ediyor, fotoğraflar çekiyor. Tabii işlerine yarayacak bir şey bulamadılar, çünkü zaten her şeyim kamuya açık. Müptela olduğumu ifşa edecek halleri yok ya. Büyük skandal olurdu.

Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri’ndeki en çarpıcı bölümlerden biri, ablanız Barbara’yla tanıştığımız ve anne-babanızı gördüğümüz anlar… Barbara sizden yedi yaş büyükmüş ve travmatik bir hayat geçirmiş. Bir yaşındayken anneniz onu tam ve doğru cümleler kurmaya zorluyormuş. Barbara bunu yapamadığında veya yapmadığında, konuşmayı bir buçuk yıl boyunca bırakmış…

.

Entelektüel bir Yahudi ailesi olarak üzerimizde ezici bir başarma baskısı vardı, çok küçük yaşlarımızda bunu hissederdik. Zannediyorum annemle babamın bir çocuğun neye benzediğine, ne olabileceğine dair en ufak bir fikri yoktu ve Barbara’dan, bizden doğduğumuz andan itibaren mükemmel olmamızı beklemişlerdi. Annem ablamı asla anlamadı. Babamsa muhafazakâr Yahudi bir çevreden gelip buna tamamen sırt çevirmiş olmasına rağmen, yine de hâlâ eski Yahudi geleneklerine bağlılıkla ilk çocuğunun erkek olmasını istiyordu. Ablam daha doğduğu andan itibaren dışlanmıştı. Yabani bir tarafı vardı, ona asabi diyorlardı, onunla baş etmekte zorlanıyorlardı. Sonra, güvenini sarsmak için ona akıl hastası muamelesi yaptılar. Derken evde barındıramadılar, bir akıl hastanesinin içindeki bir okula yatırdılar. Bir kere onu uzak tutmaya başladıktan sonra, artık sürekli gönderdiler. Onu susturdular.

Kızkardeşiniz Barbara 1965 yılında, 18 yaşındayken kendini tren raylarına bırakmış. Siz 11 yaşındaymışsınız. Kendi hiç anne görmemesine rağmen onun size annelik ettiğini söylüyorsunuz. O gidince neler hissettiniz?

Yaşamanın onun için ne kadar zorlaşmış olduğunu farkettim. Ablam banliyölerin nefret edilesi yerler olduğunu bana çok küçük yaşta aşıladı. O boğuntu hissi, çifte standartlar… “Aman komşular duymasın” herkesin ağzındaki laf. Bizim evde neler olduğunu konu komşu elbette biliyordu, sokağın başından her şeyi duyuyorlardı zaten. Bu olay aynı zamanda aileme de başka bir gözle bakmamı sağladı, çünkü annemin ilk tepkisi polislere “aman çocuklar duymasın” demekti. Bu da kulağıma o kadar korumacı bir söz gibi çalınmamıştı. Bunu bir inkâr çabası olarak görmüştüm, yüzünü yerde bırakmayacak, kızının intihar etmediğini, kazaya kurban gittiğini söyleyecekti. Yıllar sonra bile bazı aile fertleri hâlâ bu teraneyi tekrarlıyordu.

Bir doktorun raporunda Barbara’nın değil, asıl annenizin hastaneye yatırılması gerektiği yazıyormuş…

Evet, bence de o söylediği önemli. Annem sorunlu, çok sorunlu bir kadındı. Çocukken istismar edilmiş, bunu sık sık anlatırdı. Babam ablamın intiharından çok daha derinden etkilendi, büyük suçluluk duydu, bunu asla aşamadı ve ömrünün geri kalanında depresyonu yenemedi. 99’una kadar yaşadığı düşünülürse, bu duygularla boğuşmak için çok da vakti oldu. Annem daha kopmuş gibiydi konudan. Annem de, babam da derin bir yoksulluktan geliyordu. Çocuk yapmışlardı, çünkü o zamanlar insanlar böyle yapardı. Ebeveyn olmaya aslında hazır değillerdi. Gerçi insanların çoğu buna ehil değil.

Trixie Karyolada, New York, 1979

Fotoğraflarınızın zamanın diğer işlerinden nasıl farklılaştığını, yeni ne getirdiğinizi düşünüyorsunuz?

Bence konuya yanlış yerden yaklaşılıyor. İşlerimi ilk gösterdiğimde sanattan sayılmadı, çünkü çok kişisel bulunmuşlardı. Işığın ön planda olduğu dikey siyah-beyaz fotoğrafların yaygın olduğu bir dönemde çıkmıştım. Sonra 80’lerde fotoğrafçıların imgeleri kendilerine mâlettikleri bir dönem geldi. İşlerim hiçbir yere oturmuyordu.

Sanat fotoğrafçılığıyla gittiğim ilk fotoğrafçılık kursunda tanıştım. 19 yaşındaydım, önüme Diane Arbus, Larry Clark, Weegee, August Sandler’in işleri serilmişti. Daha önce tamamen Hollywood filmlerinin ve Guy Bourdin, Louise Dahl-Wolfe gibi moda fotoğrafçılarının tesiri altındaydım. Jack Smith’in Flaming Creatures’ını (1963) ve Warhol’un erken dönem filmlerini çoktan görmüştüm. Trash’i (Paul Morrissey, 1970) defalarca izlemiştim. Sinemaya çok sık giderdik. Sadece Hollywood da değil, Truffaut, Fellini, Antonioni… Fotoğrafçı olmak istediğimi Blow-Up’ın (1966) bir sahnesini izlerken anladım.

Boston’da piknikte, 1973

Daha Boston’dayken slayt gösterileri yapıyordunuz, değil mi? Drag queen’lerin siyah-beyaz fotoğrafları mıydı bunlar?

Hayır, Provincetown’daki lezbiyen topluluğunun berbat resimleriydi. Güzel sanatlarda okurken yaptığınız işleri göstermek durumundaydınız, ama karanlık oda yoktu, dolayısıyla baskı fotoğraf gösteremiyordum, bu yüzden slayt gösterisine başvurdum. Bruce Balboni Provincetown’da bizim evde Cookie (Mueller) ve Sharon (Niesp) fotoğraflarımın da olduğu bir gösteri yapmıştı, onları da çağırmıştı. Bizi sevmelerini istiyorduk. Cookie ve Sharon’ın çok güzel resimleri var. Ama bunun dışında, işlerim banal, sıkıcı, kasvetliydi.

.

İşlerinize karşı çok yargılayıcı mısınız?

Galiba öyle. Ama kendi işlerimi değerlendirirken yanılmadığımı sanıyorum.  Neyse, Provincetown’daki lezbiyen topluluğu o zamanlar çok küçüktü ve bütün kadınlar birbiriyle beraber oluyordu, bu da durumu ilginç kılıyordu. Bir kadına aşık oldum ve uzun bir süre takıntılı biçimde onun fotoğraflarını çektim, onu filme aldım, benden ayrıldıktan sonra bile. İnsan fotoğrafı çekmeye yönelmemin başlangıcı o galiba.

Sonra Provincetown’ı terkettim ve Boston’da The Other Side kulübü çevresine karıştım. Underground ortamın cazibesi beni büyülemişti. Queen’lerin yanına taşındım, çünkü kelimenin tam mânâsıyla onlara tapıyordum. Gözümde dünyanın en müthiş insanlarıydılar; gey ve lezbiyen toplulukları da dahil, dünyada kimsenin fikrini iplemeden yaşıyorlardı. Herkes tarafından hor görülüyorlardı. Bense onları kendi hayatları içinde son derece güzel, etkileyici buluyordum, insana güç veriyorlardı. Gerçekten de sanatımın ilk safhasını onlar oluşturdu. Onları çekiyordum, çünkü Vogue kapağına çıkmalarını istiyordum. Bana modellik yapmak istiyorlardı, ben de dünya çapında süpermodeller olmaları için çalışıyordum. Hoşlanmadıkları fotoğrafları bazen yırtıp atarlardı.

Bu tür hareketleri üstünüze alınır mıydınız?

Hayır, buna hakları vardı. Esasen bu hakkı fotoğraf çektiğim elli sene boyunca herkese tanımaya çalışmışımdır. Her zaman değil belki, ama buna gayret etmişimdir: Kişi kendi fotoğrafının sergilenmemesi hakkına sahip olmalı.

Bir arkadaşınız seks yaparkenki fotoğrafları silmenizi istemiş. Bu da sizde bir sorgulamaya yol açmış. Kendi seks anlarınızı fotoğraflamaya böyle mi başladınız?

Fotoğraflarını çekerken başkalarının yaptığı şeyleri benim de kamera önünde yapmamın önemli olduğu hissine varmıştım. Sonuçta, 700 kareden oluşan The Ballad of Sexual Dependency (Cinsel Bağımlılık Baladı, 1984) adlı slayt gösterisi çıktı ortaya.

.

Kamera arkasına geçmeden fotoğrafların iyi çıkıp çıkmayacağına nasıl hükmettiniz?

Tripod kullandım. Fotoğraf çekerken etrafı düzenlemem. O fotoğrafların da bazısı iyi çıktı, bazısı kötü. İşlerimi üretirken, insanların onları rahatsız etmeyeceğimi veya normalde yapmadıkları şeyleri onlardan istemeyeceğimi bilmeleri önemlidir. Bu, ortaya çıkan işin mahremiyetinin ve etkileme gücünün bir gereği. Bu güven olmadan bu işler de olmazdı.

O zamanki drag queen fotoğraflarınızda bir tür keskinlik var sanki…

Doğru. O zaman o kadar tabu addedilen bir hayat yaşıyorlardı ki, gündüzleri ev dışına çıkamıyorlardı bile. Her gece Other Side’a gidiyorduk. Orası sığınağımız, merkez üssümüzdü. Bea ve Kenny’nin yanına taşındım, en güzeller onlardı.

İki sene önce New York’ta arkamdan Nancy diye bağrıldığını duydum. Bana seslenildiğini önce anlamadım. Boston’dan Bea’ydı. 45 senedir görüşmemiştik ve beni tanımıştı. Hiç değişmemişti, yine aynı komik, yine öyle net… Hâlâ aynı adamla evliymiş. Sonra Boston’da buluşup çay içtik, çok hoştu. Fotoğraflarımdaki herkesin öldüğünü söyledi.

Bea, Ivy ve Susan, Boston, 1972, The Other Side serisinden

Boston’dan New York’a geçişiniz 70’lerin sonu, değil mi?

Evet, dışa kapalı lezbiyen cemaatiyle yaşarken erkek arkadaşımla seks yapabilmek için sürekli New York’a otostop çekmem gerekiyordu. Oldum olası çelişik duygularla yaşamayı becermişimdir.

New York’ta go-go dansçısı olarak çalışmaya başladım, bütün kızlar gibi, kendi işlerini üretebilmek için para kazanmaya çalışan sanat dünyasından başka kadınlar gibi. Maggie Smith’le (Times Square’deki Tin Pan Alley barının ortağı) tanışana kadar bu işi sürdürdüm. Beni o kurtardı. Sadece işlerim değil, hayatım da o zaman değişmeye başladı. Seks işçiliğinden geçmiş veya şehirde tutunmaya çalışan kadınları, sanatçıları öncelikle işe almaya özen gösterirdi. Orada ilk birkaç yıl gece vardiyasındaydım, sonra da partnerinin sahip olduğu sabahçı barına geçiyordum. Yani akşam 8’den sabah 8’e kadar çalışıyordum. Ve bunu seviyordum. Etrafımdaki herkes beni büyülüyordu. Bir tür Disneyland haline gelmezden önceki haliyle Times Square… Aynı zamanda dünyanın en tehlikeli yerlerinden biriydi. Etrafta çete elemanları cirit atıyordu. Ve sanatçılar. Civarda çalışanlar işçi sınıfından insanlardı. The New York Review of Books’ta çalışanlar gelirdi, çünkü yemekler muazzamdı. Doğrusu, o vakitler Times Square’de bir şeyler yiyebileceğiniz tek yerdi.

Maggie gibi birini daha önce tanımamıştım, benim için büyük kapılar açtı. Aynı anda birçok kişi olabiliyordu. Barla, çalışanlarla ilgileniyordu, Puerto Rico Özgürlük Cephesi’nin üyesiydi, Women Against Pornography hareketinin önde gelenlerindendi. Sonra, baleye meraklıydı. Böyle on parmağında on marifet çok insan yoktur. Bir slayt gösterisinden sonra “sen çok politik bir sanatçısın” demişti. Bu benim için büyük bir olaydı. İşlerimi toplumsal cinsiyet çerçevesinde değerlendirmişti –toplumsal cinsiyetin etrafındaki politiklik, seks ticareti, erkek şiddeti… Tin Pan Alley’de çalışmak benim için çok özgürleştirici olmuştu.

Nan ve Julie, Tin Pan Alley, New York, 1983

İlk zamanlar slayt gösterileri partilerde yapılıyordu, sonra underground sinema salonlarına ve performans mekânlarına geçtik. Kurgu ve yeniden kurgu, hikâyenin üzerine düşünmeyi çok sevdiğim bir tarafı. Bazen gösteri esnasında hâlâ kurguya devam ederdim. Projeksiyon aleti bozulur, haydi eve git, ampul al gel… Ve herkesi hâlâ bekler bulurdum.

Dayak yemiş halimi gösterdiğim fotoğraflar gösterinin ve kitabın olmazsa olmazı. O türden görüntülere pek rastlanmazdı o zamanlar. Pek çok ülkede kadınlar gelip kendi fotoğraflarını o halde çekemeyeceklerini söylediler. Ben de o kareleri görene kadar yaşadıklarım hakkında konuşamıyordum.

Sonra yazar J. Hoberman bu gösterileri sinema filmi olarak niteledi. Çok heyecanlanmıştım. Derken gösteriler fenomen haline geldi, Todd Haynes’in Barbie filmi (Superstar: The Karen Carpenter Story, 1987) gibi, sanki herkes gidip görmeliymiş gibi. 80’lerde, 90’larda, orada bizzat mevcut olmadıkça pek bir şey izleyemezdiniz.

Hiçbir gösteri diğerinin aynı olmazdı. İlk başlarda insanlar imgelerin üzerine okuma yapıyordu. Sonra müzik ekledim, özellikle Vivienne Dick’in filmlerini gördükten sonra. Müziği ele alış tarzı, geçişleri beni müthiş etkiledi. Tin Pan’de çalışmaya başladığımda, bu işin sanat dünyasından bir kaçış olduğunu düşünüyordum. Tam olarak o dünyaya ait değildim, dolayısıyla tam olarak neden kaçtığımı da bilmiyordum. Oraya sırtımı döndüm ve Times Square’e gittim. Bu benim duyarlılığımı da belirledi, sadece sanat anlayışıma değil, esasen hayatıma ve benlik duyguma tesir etti.

Cookie’yle beraber arkalarda durup habire makara yapardık. Şimdi arkada oturuyorum ve kaç kişinin hayata veda ettiğini sayıyorum, onlarla bu gösteriler vasıtasıyla konuşuyorum. Kayıp duygusuyla derin, içgüdüsel bir temas. Ablamı kaybetmek de her şeyi tetikledi. Ama aynı zamanda, ilişkilerdeki potansiyel kayıplarla da ilgili bu gösteri. Ve ayrıca şiddet. Uyuşturucular ve partiler hakkında çokça yazılıp çizilir, ama işin bu tarafı pek konuşulmaz.

Veya Berlin’de saldırıya uğrayışınızı masaya yatırırlar…

Saldırıya uğrayışım, evet. Dayak yemiş halimi gösterdiğim fotoğraflar gösterinin ve kitabın olmazsa olmazı. O türden görüntülere pek rastlanmazdı o zamanlar. Pek çok ülkede kadınlar gelip kendi fotoğraflarını o halde çekemeyeceklerini söylediler. Ben de o kareleri görene kadar yaşadıklarım hakkında konuşamıyordum.

Saldırıdan bir ay sonra, 1984

İki fotoğrafınız çok ünlü. Partnerinizin uyguladığı şiddetin ardından nekahat evresindesiniz. İlk otoportrenizde bir gözünüz bandajlı. İkinci fotoğraf biraz daha sonra, az iyileşmişsiniz, bandaj açılmış, fakat iki gözünüz de mor. İyileşme sürecinizi, yaralarınızı niçin kayıt altına almak istemiştiniz?

Çünkü böylece artık ona dönmeyecektim. Bu kadar basit. Kadınların çoğu, yani neredeyse yüzde doksanı, en azından o günlerde, kendilerini döven adamlara dönerdi. Ve gerçekte yaşananı kayıt altına almak benim için son derece önemliydi. Bu karar bütün hayatımda itici güç haline geldi. Benim işim kimsenin tekrar kurgulayamayacağı veya inkâr edemeyeceği kayıtlar üretmek.

Tin Pan Alley’deki ilk birkaç yıl tam bir cemaat hayatı söz konusuydu, Brian’la o ortamda tanıştım. Onun saldırısına uğradıktan sonra, etrafımda erkeklerin bulunmasından, erkek kalabalığından korkar hale geldim. Oradaki son birkaç yılımda gündüz çalışmaya geçtim. Eskiden herkesin hikâyesini merakla dinlerdim, o birkaç yılın ardından hiçbir şey duymak istemez hale gelmiştim. Kimin ne bira istediğini anlasam yeter diyordum.

Fotoğraflar kendimi bir başkasına tanıtmamın veya bir başkasının hayatında önemli bir yer edinmemin yolunu açtı. Birçok defa insanlara ne kadar güzel olduklarını gösterme imkânı buldum, hiç farkında değillerken hem de.

Uyuşturucular bu dünyanın parçası mıydı?

Kokain kullanıyordum. Eroin takılmadım o zaman. Eroini 18’imdeyken bir sene denemiştim, sonra, 70’lerde, güzel sanatlarda okuyup queen’lerle yaşarken iğneyi bir kenara koyup quaalude’a (methaqualone bazlı bir sakinleştirici hap) başladım. Quaalude’u seviyordum. Çok utangaçtım, bana sosyal bir kişilik kazandırmıştı. Bağımlı olduğumu düşünmüyordum, çünkü iğneyi bırakabilmiştim. Kokaini çokça kullandığım 80’ler boyunca da bağımlı olduğumu düşünmedim, o zamanlar kokainin bağımlılık yapmadığına inanılırdı.

O zamanlar pek çok canki…

Artık o kelimeyi kullanmıyoruz. Madde kullanım bozukluğu gibi tabirlere başvuruyoruz. Bu politik açıdan önemli, ama biz aramızda canki diyebiliriz.

Halbuki insanın aklı hep Burroughs’un romanına gidiyor…

Evet, ama mesele saygı duymak ve yaftalamamak. VOCAL (Voices of Community Activists & Leaders) ofisinde bir keresinde kendim için canki tabirini kullandım, eski cankiler “biz artık o kelimeyi kullanmıyoruz” diye feveran ettiler. Ama halbuki ben hep canki olmak istemiştim, bunu arzulayarak büyümüştüm. Üzerinde Warhol’un muzu duran albümü (Velvet Underground & Nico, 1967) daha 13 yaşında almıştım, adeta dünyadan kopmuştum ve o albüm hayatla sanki tek bağımdı. Dünyaya bakışımı belirledi.

Mavi elbiseli otoportre, New York, 1985

Zamanla uyuşturucuların izi fotoğraflarınızda azaldı galiba.

Son işlerimden Memory Lost uyuşturucular hakkında. Malûm, daha birkaç yıl önce çok büyük bir bağımlılığın pençesinden kurtuldum. Torbacım arayıp bağımlısı olduğum OxyContin’in indirime girdiğini söylediğinde hastanedeydim. Galiba sağlam bir müşteriden oldu.

Fotoğraf makinenizi bara götürür müydünüz?

Bazen, ama çok sık değil. Var tabii bardan fotoğraflar. Mekân hayatımı ele geçirmişti. 1980-85 arasında insanlar galerilere yeni yeni gitmeye başlıyordu. Bense o dünyaya eleştirel yaklaşıyordum, gerçek hayatın Times Square’de yaşandığını düşünüyordum, basmakalıp fikirlere bağlı değillerdi ve hayatta kalmak için mücadele verenler onlardı. O yaşayışa çok imreniyordum, bu topluluğu seviyordum.

O fotoğrafları çekmem lâzımdı. Orada bulunmam için bana bir neden sunuyorlardı. The Ballad’da söylediğim gibi, ablamın ölümü ve her şeyi kaydetme ihtiyacı ağır basıyordu. Bir irade beyanı veya sanat peşinde koşmak gibi bir şey değildi, ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Sanıyorum bu bütün sanatım için geçerli.

İnsan yaş aldıkça ölümlülüğü anlamaya çalışıyor. Bulutlar da galiba ölümlülükle mücadelemi simgeliyor. 2017’de hastaneye yatmadan önce gençtim. Oradan bir çıktım ki, artık yaşlıyım. Bu toplumda yaşlı bir kadın olmayı kabullenmek farklı ve zor bir şey, çünkü güvenilirliğinizi yitiriyorsunuz. Ve görünmezleşiyorsunuz.

Fotoğrafçılık beni pek çok biçimde seyahatlere çıkardı. Genellikle, insanlarla önce tanışıklık ve ilişki başladı, sonra fotoğraflar geldi. Bazen de tersi oldu. Fotoğraflar kendimi bir başkasına tanıtmamın veya bir başkasının hayatında önemli bir yer edinmemin yolunu açtı. Birçok defa insanlara ne kadar güzel olduklarını gösterme imkânı buldum, hiç farkında değillerken hem de.

Jimmy Paulette ve Misty takside, New York, 1991

1993’te The Other Side kitabında topladığınız drag queen fotoğraflarının ardındaki fikir de bu muydu?

Evet, epeyce. İlk siyah-beyaz işlerimden başlayarak öyleydi.

The Other Side’ın ardından doğal ışık kullandığınız muazzam bir döneminiz geliyor…

Flaş kullanmayı yirmi yıl önce bıraktım. Zaten artık pek fotoğraf da çekmiyorum, daha çok mevcut görüntülerle çalışıyorum. Sisters, Saints and Sibyls (Kız Kardeşler, Azizler, Kâhinler, 2005) tamamen arşiv görüntülerinden oluşuyor mesela, hatta çocukluğumdan kareler bile var. Memory Lost (Kayıp Hafıza, 2019-2021) için de yeni bir şey çekmedim. Ama gökyüzünü çekiyorum, ve hayvanları. Gökyüzüyle bir ilişki kuruyorum. Büyü gibi bence. Dünya üzerinde kapladığımız mekân ve hacmin duygusunu bize kazandırıyor. Bir güzellik barındırıyorlar, ama aynı zamanda bir tür yalnızlık içindeler.

İnsan yaş aldıkça ölümlülüğü anlamaya çalışıyor. Bulutlar da galiba ölümlülükle mücadelemi simgeliyor. Malûm, ölümlü olduğumu idrak ettim. Gençken ölümsüz olduğumu düşünürdüm. 2017’de hastaneye yatmadan önce gençtim. Oradan bir çıktım ki, artık yaşlıyım. Bu toplumda yaşlı bir kadın olmayı kabullenmek farklı ve zor bir şey, çünkü güvenilirliğinizi yitiriyorsunuz. Ve görünmezleşiyorsunuz, ki bu benim bir nebze hoşuma gider.

İnsanları çeksem de, artık eskisi gibi sonuç vermiyor. Benim hayatım buna uygun değil bir defa. İnsanlar yaşlandıkça kendilerinin daha farkında oluyorlar. Benim dünyam da o kadar özgür değil, hepimiz bir ağın içindeyiz. Yaş almak kadar yaşam tarzı da bunda belirleyici. Arkadaşlarımdan beklentilerim artık farklı. Partilere gitmiyorum, ilişkilerim daha sessiz ve sakin, çok zaman da yalnızım. Ama insanlarla da vakit geçiriyorum, onlarla beraber çalışıyorum. Geçenlerde sızlanırken terapistim dedi ki, “çalışmayı seviyorsun”. Evet, beni eğlendiren, sevdiğim bir şey çalışmak.

Sisters, Saints and Sibyls’de olduğu gibi bir şey görmeyeceksem geriye dönüp bakmıyorum pek. Bunu yapmak korkutucu olabiliyor. Yakın çevremde inanılmaz çok ölüm oldu. Ve elimde imkân olsa düzeltmek isteyeceğim birçok kırık ilişki. Keşke düzeltebilseydim.

.

2019-2021 arası işlerinizden oluşan Memory Lost bağımlılık üzerine ağır, kasvetli bir seri, ama otoportreleriniz neşe uyandırıcı. Yapıtlarınız çok bilinçli inşa edilmiş gibi.

Evet, öyle. Benim işim kurgudur diyebilirim. Her zaman fotoğraf çekmenin sanat olmadığını, sanatın kurguda olduğunu söylemişimdir. Benim kadar çok fotoğraf çeken bir başkası olsa o da iyi fotoğrafçı sayılabilirdi. Ama mesele bu değil. Mesele bu fotoğraflarla ne yaptığınız. Mesele hareketsiz görüntülerden sinematik bir iş çıkarmak, benim zekâmın işlediği yer de kurgudur.

The Ballad form itibariyle çok doğrudandı. Slaytlar ve müzikten ibaretti. Bu iki iş ise daha fazla unsur barındırıyor. Sisters, Saints and Sibyls’de arşiv görüntüleri, film kayıtları, hareketsiz kareler, müzik, anlatı, sesler var. Memory Lost’ta eski Super-8 filmleri, genç kuşakların artık asla tanımayacağı telesekreter kayıtları… The Ballad artık bana kayıp duygusu veriyor sadece. Memory Lost her ne kadar çok umutlu bir başlık gibi tınlamasa da, umut bu işin asli bir parçası. Az da olsa bir umudum olmasaydı bunu çıkaramazdım.

The Ballad’daki fotoğraflar bugün nasıl karşılanıyor sizce?

Neredeyse tabu haline geldiler, bu da korkutucu bir şey. Eski tabular halının altından çıkarıldı ve yeniden tedavüle sokuldu. Gösterilere binlerce genç katılıyor, onlar için ne ifade ettiğini ben de merak ediyorum. Herkes 80’lere takık vaziyette. The Ballad’ı izleyerek 70’leri, 80’leri öğrendiklerini zannediyorlar, ama o iş öyle değil. Zaten gençler için daha fazlasını ifade etmeli. Kendilerini The Ballad karelerinde görebilmeliler; illa o kıyafetlerin içinde değil, ama bir çeşit duygusal boyutta.

Kaynaklar: n+1, Aperture, npr, The Guardian Weekly

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI