EKONOMİ-POLİTİK

KORKUT BORATAV’LA 2023-2024 TÜRKİYE’Sİ

İstikrar içinde çürüme

Mayıs seçimlerinin ardından göreve gelen ekonomi yönetimi nasıl bir tablo devraldı, programını hangi öncelikler üzerine kurdu, bu öncelikler kime ne vaat ediyor? Ekonomi politikası yerel seçimler öncesinde ve sonrasında nasıl bir seyir izleyecek, büyüme, istihdam ve enflasyon hangi oranlara demir atacak? 2023’ün muhasebesi, 2024’ün muhtemel görünümü için Korkut Boratav’a bağlanıyoruz.
Söyleşi: İrfan Aktan

Türkiye açısından 2023’ün en önemli olayları 6 Şubat depremleri ve 14-28 Mayıs seçimleri. İktidarın deprem sürecindeki politikasının seçimlerdeki kaderini de belirleyeceği öngörülmüştü, ama öyle olmadı. Sizce AKP’yi hâlâ toplumun yarısının nazarında yönetebilir gösteren temel unsurlar neler?

Korkut Boratav

Korkut Boratav: Deprem nedeniyle zorunlu olarak artırılan yatırım harcamaları, 2023’ün ilk dokuz aylık bilançosunda ekonominin büyüme temposunun yukarı çekilmesine katkı yaptı. İktidarın, “OECD içinde son üç ay içinde en hızlı büyüyen ülke Türkiye’dir” propagandasına imkân verdi. Bu yatırımlar milli gelirin 2023 büyüme oranını da etkileyecektir. Fakat esas mesele sorunuzun son bölümünde. AKP’yi hâlâ ülkeyi yönetebilir gösteren temel unsurlara bakmak gerekiyor. Bence yanıt, Türkiye toplumunun geniş kesimleri üzerinde AKP’nin ideolojik hegemonyasında yatıyor.

AKP bunu nasıl sağlayabildi?

Türkiye kamuoyunun ortalama algılamasına göre, ülke bir kriz ortamı içindedir. Fakat bu krizin sorumluluğuna gelindiğinde, ciddi bir algılama boşluğu var. Önemli bir farklılaşma, muhalif blokta yer alan nüfusun yarısıyla diğer blok arasında. Muhalif blok, iletişim kurulduğunda rasyonel düşünceye, neden-sonuç bağlantılarına, tutarlılık ölçütlerine açık kitledir.

İkinci blok bu özellikleri taşımıyor. Türkiye’yi yönetenler ise bu nitelikleri ya umursamıyor veya kendilerini destekleyen grupla bu bakımdan da özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanı sıklıkla birbiriyle tamamen zıt, çelişkili önermeleri rahatlıkla ifade etmiştir.

Ekonomiyle ilgili bir örnek vereyim. Faiz ve enflasyon bağlantısında, Cumhurbaşkanı “nas” önermesini Kasım 2021’de ileri sürdü. Haziran 2023 sonrasında yeni ekonomi yönetiminin zıt yöndeki uygulamalarını “enflasyonu tedavi edeceği” gerekçesiyle överek destekledi.

Muhalif blok, örneğin dış siyasetle ilgili örnekleri de ekleyerek bu türden tutarsızlıkları ısrarla vurgulamaktadır, ama karşı tarafta herhangi bir duyarlılığa, tepkiye yol açmadan… Kriz algılamasına yol açan ana etken enflasyondur, sorumlusu doğal olarak ekonomiyi yöneten iktidardır. Ama iktidarın bu bağlamdaki çelişkilerini, tutarsızlıklarını defalarca teşhir etmek, sosyal medyaya taşımak iktidar yanlısı blokta bu sorumluluğun algılanmasını sağlamamaktadır.

İktidar yanlısı blok bunu nasıl veya neden algılamıyor, yahut algılamak istemiyor?

Rasyonel düşünmenin asgari koşulları, iki önerme arasındaki tutarlılığı-tutarsızlığı fark etmektir, bunu temel eğitimden, formasyondan geçmiş insanlar fark eder. Gözlemleri kavramlara çevirerek düşünmek, neden-sonuç bağlantılarını en basit düzlemlerde kavrayış, kısacası insanın kendi aklıyla muhakemesi, ancak böyle mümkündür. Faiz-enflasyon bağlantısında verdiğim örnekteki tutarsızlık, “saçmalık” açıklanıyor, iletiliyor, ama algılamaya dönüşmüyor: Her şey söylenebilir, hepsi de geçerlidir. “Anything goes.” Farklı bir ifadeyle, alaturka postmodernizm yerleşmiştir. İktidarın halk sınıfları saflarındaki ideolojik hegemonyası söz konusudur.

Faal nüfusunun dörtte birini aşan bir bölümünün işgücü piyasasının dışında kaldığı kronik bir toplumsal bunalım hali “Türkiye’nin yeni normali” olacaktır. Yüzde 35-40’a yerleşen bir enflasyon, bölüşüm ilişkilerinin “yerli ve milli sermaye” lehine sürmesini de sağlayacak. Bahsettiğimiz gelecek, kronik bir bunalımdan ziyade, bir çürüme anlamına geliyor.

Tekrar olacak ama, birbiriyle tamamen zıt kutuplarda yer alan iki çelişkili söylemi kısa süre içinde tedavüle sokan, üstelik bunlara dair güçlü argümanlar sunmayan bir iktidar, nasıl oluyor da ideolojik hegemonya kurabiliyor?

Eğitim sistemi ve geleneksel medya üzerindeki hâkimiyet belirleyici unsurlardan iki tanesi. Ayrıca, sosyal medyayı geleneksel medya ile farklılaştıran kargaşanın da katkıları var. Bu kargaşa ortamı ciddi, rasyonel tartışmaların yapılmasına imkân vermeyen bir alan. İktidar bu alanda sistematik çalışıyor. Sosyal medyanın eleştirel potansiyelini, “fake news” veya “sahte gerçekler” üzerinden tersine çevirebilen operasyonlar var. Muhalif sesler, önermeler, eleştirel tespitler karşı tarafta etkisiz hale getirilebiliyor. Eğitim sisteminde siyasal İslâm’ın yöntemleri rasyonel düşünce sistematiğini felce uğratabiliyor. İletişim kanalları fiilen işlemiyor veya tıkanık. İktidar çevrelerinin zirvesinde dahi rasyonel düşünce melekesinden yoksunluk yaygın. Bu da ilave bir kutuplaşma ve çaresizlik yaratıyor. Bu kargaşanın ayrıntılı analizi bilimsel düzlemde ayrıca yapılabilir. Bu kadarıyla yetineyim.

Mayıs seçimlerinden sonra Hazine ve Maliye Bakanı yapılan Mehmet Şimşekin şimdiye kadar yürüttüğü politikaların kısa vadeli sonuçları ne oldu? Rasyonaliteye dönüyoruz” diyen Şimşekin ekonomi politikasının önümüzdeki dönemde yaratacağı sonuçlar ne olur? Dahası, Şimşekin kastettiği rasyonalite” nedir?

Mayıs seçimlerinden sonra iktidar, ekonomi yönetimini değiştirerek neoliberal ekonomi politikalarına hâkim iki uzmanı, Mehmet Şimşek ve Hafize Gaye Erkan’ı getirdi. Mehmet Şimşek uluslararası finans sermayesinin büyük örgütlerinde çalışmış, geçmişte de bakanlık yapmış, bu çevrelerin içinden gelen, onların güvendiği biri. Gaye Erkan da ABD’deki büyük bir bankada yöneticilik yapmış bir teknokrat.

Geleneksel neoliberal politikaların yerleşik modeli, 2015’e kadar Türkiye’de AKP tarafından ihlâl edilmeden, eksiksiz uygulandı. 2015 iki etkenden ötürü kritik bir dönüm yılıdır. Birincisi, Batı merkez bankaları parasal daralmaya yöneldi, AKP’nin neoliberal programı rahatlıkla uygulamasına imkân veren uluslararası sermaye hareketleri yavaşladı. Türkiye’ye giren dış kaynaklar da yarı yarıya düştü. Yeni uluslararası ekonomik ortam Türkiye iktisat politikalarında istikrar önceliğini gündeme getirdi. Fakat AKP bunu göze alamadı.

Neden?

Buradan 2015’in dönüm yılı olmasının ikinci nedenine geliyoruz: AKP 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk defa Meclis çoğunluğunu kaybetti ve bu sonucu kabul etmedi. Gezi kalkışması ve 17-25 Aralık 2013’te yolsuzlukların ortaya dökülmesi sonrasında, “iktidarı ne pahasına olursa olsun korumak” AKP’nin siyasal önceliği oldu. Kasım 2015 seçimleri ağır bir şiddet ortamında, devlet aygıtının geleneksel olmayan yöntemlerinin katkısıyla kazanıldı. Ekonomi politikalarında da istikrar değil, büyüme öncelik kazandı.

.

Ekonomide büyümeye öncelik verilmesinin sonuçlarını mı yaşıyoruz?

Büyüme önceliği 2015’e kadar sürdürülen neoliberal modelin ihlâl edilmesini gerektirdi. Daralan dış kaynak akımları ortamında, neoliberal model makro-ekonomik istikrar yöntemlerini gerekli görür. AKP Mayıs 2023 sonuna kadar neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi, ama uluslararası finans sermayesinin sert yaptırımlarına muhatap olmadı, “cezalandırılmadı”. Kısa vadeli spekülatif sıcak para çıkışları dışında Türkiye ekonomisinin dış kaynak gereksinmeleri, özellikle uluslararası bankalar tarafından karşılandı, dış krediler döndürüldü. Buradan da gördük ki, neoliberal modelin etkili yaptırımları daima kullanılmıyor. AKP 2015-2022 döneminde ekonomiyi yüzde 4,3’lük bir tempoda büyütebildi. Ancak cari işlem açığını ve enflasyonu tetikleyerek…

Dolayısıyla, uluslararası finans kapital ekonomide neoliberal modelin kurallarının dışına çıkılmasını, siyasette ise otoriterleşmeyi mi destekledi?

Evet. Uluslararası sermaye Türkiye’de neoliberal normların dışına çıkılmasına rağmen dış finansman kaynaklarını kısıtlamadı. Böylece otoriterleşmeyi, açıkça ifade edersek İslâmcı faşizmin yükselmesini fiilen destekledi.

2015-2022 arasında üç döviz krizi oldu. Üçünün de nedeni sıcak para kaçışlarıydı. 2018-2020 arasında spekülatif  fon çıkışları döviz fiyatlarında sıçramaları tetikledi. Türkiye’de spekülatif fonlara bağlanmış yabancı kaynaklar, Türkiye’nin dış yükümlülükleri arasında sayılır; TL ile kota edilmiş tahvillere bağlanmışsa doğrudan doğruya dış borçtur. Bunlardan çıkışlar, dış borç stokunu da azaltır. Nitekim, Türkiye’nin dış borç stoku bu dönemde 468 milyar dolardan 424 milyar dolara indi. AKP döviz krizlerini palyatif önlemlerle geçiştirdi. Ama yeni ekonomi yönetiminin göreve geldiği tarihte, Haziran 2023’te, dış borçlar tekrar 476 milyar dolara yükselmişti. Nasıl mümkün oldu? Türkiye’nin dış kredilerinin yüzde 100 oranını aşan bir tempoyla, yani genişleyerek döndürülmesi sayesinde. Uluslararası bankalar bu dönemde, Erdoğan’ın çapaçul yönetimine rağmen, Türkiye’ye kredi akışını artırdı ve Türkiye’nin bir dış borç krizine sürüklenmesini önlemiş oldu. Yani dış sermaye Türkiye’nin batışını istemedi.

O tarihlerde Türkiye’de neoliberal politikaların harfiyen uygulandığına dair tespitler üzerinden öngörülerde bulunan pek çok iktisatçı yanıldı. Çünkü neoliberal reçetenin dışına çıkan, kuralsızlıkla sürdürülen ekonomi politikasıyla duvara hızla toslanacağı, uluslararası sermayenin buna tahammül etmeyeceği düşünülüyordu. Fakat şimdi söylediklerinize bakılacak olursa, uluslararası finans çevreleri AKP’nin bu kuralsızlığına onay vermiş. Uluslararası finans kapital bunu niye yaptı?

İki nedenle yaptı. Birincisi, ABD’nin katkısı. Erdoğan dış politikada etkili bir esneklik gösterdi. ABD ve Rusya’yla ilişkilerini dengeledi. 2018’deki Rahip Bronson krizini hatırlayın. Trump’ın tehdidi sonunda rahip serbest bırakıldı. Trump’ın tepkisi de ABD’nin geleneksel politikaları dışındadır, ama etkili oldu. Biden döneminde ise ABD diplomasisi Türkiye’nin küçümsenmeyecek bir Ortadoğu gücü olarak gözetilmesi gerektiğini algıladı. ABD’nin siyasal öncelikleri, uluslararası finans kapital çevreleri üzerinde de etkilidir. 2020 sonrasında Türkiye’nin dış kredilerindeki genişleme bu etkiyi doğruluyor.

Erdoğan, Türkiye konumundaki ülkelere, neoliberal reçetelere kaskatı bağlanmanın zorunlu olmadığını da göstermiş oldu. Ne var ki, ekonomi politikalarında bu dönüşümü sermaye lehine ve emek aleyhine çok ağır bir bölüşüm şoku yaratarak gerçekleştirdi. Bu bölüşüm şokunu, biraz önce sözünü ettiğim ideolojik hegemonya sayesinde siyasi bakımdan denetledi.

İktidar, toplumu kendi siyasal araçlarıyla yönetebilecek beceride olduğunu Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimleriyle kanıtladığını düşünecektir. Toplumsal bunalımın yerleştiği, büyük çalkantıların, iktidar değişikliğinin yaşanmadığı bir Türkiye toplumu istikrar içinde çürümeye mahkûm olacaktır. Kabul edemeyeceğimiz gelecek tablosu budur.

Bu deneyim bize göstermektedir ki, neoliberal modelin dışında farklı bir sınıfsal program da mümkündür; dış politika dengelerini gözeterek bölüşüm ilişkilerini emek lehine değiştirmek de mümkündür. Türkiye yapısındaki büyükçe ekonomiler neoliberal cendereye mahkûm değildir.

Bunun bir örneği var mı?

Bunu yapan ülkeler var. Mesela 1998’le 2002’yi kapsayan Doğu Asya krizi dünya ekonomisinin, Türkiye dahil, bütün çevre ülkelerini etkiledi. En sert etkiler, kronik dış açık veren ülkelerden dış kaynak çıkışları nedeniyle gerçekleşti. Pek çok ülkede ve Türkiye’de katı IMF programları ikidar değişikliklerine yol açtı. Bu ortamdan ders alan Asya ekonomilerinin çoğu, dış denge koşullarında yüksekçe büyümeyi sürdürebilen politika alternatiflerini keşfetti.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı bu açıdan kritik bir dönemeçtir. Türkiye bu fırsatı kullanamadı. Yeni iktidar, tam aksine, devraldığı neoliberal modeli 2015’e kadar ödünsüz uyguladı ve Türkiye’nin dış bağımlılığını yoğunlaştırdı. Sonraki yedi yılda ise, neoliberal programın ihlâli “yerli ve milli sermayeyi ihya eden” bir bölüşüm şoku içinde gerçekleşti. Ama, biraz önce vurguladığım gibi, bu deneyime tersinden de bakabiliriz. Farklı bir iktidar, neoliberal modelden “kopmayı” emek lehine gerçekleştiren bir ekonomik alternatif de tasarlayabilir miydi? İktidarın sınıfsal yapısında temel bir değişiklik gerektiren bu seçeneği ayrıca tartışmak gerekiyor.

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan geçtiğimiz ay verdiği bir mülâkatta şöyle diyordu: Enflasyonda tek haneli rakamları 2026da göreceğiz. 2025 sonu hedefimiz ise yüzde 14.” Bu hedefler ne kadar gerçekçi?

Bu soruyu bu yakınlarda yayınlanan bir  çalışmaya referans vererek yanıtlayayım: Erinç Yeldan ve Ahmet Haşim Köse’yle beraber hazırladığımız, İktisat ve Toplum dergisinin Aralık 2023 sayısında yayınlanan “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri başlıklı makaledeki bulgularımız Gaye Erkan’ın bu öngörüsünün gerçekçi olmadığını gösteriyor.

Dahası, ortaya koyuyoruz ki, Türkiye’de artan enflasyonun kronik hale gelmesi, Saray iktidarının yaşattığı bölüşüm şokunun belirleyicilerinden biridir. Türkiye’de büyük sermaye, maliyetlerden gelen her türlü baskıyı, kâr katsayılarını,“ mark-up” oranlarını fazlasıyla fiyatlara yansıtarak enflasyonu besliyor.

Bizim makaledeki bulgulara göre, 2016-2023 arasında, ücret, diğer girdi maliyetleri ve fiyat verilerine ulaştığımız 35 sektörün 30’unda, ücretleri de içeren maliyet artışlarına eklenen kâr katsayıları artmıştır. Bu tespit yakın geleceğe ilişkin bir öngörüyü de getiriyor. Aralık 2023’te kararlaştırılan yüzde 50 oranındaki asgari ücret artışı, kapsanan işgücü maliyetlerinin göreli ağırlığı oranında fiyatlara fazlasıyla aktarılacak, enflasyonu besleyecektir.

İşin tuhafı, Gaye Erkan da bu olguların farkındadır. Zira, Merkez Bankası’nın son enflasyon raporu benzer bir tespiti ortaya koyuyor: Eylül 2023’te yüzde 61,3 oranında gerçekleşen TÜFE enflasyonuna nominal ücret artışlarının katkısı yüzde 14, kâr katsayılarındaki artışın katkısı yüzde 17 olarak hesaplanmıştır.

Ancak, TCMB Raporu, kâr artışlarının katkısını “dönemsel fiyatlama davranışları” olarak adlandırarak kamufle ediyor. Gaye Erkan da bu bulguların gereğini yapmaktan kaçınıyor, ABD Merkez Bankası gibi sadece parasal daralmayı uygulamayı yeğliyor. Mehmet Şimşek’in de, bu yakınlarda ücretleri enflasyonun temel nedeni olarak gösteren demecine karşı, bizim makaleye veya Merkez Bankası’nın 2 Kasım 2023 tarihli Enflasyon Raporu’na (sayfa 35, kutu 2.2’ye) göz atmasını tavsiye edelim.

.

Enflasyonu besleyen politikaları iktidar bilerek mi uyguladı?

Elbette, iktidar bunu bilerek uyguladı. Enflasyon ortamı, kendisini destekleyen, dayandığı sermaye çevrelerini ihya etmek için kullanıldı. “Bölüşüm şoku” teşhisini bu çevreler için değil, emekçilerin konumu için kullanıyoruz. 2015’te başlayan politika değişikliği, üç döviz krizi, 2020’deki Covid dalgası, 2022’de Ukrayna savaşı ile maliyetlerden beslenen bir enflasyona dönüştü. Bu enflasyon süreci, Saray’ın diğer uygulamalarından kaynaklanan bölüşüm şokunu daha da ağırlaştırdı.

Türkiyede IMFsiz bir IMF programı uygulandığı söyleniyor. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu programın emekçiler açısından ne tür sonuçları olacak?

Bir IMF programının ana ögeleri, doğrudan doğruya IMF’nin Ekim 2023 tarihinde güncelleştirilen Türkiye ekonomisine ilişkin 2024-2028 makro-ekonomik öngörülerinde yer alıyor. Buna göre, enflasyon yüzde 37 seviyesine yerleşerek kronikleşecektir. Bu, Türkiye’ye özgü bir “istikrar” öngörüsüdür. Yüksek düzeyde “istikrar sağlayan enflasyon”, emek karşıtı sonuçları sistematik konuma getirecek.

Mehmet Şimşekin bahsettiği rasyonalite” biraz da bu mu?

Mehmet Şimşek iki farklı oyun oynuyor. Mart 2024’teki yerel seçimlerin AKP için taşıdığı önceliğin farkındadır. Ağır bir “kemer sıkma” zamanı değildir. IMF ise Türkiye ekonomisinin 2028’e kadarki nicel öngörülerini yapıyor ve bu öngörülerden bir neoliberal model çıkıyor. Şimşek IMF’nin Türkiye’ye dair öngörülerini muhakkak bilmektedir. Bu iki karşıt etken arasında bir uzlaşma kurmaktadır.

IMFnin modeli nasıl?

Öncelik istikrardır ve ana yöntem parasal daralma ve kamu maliyesinde kemer sıkmadır. IMF öngörüsüne göre, ekonominin büyüme oranı 2016-2022 dönemi ortalaması olan yüzde 4,3’ten, 2024 sonrasında yüzde 3,2’ye yerleşecektir. Dışa bağımlılık, milli gelirin yüzde 2,5’i civarında süregelen cari işlem açığı, enflasyon da yüzde 37,4’lük bir oran ile “istikrar” bulacaktır.

Büyüme temposunda 1,1 puanlık daralma elbette istihdamı frenleyecektir. IMF Türkiye’de dar tanımlı işsizliğin yüzde 10.2 civarına yerleşeceğini öngörüyor. Bu da IMF’nin bir diğer “istikrar ölçütü” olarak düşünülmüştür, ama iyimser bir öngörüdür. Türkiye’de iktisatçılar arasındaki yaygın anlayışa göre, dar tanımlı işsizlik oranının sabit kalması için yüzde 5’lik bir büyüme temposu gereklidir. Yüzde 3,2’lik bir büyüme eğilimi içinde işsizliğin IMF’nin öngörüsünden daha yüksek seyretmesi beklenir.

Durgunlaşma sonunda istihdamda beklenmesi gereken yavaşlamanın en önemli yansıması, IMF’nin ilgilenmediği “geniş tanımlı işsizlik” üzerinde olacaktır. TÜİK’in “atıl işgücü oranı” olarak tanımladığı bu kavram, çalışmak istediği halde iş bulma umudunu kaybetmiş, işgücü piyasasının dışında kalan faal nüfus kitlesini de içerir. Bu toplam iş arayan işsizler ordusuna eklenir.

TÜİK tahminlerine göre, 2023’te yüzde 22 civarında olan “atıl işgücü” oranının, ekonominin durgunlaşması sonunda, yüzde 25 civarına yerleşmesi beklenmelidir. Faal nüfusunun dörtte birinin aylak olduğu, diplomalı işsizlerin, boş gezen gençlerin yaygınlaştığı bir toplumsal ortamdan söz ediyoruz. IMF için “istikrarlı” olarak görülen enflasyon, cari işlem açığı ve durgunlaşma ortamı kalıcı olacak, 2023’teki toplumsal bunalım daha ağırlaşarak sonraki yıllara da yerleşecektir.

Ortalama bir işçinin cebine girenden daha fazlası fiyatlara yansıyacak! Nominal ücret artışları ortalama bir işçi gelirini yüzde 14 artırdığında, TÜFE ortalaması yüzde 17 yükselecek, bölüşüm işçi sınıfı aleyhine değişmiş olacaktır.

Bu ne anlama geliyor?

IMF’nin modeli nicel öngörüleriyle şu örtülü mesajı içeriyor: “Büyüme temposu biriki puan aşağı çekilerek gerçekleşen bir istikrar ortamında, uluslararası finans sermayesi Türkiye’nin dış kaynak gereksinimlerini karşılayacaktır.” Bunu nereden anlıyoruz? 2024-2028 öngörülerinde ortalama dolar fiyatı genellikle TÜFE’nin altında seyretmektedir. Yani, dış kaynak girişleri ekonominin yüzde 2,5’ini aşan cari dış açıklarını ve gereken döviz rezervlerini sağlayacaktır.

Durgunlaşma istikrarın ana göstergesidir ve gereken uluslararası sermaye akımını mümkün kılacaktır. Faal nüfusunun dörtte birini aşan bir bölümünün sürekli olarak işgücü piyasasının dışında kaldığı, kronik bir toplumsal bunalım hali “Türkiye’nin yeni normali” olacaktır. Yüzde 35-40 arasına yerleşen bir enflasyon, bölüşüm ilişkilerinin “yerli ve milli sermaye bloku” lehine süregelmesini de sağlayacaktır. 

Sonuçta, 2024ten itibaren işsizlik, yoksulluk şimdikinden daha mı derin olacak?

Evet, öyle olacak. Aslında bahsettiğimiz gelecek, kronik bir bunalımdan ziyade, bir çürüme anlamına geliyor. Bu ortamı başka türlü betimlemek zor. Yani benim torunlarım, sizin çocuğunuz bizim kuşaklarımızın toplumsal ortamını özlemle anacaklardır. Türkiye toplumu böyle bir geleceğe razı olmamalıdır.

SoLda yayınlanan 2024 ve sonrasında Türkiye: IMF senaryosu” başlıklı yazınıza şu sözlerle başlıyorsunuz: “İktisat çevrelerinde yaygın bir tespit var: IMFsiz bir IMF programı içindeyiz; ödünsüz uygulanması Mart 2024 seçimlerinden sonra başlayacak…”

Mehmet Şimşek’in Erdoğan’la geçmiş ilişkileri içinde kritik iletişim sorunları yaşadığını biliyoruz. Şimşek Erdoğan’ın Mart 2024 seçimlerine verdiği önceliği de bilerek görevi kabul etti. Kafasındaki rasyonel politika anlayışı ise az önce bahsettiğim IMF’nin geleneksel istikrar programıdır. Bunun nicel politika araçlarının dökümünü şimdilik ilan edemiyor. “Asgari ücret, emekli ve kamu personeli aylıkları yılda bir kere ayarlansın” dedi, o kadar. İlk uygulama da aralık sonundaki asgari ücretle başladı.

Orta Vadeli Program (OVP), IMF programı ile Cumhurbaşkanı’nın duyarlılıklarını bir arada içeren bir uzlaşmanın ilk göstergelerini esasen içeriyordu. Program, politika araçları bakımından IMF’yi tatmin edecek unsurları taşıyor. Kamu maliyesinde faiz dışı fazla hedefleri, 2024-2026 arasında milli gelirin yüzde 3,9’u oranında bir kemer sıkmayı öngörüyor. Bu boyutta bir kemer sıkma, “çarpan etkileri” sonunda ekonomiyi küçültücüdür.

Buna rağmen OVP’de büyüme öngörüsü 1,8 puan yukarı çekilerek IMF’nin yüzde 3,2’si yerine yüzde 5’e yerleştirilmiş. Bu tutarsızlık Erdoğan’ı hoşnut kılmak için göze alınmaktadır. Çünkü, Berat Albayrak zamanından beri, yüzde 5’lik bir büyüme temposu OVP’lerin değişmez hedefidir –işsizlik oranını artırmayacak bir büyüme temposu olduğu için. Mehmet Şimşek’in bizzat denetlediği son OVP de hem uluslararası finans çevrelerini hem de Saray’ı tatmin edecek tutarsız ve önemsiz bir belge olarak görülmelidir.

Mart 2024teki yerel seçimlerden sonra, eğer bir anayasa referandumu olmazsa, dört yılı aşkın seçimsiz bir dönem yaşanacak. IMFnin öngörülerine ve Mehmet Şimşekin yürüdüğü yola bakıldığında, emekçi kitleleri, yoksulları yerel seçimlerden sonra nasıl bir tablo bekliyor?

Mart 2024 seçimlerine kadar ücretler, emekli maaşları ve kamu personeli maaş ayarlamalarında bir kez daha bol kepçe ikram göreceğiz. Asgari ücretteki yüzde 50’lik artışta olduğu gibi…  Ücretlerdeki artış, şirket kârlarına fazlasıyla taşınacak, enflasyonu besleyerek önceki bölüşüm şokunun yeni bir dalgasını başlatacaktır. Bu aşama yerel seçimlerden sonra katı IMF programının gündeme gelmesiyle ağırlaşacaktır. Çünkü dört yıllık seçimsiz bir dönem başlamaktadır. Saray’ın “ne pahasına olursa olsun büyüme” zorlamasından da vazgeçmesi beklenir. İktidar, toplumu kendi siyasal araçlarıyla yönetebilecek beceride olduğunu Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimleriyle kanıtladığını düşünecektir. Toplumsal bunalımın yerleştiği, büyük çalkantıların, iktidar değişikliğinin yaşanmadığı bir Türkiye toplumu istikrar içinde çürümeye mahkûm olacaktır. Kabul edemeyeceğimiz gelecek tablosu budur.

.

Sendikalar, işçi sınıfı temsilcileri enflasyona karşı ücretlerin artırılması talebiyle ortaya çıkıyor. Fakat sizin yaptığınız öngörüye bakıldığında, çıkış burada değil. Öte yandan, Gaye Erkana bakılacak olursa, 2024 yılı TLnin görece değerleneceği, dolar kurunun frenleneceği, otomobil ve konut piyasasındaki aşırı fiyat artışlarının dizginleneceği bir dönem olacak, enflasyon da 2026da tek haneye inecek. AKP ve ekonomi yönetimi bunu nasıl yapacak?

Sınıf bilincine hakkıyla sahip olan sendika yöneticilerine yukarıda özetlediğim enflasyon bulgularını aktarmak, yorumlamak gerekecektir. Aralık 2023’te kararlaştırılan yüzde 50’lik asgari ücret artışı sonunda da, kapsanan işgücü maliyetlerinin göreli ağırlığı oranında fiyatlara fazlasıyla aktarılacak, enflasyonu besleyecektir.

Bu ne demek?

Asgari ücret bugünlerde ücretli işgücünün yüzde 42’si için geçerlidir. Onlara uygulanacak artış oranı toplu sözleşme müzakereleri yapan tüm işyerleri için de bir ölçüt oluşturacaktır. Elde edilen her ücret artışı, kâr marjlarını sadece korumayacak, daha da yukarı çekecek, ücretlerin toplam değişken maliyetler içindeki göreli ağırlığına bağlı olarak o üretim kolunun fiyatlarına taşınacaktır. Dolayısıyla, asgari ücret pazarlığı ekonominin tümünü kapsayan enflasyona yedirilerek fazlasıyla telafi edilecektir. Bunu önlemenin yolu, doğrudan doğruya sermaye sınıfının, şirketlerin kâr marjlarının kontrol edilmesidir.

Yani ücret artışlarıyla cebimize giren her ilave kuruş, fiyatlara yansıtılarak diğer cepten çıkacak, öyle mi?

Ücret artışları sonunda ortalama bir işçinin cebine girenden daha fazlası fiyatlara yansıyacak! Merkez Bankası’nın daha önce aktardığım Eylül 2023’e ait bulgularını kullanayım: Nominal ücret artışları ortalama bir işçi gelirini yüzde 14 artırdığında, TÜFE ortalaması yüzde 17 yükselecek, bölüşüm işçi sınıfı aleyhine değişmiş olacaktır. Bu ortalamaların tek tek işçilere, şirketlere ve tüketicilere yansıması elbette farklılaşacaktır. Arada “kazanan işçiler, kaybeden işverenler” olabilir, ama bölüşümün genel eğilimi sermaye lehinedir. Başta Merkez Bankası olmak üzere, ekonomi yönetimi de bunun farkındadır.

Bunu önlemek mümkün mü?

Rekabet Kurumu’nun tekelci fiyatlama yöntemlerini kontrol etme yetkisi var. Tam rekabet ortamında asgari ücret artışlarının kârlardaki daralma ile karşılanması beklenir. Rekabet ortamından uzaklaşıldıkça fiyatlar, değişken üretim maliyetlerine ortalama kâr katsayısı eklenerek belirlenir. Ücret artışlarını kâr katsayılarını daha da yükselterek fazlasıyla telafi etmek, tekelci yoğunlaşmanın yaygınlığını gösterir. Rekabet Kurumu devreye girebilir. “Sen tekelci fiyatlama uyguluyorsun” tespitini yapma ve düzeltme yetkisi, yasal imkânı var.

Borsanın ana gruplarını oluşturan sanayi sektörünün, 500 büyük firmanın, ayrıca bankaların dahil olduğu büyük sermaye blokunun fiyatlamaları, getirileri, kâr oranları denetlenmelidir. Ayrıca, Kurumlar Vergisi’nin dilimleri artan oranlı olarak yukarı çekilmelidir. Yaygın, etkili bir Servet Vergisi’ni de sisteme sokan bir vergi reformu ile son yıllarda sermayeyi ölçüsüz boyutlarda ihya eden bölüşüm şokunu, emekçi ve yoksul katmanlar lehine, kısmen ve gecikmiş de olsa telafi etmek mümkündür, gereklidir. Kamu maliyesinde ikincil bölüşüm ilişkilerini belirleyen etkili araçlar var, bunlar genellikle sermaye lehine işlemiştir. Bunları “tersine”, yani emek lehine döndürmenin zamanı çoktan gelmiştir.

Yani, sermaye karşıtı bir pozisyon edinilmeden sarf edilen sözler, enflasyona dair vaatler aldatmacadan mı ibaret?

Sözleri ve vaatleri bir yana bırakalım, son asgari ücret artışı gibi adımlar kısa dönemli nefes aldırma hamlelerinden ibarettir. Kârlar baskı altına alınmadıkça enflasyonla yarışmanın mağlubiyete mahkûm olduğunu algılamak gerekiyor. Hatta ipin ucu kaçarsa, hiperenflasyona girme olasılığı da bulunmaktadır.

İpin ucu nasıl kaçabilir?

Enflasyon üç haneli rakamlara taşındığı anda, parasal kontrolde ipin ucu kaçar. Banknot matbaası, Merkez Bankası’nın da kontrolü dışında para arzını artırmak zorunda kalır. Şu anda Türkiye bu aşamada değil. Bu konuda geçmişe dönük olumlu bir örnek vereyim. 1989’da, emekçilerin “bahar eylemleri” ile başlayan bir ivme, sonraki dört yıl içinde işçi sınıfının 12 Eylül dönemindeki bölüşüm kayıplarını telafi etti. 1990’lı yılların sonuna kadar emeğin kaybetmediği bir enflasyonun da yaşanabileceği ortaya çıktı.

Bugünkü fiyat artışları, 1990’lardaki enflasyon temposuna yakındır. Fakat o dönemde emek örgütlenmesi güçlüdür. 12 Eylül dönemine son veren çok partili ortama da koalisyon hükümetleri içinde dönüldü. Sık sık değişen koalisyon iktidarları seçmen çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıf ve katmanların taleplerini gözetmek zorunda kaldı. Bütün bölüşüm değişkenlerinin enflasyona endekslendiği, ancak hiper-enflasyona da sürüklemeyen on yıllık bir dönem yaşandı. Merkez Bankası da temkinli bir rol üstlendi. Döviz fiyatlarını enflasyona katkı yapmayacak sınırlar içinde hedefledi. Hem dövizden kaynaklanan bir enflasyon ivmesini hem de TL’nin değerlenmesini frenleyebildi. “Rasyonel” sıfatını hak eden bir politikayı uygulayabildi. 1990’lı yıllar, emekçi sınıfların kayba uğramadığı, hiper enflasyona da sürüklenmeyen bir enflasyon dönemi olarak tarihe geçti.

1990’lı yılların sonunda sermayenin kayıpları onlar açısından sürdürülemez bir noktaya gelmişti. Faiz ödemeleri şirketlerin net kârlarını alıp götürmekteydi. Sermaye bloku Mesut Yılmaz’ın başbakanlığındaki koalisyonu etkileyerek Türkiye’ye IMF’yi getirdi. IMF’nin uygulattığı program 2001 krizini tetikledi, aynı programın uzantıları 2010’a kadar doğrudan doğruya ekonomiyi yönetti. Sonraki yılların öyküsünü, sonuçlarını daha önce tartıştık.

1990’lı yılların sonunda mafya neredeyse siyaseti bile belirleyecek kadar palazlanmış, Türkiye yine yolsuzluğun, kara paranın hâkimiyeti altına girmişti. Şu anda da benzer bir sürecin içindeyiz. Geçtiğimiz aylarda İçişleri Bakanlığı kara para akladıkları iddiasıyla “fenomen” denen insanları gözaltına aldı. Bu konuda çeşitli operasyonlar yapılıyor, bahis siteleri üzerinden aklanan milyonlarca dolardan söz ediliyor ve bunun da buzdağının sadece görünen kısmı olduğu tahmin ediliyor. Bütün bu kayıt dışı paranın, bu organizasyonların kaynağı nedir? Türkiye’nin bilinçli bir biçimde kara paranın, uyuşturucunun merkezi haline getirildiğine dair tespitleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

1998-2015 arasında bazı revizyonlarla Türkiye’de uygulanan IMF programlarının bölüşüm bilançosunu özetleyeyim: Bölüşüm emek aleyhine seyreder, fakat yoksullaşma yoktur. Türkiye’nin iki büyük emekçi sınıfının, yani işçi ve köylü sınıflarının milli gelirdeki göreli payları sermaye lehine aşınmıştır, ama reel ücretleri ve reel gelirleri aşağı çekmeden… Yani yoksullaşma yoktur, bölüşüm ilişkileri ise geniş anlamıyla sermaye lehinedir.

Neoliberalizmin emekçilere ayrı bir “teselli mükâfatı” da var: Hem işçi hem de köylü sınıflarının tüketimi, ortalama ücretleri ve çiftçi gelirlerini aşmıştır. Bu da sermaye girişlerinin 2015’e kadar canlı olması sayesinde olabilmiştir. Aynı dönemde, cari işlem açığı Türkiye emekçi sınıflarının tüketim düzeyinin gelirlerini aşmasına da imkân vermiştir. Dolayısıyla, neoliberalizmin bu iki büyük emekçi sınıfa ikramı “ücretleriniz ve gelirleriniz tüketimin önünde bir engel değildir, borçlanarak tüketim düzeylerinizi artırabilirsiniz” diye özetlenebilir.

Kayıt dışı net sermaye girişleri, TCMB kaynaklarına göre, AKP iktidarının 2003-2019 döneminde 60,3 milyar dolardı. 2020-2022’de bu miktara 20,1 milyar dolar eklendi, net toplam 80,4 milyar dolara ulaştı. Merkez Bankası bu kayıt dışı para girişlerini bir istatistik oyunuyla buharlaştırdı.

Eskiden buzdolabını satıcıdan borç senedi imzalayarak alırdık. 2000’li yıllardan itibaren ekonomiye kredi kartları, banka kredileri gibi yeni finansal araçlar eklendi, borç ekonomisine girildi. Emekçilerin tüketiminin finansmanını sağlayan kredilerin oranı milli gelirin yüzde 2’si civarındayken, dönem sonunda yüzde 20’lere çıktı. İşçi ve köylü sınıfları borçlanarak tüketimlerini artırdılar. Otomobil de, konut da alabildiler. Sonraki dönemin sert bölüşüm şoku, reel gelirlerin de aşınmasına yol açtı.

Ücretlerle ilgili hesabı bahsettiğim makalede yaptık: 2015-2022 arasındaki yedi yılın üç yılında kişi başına ücret reel olarak düşmüştür. 2022 ortalaması, kullanılan fiyat endeksine göre, 2016’ya kıyasla yüzde 15 ila yüzde 22 arasında gerilemiştir. Bu tespit, işçi sınıfı saflarında mutlak yoksullaşmanın da yaygınlaştığını gösteriyor. Geleneksel neoliberal modelin yaşandığı dönemde, bölüşüm bozulması tüketim desteği sayesinde hissedilmezdi. Son yıllardaki bölüşüm şoku ise yoksullaşmayla paralel seyrediyor.

2001 krizi döneminde herkes sosyal patlama”nın gündemde olduğunu, o zaman çok tartışılan Ankaradaki büyük esnaf yürüyüşünü de işaret ederek söylüyordu. Şu anda ise sosyal patlama yerine toplumsal çürüme” diyorsunuz…

Az önce kara para aklama, mafyalaşma olgularını sordunuz. Bölüşüm şokunun yoksullaşmayı içeren boyutu Türkiye toplumunun diğer blokunda kontrol dışı bir zenginleşmeye refakat ediyor. Bu zenginleşmenin çeşitli göstergelerinden biri kayıt dışı para girişleridir. İstatistiki olarak bu blok, yani Ödemeler Dengesi tablolarında “net hata noksan” kalemi altında yer alan kayıt dışı net sermaye girişleri, TCMB’nin özgün kaynaklarına göre, AKP iktidarının 2003-2019 döneminde  60,3 milyar dolardı. 2020-2022’de bu miktara 20,1 milyar dolar eklendi, net toplam 80,4 milyar dolara ulaştı.

“Nedir bu kayıt dışı para? Kaynağı neresidir?” sorusunun yanıtlarından biri Ortadoğu kargaşasıdır. Türkiye Ortadoğu cehennemine aktif olarak girdiği andan itibaren, kayıt dışı para girişlerinin ülkeye – sızmanın ötesinde– aktığını biliyoruz. Kaynağında çeşitli karanlık unsurlar var. Zaman içinde bunların arasında yer alan uyuşturucu kaçakçıları, mafya örnekleri açıklanmaktadır. Emekçi sınıflarda istihdam tıkanmasıyla paralel seyreden “atıl işgücü” şişkinliğinin karşı kutuptaki yansıması “fenomenler” ve kirli para zenginleridir. Çürüme denilen tablo budur işte.

Türkiye’nin yayınladığı istatistikler bakımından göreli olarak en saygın kurumu olan Merkez Bankası bile sözünü ettiğim bu kayıt dışı para girişlerini bir istatistik oyunuyla buharlaştırdı. 2020’de ödemeler dengesi istatistiklerini revizyondan geçirdi ve 44,4 milyar dolar civarında bir kayıt dışı para girişini “hizmet ihracatı” diye hayali ve “uygun” bir kaleme kaydırdı: Kayıt dışı sermaye girişi “kayıt dışı veya açıklanamayan hizmet ihracatı” olarak yorumlanırsa, elbette, dövizle sürdürülen uyuşturucu ve benzer işlemlerin “ticareti” akla gelmektedir.

Yani Merkez Bankası da bu kara paranın bir tür aklayıcısı mı oldu?

Ödemeler dengesi istatistikleriyle ilgili sıradan bir “revizyon” olarak tarihe geçti. Ama bu revizyon milli gelir hesaplarındaki “hizmetler sektörüne” de taşınarak büyüme oranlarını da şişirdi. Sadece sermaye hareketleriyle sınırlı kalan bir istatistik kalemi milli gelir hesaplarına doğrudan girmez. Bu “revizyon” bu türden, ama aslında “hayali” bir katkıya da imkân verdi.

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI