ŞEHİR HATLARI
NEW YORK

Gömütler kenti

Kentlerin üstü kadar altı da geçmişin hayaletlerini barındırır. Tıpkı Barcelona’nın faşistlere direnmek için kurulan yerin altındaki 1322 sığınağı, St Petersburg’un tarihi merkezinin altında kentin inşaatında köle gibi çalıştırılan 100 bin mujiğin kemikleri ya da Berlin’in II. Dünya Savaşı’nın sonundaki bombardımanla yıkılmış bina enkazlarından yapılan 120 metre yüksekliğiyle şehrin en yüksek tepesi Teufelsberg’i (Şeytan Dağı) gibi, New York’ta da gerek yerin altında gerekse üstünde bolca gömüt ve kültürel harabe mevcut. Ancak, 2024’te 400 yaşına basacak örgütlü bir ırkçı şiddetin hüküm sürdüğü bu devasa kentte geçmişin hayaletlerine kulak vermek karşımıza sadece vahşet manzaraları çıkarmıyor, aksine ezilenlerin, kenti kent yapan halkların dayanışma ve direniş dolu hikâyelerini de gözler önüne seriyor. New York’un, dahası Siyah Amerika’nın başkenti Brooklyn’in sokaklarını ezilenlerin hayranlık uyandıran mücadele tarihi eşliğinde arşınlıyoruz.

Ulus Atayurt

Fotoğraf: Jamel Shabazz

New York + New York = Gömüt ya da gömütle ilgili bir şey
New York – New York = Güneş
“New York’a Mezar”, Adonis

 

Wall Street ile Broadway’in kesiştiği köşeden, Trinity Kilisesi’nin tam karşısında, kapitalizmin meşhur boğa heykeline ve 2011’deki Wall Street “işgalinin” merkez üssü Zuccotti Parkı’na eşit uzaklıkta, bir eli dökümünden küçük bir servet değerinde olduğunu belli eden takım elbisesinin cebinde, sakin adımlarla kuzey istikametinde yürüyor. Başı David Lynch’in 19. yüzyılda yaşamış, Proteus sendromundan mustarip Joseph Merrick’ten esinle çektiği Fil Adam filminin kahramanına şaşırtıcı derecede benziyor. Sosisçi arabasının yanında takılan iki izbandut gibi polisle selamlaştıktan sonra yavaş yavaş gözden kayboluyor.

Adamın deforme başının imgesi hâlâ zihnimde, bakışlarım ister istemez caddenin karşısındaki neo-gotik tarzda inşa edilmiş iç karartıcı Trinity Kilisesi’ne kayıyor. Kilisenin etrafını saran ve küresel finans firmalarının, yatırım fonlarının doldurduğu binalarla arasındaki mimari tezat, insanda her an kâbusa varabilecek bir gündüz düşü etkisi yaratıyor.

Kentin iki elin parmağını geçmeyecek sayıdaki 18. yüzyıldan kalma yapılarından biri olan Aziz Paul Şapeli’nin de bulunduğu kilisenin arazisinin mezarlığında, “kurucu babalardan” Alexander Hamilton dahil, önemli şahsiyetler yatıyor.

Şimdilerde etrafındaki binaların yanında güdük kalan New York Anglikan Piskoposluğu’nu içeren araziye ilk kilise 17. yüzyılın sonlarında yapılmış. Denizciler, en çok da balina avcıları, sefere çıkmadan önce bu kilisede hayır duası alırmış. Kilise uzun süre New York civarında batan tüm gemiler ve karaya vuran balinalar üzerinde hak sahibiydi.

Dünyanın en pahalı mülklerinin bulunduğu Aşağı Manhattan’da, toprağın altında yaklaşık 20 bin Afrikalı göçmenin kemikleri bulunuyor. 18. yüzyılın sonuna kadar kentte gömülmelerine izin verilmeyen siyahlar yakınlarını buraya defnediyormuş.

19. yüzyılın ikinci çeyreğinde, kilise cemaatinden Herman Melville adlı bir denizci, kimilerine göre soyu çoktan tükenmiş Livyatan balinasından esinle, kimilerine göre ise 1838’de Knickerbocker (Hollanda kökenli New Yorklulara verilen ad) dergisinde okuduğu bir amber balığının hikâyesinden ilhamla bir roman yazdı. Romanın ilk baskısının isimi kısaca Balina’ydı. Yazar ikinci baskıya Moby Dick alt başlığını ekledi.

Manhattan’da bir mezar

Trinity Kilisesi inşa edildiğinde, Manhattan adası henüz güneye ve batıya doğru deniz doldurularak genişletilmediğinden, yapının iki duvarı denize komşuydu. 17. yüzyılın sonlarında, birkaç kilometre kareden ibaret “kale kent”in sınırı kiliseden bir kilometre kadar kuzeyde yer alıyordu. Şimdi aşağı yukarı o sınır boyunca yer alan Duane Sokağı’ndaki küçük bir açıklıkta, devasa binaların gölgesinde ilk bakışta ne ifade ettiğini anlaması zor bir anıt göze çarpıyor.

Yuvarlak anıtın içinde dünya haritası yer alırken, sağındaki yapay “höyükte” yüzlerce insanın kemiği istiflenmiş. Günümüzde dünyanın en pahalı mülklerinin bulunduğu Aşağı Manhattan’ın bu kısmında, toprağın altında yaklaşık 20 bin Afrikalı göçmenin kemikleri bulunuyor.

18. yüzyılın sonuna kadar kent sınırları içinde gömülmelerine izin verilmeyen, ezici çoğunluğu köle olan siyahlar yakınlarını buraya defnediyormuş. 24 kilometre kareye yayılan mezarlıkta yapılan arkeolojik çalışmalarda, gördükleri eziyetten ötürü vücutları deforme olmuş, çocuklar dahil her yaştan siyahın Afrika’daki çeşitli geleneklere göre defnedildikleri “keşfedildi.”

ABD’de siyah kölelerin ilk özgürlük talepli dilekçesi 1644’te, New York’ta, o zamanki ismiyle Nieuw Amsterdam’da, başını Anthony Portuguese, Simon Congo ve Paulo D’Angola’nın çektiği 11 köle tarafından kaleme alındı.

18 yıllık esaretin ve uzun mücadelelerin ardından özgürlüklerini kazanacak kentin bu ilk köle grubuna özgürlükleri karşılığında koşulan şartlar şunlardı: Tüm çocukları köle kalacak; özgürlükleri karşılığında ölene kadar Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’ne vergi ödeyecekler; ailelerine, Manhattan adasının kuzeyinde, daha sonra büyük çoğunluğu katledilecek Lenape halkının topraklarını geri almak üzere yaptıkları akınlara karşı tampon mahiyetinde küçük araziler verilecek.

Uçakta okuduğum, yukarıdakine benzer tarihsel hadiselerle dolu Teju Cole’nin Açık Şehir romanı, New York’a varınca insanda şair Adonis’in kente duyduğu öfkeye benzer hisler yaratıyor. Kendisini ezilenlerin, özellikle siyahların mahalleleriyle özdeşleştiren şair, New York’a Mezar kitabında alabildiğince sömürgecilik eleştirisi yüklü bir anlatıya girişiyor.

Çocukları karla yoğurup çağın pastası yapıyorsun! Oksittir sesin, simyaların en zehirlisi. Adın uykusuzluktur, soluk tıkanması. Kurbanlarına şölen veriyor Central Park ve ceset ve hançer hayaletleri görünüyor ağaçların altında. Yalnızca rüzgâr kalıyor çıplak dallara, yolcuya kesik yol.”

Açık Şehir’in Nijerya asıllı psikiyatrist anlatıcısı mevsimler boyunca New York’un yakın ve uzak tarihinde Sebaldvari bir yürüyüş yapıyor. Teju Cole’un romanı batılılara yönelik fazlaca didaktik ögeler taşısa da Manhattan’ın karanlığını katmerliyor.

Thelonious Monk ve esin perisi eşi Nellie çocuklarıyla beraber

Yerinde yeller esen caz barlar

Geoff Dyer yarı kurgu, yarı belgesel niteliğindeki Ama Güzel’de önemli caz müzisyenlerinin hayatında fırtınalı bir gezintiye çıkıyor. Kitapta bol bol New York sahneleri de yer alıyor. Thelonious Monk Manhattan’ın kuzey batı yakasında eşi Nellie ve çocuklarıyla küçük bir dairede yaşar. Monk’un piyanosu mutfaktadır. Hemen tüm parçalarını ilham perisi eşinin mutfakta çalışırken çıkardığı seslerden esinlenerek besteler.

Monk, kentin birçok müzisyeni gibi, caz barlarında geçim derdiyle kimi zaman gecede üç posta çalar. Seansların ilki ayıklara, ikincisi çakır keyiflilere, üçüncüsü ise kafası eni konu güzellere yöneliktir. Bazen bir seansın ortasında birden çalmayı bırakır ve kulüpteki paralı telefondan esin perisi Nellie’yi arar. Konuşmanın ardından ahizeyi kapatmaz ve seansın geri kalanını sadece karısına çaldığını hayal ederek bitirir.

Kentte siyah cazcılar her an polis şiddeti tehdidi altındadır. Monk’un arabası birçok kez polislerce durdurulur. Bir defasında polis arabada eroin bulur. Aslında eroin yan koltukta oturan efsane piyanist Bud Powell’a aittir. Powell, Monk’u bir konseri sırasında tutuklamak isteyen polisleri engellemeye çalışırken ağır cop darbeleri almış, akıl sağlığını ve çalma yeteneğini kısmen yitirmiştir. Monk, Powell’ın hapiste hayatta kalma şansının çok az olduğunu bildiği için “suçu” üstlenir ve sevgili Nellie’sinden bir süre ayrı kalır.

Geoff Dyer cazın serpildiği dönemin çilekeş emekçi müzisyenlerinin hakkını vermek, yapı ve deneyselliği bir araya getirme kabiliyetlerinin altını çizmek için “Caz bir bakıma kendiliğindenlik yanılsamasıdır” diyor. Büyük ölçüde kökenleri Afrika’ya dayanan bu yanılsamayı yaratmak için gerçekten de epey mahir müzisyen olmak gerekiyor.

Şimdilerin Manhattan’ı ise olumsuz anlamda bir kendiliğindenlik yanılsamasına benziyor. Bırakın Dyer’ın kitapta misafir olduğu caz barları, çeyrek asır önceki seyahatimde gittiğim müzik kulüplerinin bile büyük çoğunluğu kapanmış.

Brookyln Merkezi Planı’yla 1700 esnaf ve çalışanı işlerini kaybetti. Eskiden altı katlı binalardan oluşan mahalleyi 40 katlı gökdelenler, rezidanslar ve kiraları ateş pahası dükkânlar sardı. Gayrı kentsel bir yapı stoku Brooklyn’in kalbini deşti. Ama daha önemlisi, koca bir kültür gömüt haline getirildi.

Geriye kalanlardan, Greenwich Village’teki Smalls’da, diğer mekânlardaki uçuk fiyatlarla karşılaştırıldığında makûl sayılacak bir meblağa efsane davulcu Jeff “Tain” Watts ve ekibini dinlemek ilkin hoş geliyor. Lakin, bu küçük yeraltı barındaki dinleyicilerin büyük çoğunluğu opera izler gibi sahneye bakan turistlerden ibaret.

1969’da onur yürüyüşlerinin işaret fişeğini yakan Stonewall isyanının önderleri siyah ve latin LGBT’lerdi.

Yalan söyleyen heykeller

Smalls’ın hemen yakınında, 1969’da kentteki LGBT isyanlarından en büyüğüne sahne olan ve 1970’de ABD’de gerçekleşen ilk büyük onur yürüyüşlerinin işaret fişeği mahiyetindeki Stonewall barı (Inn) ve önü başka bir yanılsamanın kaynağı: Barın karşısındaki küçük üçgen parka yerleştirilmiş beyaz gey ve lezbiyen heykelleri onlara bakanlara yalan söylüyor. Zira, 28 Haziran 1969’da polisin tacizinden bıkan ve Stonewall isyanını başlatanların büyük çoğunluğu o bar ve civarında seks işçiliği yapan siyah ve Latin LGBT’lerdi.

Eskisinin hemen yanına açılan, kokteyllerin dudak uçuklatan fiyatlara satıldığı “yeni” Stonewall’ın içi tıklım tıkış turist dolu. Basık gece sıcağını bir nebze hafifleten rüzgârın da teşvikiyle doğuya doğru yürümeye karar veriyorum.

Eski Stonewall’a beş dakika uzaklıkta, Aşağı Manahattan’ın kalbi konumundaki, bir zamanlar Emma Goldmann gibi anarşist önderlerin on binlerce devrimci işçiye hitap ettiği Union Meydanı ve civarı Union Square Partnership adlı şirket tarafından o kadar nezihleştirilmiş ki, altın rengindeki George Floyd heykeli insanda buruk ve mütereddit bir olumlama hissi yaratıyor. Aşağı Manhattan’ın tüm meydanları, yeni Alman sinemasının önemli yönetmenlerinden, 1960’lardan itibaren ana akım medyadaki kurguya karşı bolca deneysel kolaj içeren birçok “karşı-kamusal alan” filmi çeken Alexander Kluge’nin deyişiyle, “sahte/çakma kamusal alanlara” dönüşmüş gibi gözüküyor.  

“Beyaz küp” ve ruhsuz ada

Feminist kolajın öncülerinden Barbara Kruger’in MOMA’daki son sergisinde, devasa müzedeki istisnasız her eserin, Kruger’inkiler de dahil, yanı başına emlâk ya da finans patronu hamilerinin isimlerinin yazıldığını görünce, “derhal bu beyaz küpten topuklama” hissi çullanıyor üstüme.

Karar vermekte zorlanmıyorum. Kısmen kuzeyi hariç, 1980’lerden itibaren saldırgan emlâk spekülasyonuyla kireçten yapılma renkli bir pastaya benzemiş, ruhu sönmüş bu adaya, Manhattan’a bir daha uğramadan, Brooklyn’in Bed-Stuy mahallesi ve civarını yurt ediniyorum.

Ev sahibim ilkokul öğretmeni Pascale’ın Maddison Sokağı’ndaki dairesinin önünde beni üç genç ginkgo biloba karşılıyor. Dünyanın en eski ağaç türlerinden, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atıldığında bile hayatta kalacak kadar dirençli bu ağaçları görünce insan ister istemez tebessüm ediyor. Pascale’ın dairesi yüz yıl önce aslında bir aile için tasarlanmış tuğla taş evin üçüncü katının yarısından ibaret. Minik bir mutfak köşesi de olan küçücük salonun dışında ancak bir yatağın sığdığı bir oda var. Arka bahçedeki sincapları seyrederek biraz soluklandıktan sonra mahallede volta atmaya çıkıyorum. 

Malcom X Caddesi ile Maddison Sokağı’nın kesiştiği noktada, 70’ine merdiven dayamış bir siyahi hamal mahallenin tipik üç katlı “kahverengi taş” (brownstones) evlerinden birinin önündeki kanepeyi sırtlamadan önce bakıp muzipçe göz kırpıyor ve “Birader, yaşlanmak hiç hoş değil, farkındasın değil mi?” diyor. Ter içindeki beyaz atletiyle kırlaşmış gür saçları uyum içinde. “Çok dinç gözüküyorsunuz ama” diye cevap verince, “Sorma” diye gülümseyip yüklendiği kanepeyle merdivenlerde gözden kayboluyor. Sonraki günlerde onunla bir taşınmanın öncesinde ya da sonrasında hal-hatır sormak adet haline gelecek.

Otobiyografik özellikler taşıyan Crooklyn filminde (1994) Spike Lee nefis müzikler eşliğinde 1973 yılına, Bed-Stuy mahallesinin gündelik hayatına uzanır.

Amerikan halklarının adayı

Maddison Sokağı’nın diğer tarafında, mahallenin en büyük baptist kiliselerinden Concord tuğla duvarlarıyla mahallenin dokusuna saygı gösteriyor. 25 Ocak 1972’de, ABD’nin ilk siyah kadın başkan aday adayı Brooklynli Shirley Chilsom bu kilisede toplanan büyük kalabalığa şöyle seslenmiş: “Siyah olmaktan gurur duysam da siyah Amerika’nın adayı değilim. Kadın olmaktan aynı oranda gurur duysam da ülkenin kadınlarının adayı da değilim. Herhangi bir siyaset erbabının, para babasının ya da çıkar grubunun adayı da değilim. Sadece Amerikan halklarının adayıyım.

Doğma büyüme Brooklynli Chilsom New York Belediye meclisi üyeliği döneminde (1965-1968) kent tarihinde bir ilki başarıp evde bakım emekçisi kadınlara sigorta hakkı sağladıktan sonra Kongre’ye seçilen ilk siyah kadın oldu. 1972’deki Demokrat Parti’den aday adaylığı sırasında ikinci dalga feministleri, radikal siyah hareketini, öğrenci örgütlerini, savaş karşıtlarını, liberal demokratları bir araya getirme çabası kısmen başarılı oldu. Sonuçta kıl payı başkan adayı seçilmedi. Şimdilerde adına açılan araştırma kurumları, mahalle dernekleri ile Chilsom’ın mücadelesine duyulan saygı bütün Brooklyn’de hissediliyor.

Chilsom’ın adaylık açıklamasını çok daha ses getirecek Washington DC yerine Bed-Stuy’daki Concord kilisesinde yapmasının somut bir sebebi vardı: 1847’de inşa edilen bu kilise kölelik karşıtı mücadelenin Brooklyn’deki merkez üslerinden biriydi. Kentte kölelik resmen 1827’de lağvedilse de, New York köle ticareti ve borsasının kalbi olmaya onlarca yıl daha devam etti.

Brooklyn’deki siyah hak mücadelesinin simge isimlerinden Shirley Chisholm aynı zamanda ABD’nin ilk siyah kadın başkan aday adayıydı.

Tüm gün sincaplara nazır salondaki minik masada çalışıyorum. Temmuzun insanı soluksuz bırakan sıcağında akşama doğru bir nebze serinlik hasıl oluyor. Bushwick istikametine doğru biraz yürüyünce futbol ve basket sahaları etrafında toplaşmış mahallelileri koyu sohbetlere dalmış, kahkaha patlatırken görmek hoş. İki Latin kadın futbol takımı kıyasıya bir maça tutuşmuşken, oyuncuların aileleri sahanın etrafında mangal keyfi sürüyor. Hamal dostumuz, yine aynı beyaz atleti üzerinde, arkadaşlarıyla ağaç altlarına yerleştirilmiş satranç masalarından birindeki oyuna pür dikkat kesilmiş. Mahallelilerle günler içinde göz aşinalığı oluştuğu için Brooklyn Nets’in maçını beraber seyretme ya da mangala takılma teklifleri insanın hoşuna gidiyor. Zira bir “beyaz” olarak mahallede yer almak insanda biraz suçluluk duygusu yaratıyor.

Irkçı bir planlama

Çeyrek asır önceki seyahatimde Bed-Stuy’da beyazlarla nadiren karşılaşılırdı. Aradan geçen zamanda soylulaştırma dalgası, Manhattan’dan pergelle çizilen ve yarı çapı giderek uzayan bir yarım daire misali, ilçenin içlerine doğru epey yayılmış. Bed-Stuy’da tek odalı evlerin ortalama kirası mahalledeki aylık ortalama gelirin üstünde, 2750 dolar seviyesinde.

Mahallenin kahir ekseriyeti siyah ve Latin olsa da, örneğin Concord Kilisesi’nden güneye doğru uzanan Lewis Bulvarı üzerindeki yeni nesil kafelerde ve müzik kulüplerinde beyazlar çoğunlukta. Hamal dostumuz muhtemelen her gün mahalleye taşınan bir başka beyazın mobilyalarını taşıyor. “Siyah Amerika’nın başkenti”de, yaklaşık üç milyonluk Brooklyn’de gerçekleştirilen baş döndürücü soylulaştırma Bed-Stuy’ın sokaklarında açık bir kitap gibi okunabiliyor. Oysa bu emekçi mahallesinde, çok değil, üç çeyrek asır önce siyahlar azınlıktaydı. Çoğunluk haline gelmelerinin nedeni en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ırkçı bir planlamayla hayata geçirilen “dönüşüm hamlesi”ydi.

1961’de Bed-Stuy’da doğan tarihçi Craig Steven Wilder, A Covenant with Color: Race and Social Power in Brooklyn (Renkli bir Akit: Brooklyn’de Irk ve Toplumsal Güç) adlı kitabında siyah Brooklyn’i anlatıyor. Wilder çocukluğu ve ilk gençliği boyunca mahallede sadece siyahların yaşadığını söylüyor ve mahallenin o dönemki lâkabını aktarıyor: Do or Die Bed-Stuy (Türkçeye yuvarlarsak, “Ya ayakta kal ya da geber Bed-Stuy”.)

Wilder’ın annesi doğduğunda mahallede siyahlar İrlandalı ve Yahudi komşuları arasında küçük bir azınlıkmış, dedesi ailenin kahverengi taş evini aldığında ise parmakla gösterilecek kadar azmış.

New York’ta semt okullarının bütçesi semtteki ortalama emlâk değerine göre belirleniyor. Dolayısıyla, emlâk değeri düşük mahallelerde eğitim bütçesi de düşük.

Büyük Buhran sırasında, 1930’ların sonunda ve 1940’larda New York’ta iki strateji aynı anda hayata geçirildi. İlkin krizden çıkmak için büyük bir ipotek ağı kuruldu, böylece devasa boyutta bir banliyöleşme tetiklendi. İkincisi, o dönemde gücünün zirvesinde bulunan, hiçbir seçime girmemesine rağmen, başında bulunduğu 12 kurumla New York’u fiilen yöneten iktidar simsarı Robert Moses, kentin köklü yerleşimlerini karnıyarık gibi bölecek, onlarca mahalleyi yerle bir edecek bir otoyol ve köprü ağının inşaatını planladı.

Biyografi yazarı ve gazeteci Robert A. Caro’nun Robert Moses’ın yolsuzluk ağını, ırkçı planlamasını didik eden, 1974’te yayınlanan ve Pulitzer ödülü alan 1350 sayfalık İktidar Simsarı kitabına kadar, Moses hakkında yazılan araştırmaların yayınlanmasını rüşvet ve tehditle engellemişti. Mahalleleri ve ulaşım hatlarını ırkçı ilkeler doğrultusunda planlayan, finansçılarını, müteahhitlerini kendisiyle beraber karun gibi zengin eden Moses’ın asfalt planı New York’un iç mahallelerini delik deşik ederken ipotek genişlemesine dayalı banliyöleşmenin de önünü açtı.

Tam bu dönemde, 1946’da, aslında tamamı emlâk ve finans sektöründen gelen “topluluk uzmanları”nca hazırlanan plan uyarınca, Brooklyn 66 mahalleye bölündü. Her mahalle A’dan D’ye kadar niteliğine, daha doğrusu ipotek uygunluğuna göre tasnif edildi. Tasnifin kriterleri müphemdi. Virane, terkedilmiş bir sanayi bölgesi A’da yer alırken, capcanlı bir mahalle hayatına sahip yerler D’ye istiflenmişti. D kategorisindeki mahallelerin istisnasız tek bir ortak noktası vardı: Nüfuslarının yüzde 5’i ya da daha fazlası siyahlardan oluşuyordu.

Daha sonra red zoning (“sakıncalı” bölge tespiti) diye adlandırılacak ırkçı planda, D bölgesindeki binalara, bırakın konut kredisini, tadilat kredisi bile verilmiyor, bu mahallelere altyapı yatırımlarından imtina ediliyor, yerel hastane ve okullar kapatılıyordu. D diye tasnif edilen mahallelerde yaşayan beyazlar böylece bir ikilemle karşı karşıya kaldı: Ya giderek çöküntü haline gelecek mahallelerinde siyah komşularıyla beraber yaşamaya devam edecekler ya da kredi dağıtan bankaların “siyah barındırmamayı” garanti ettiği banliyölerde pazarladığı bahçe içindeki şirin yeni evlerine taşınacaklardı. Sadece ilk 20 yılda 500 binden fazla beyaz Brooklyn’i terk etti. Irkçı plan o âna kadar tıkır tıkır işliyordu.

My Brooklyn (2012) belgeseliyle Kelly Anderson Brooklyn’de süre giden ve bolca ırkçı yöntemler içeren soylulaştırmanın tarihsel açıdan bir fotoğrafını çekiyor.

Manolyalı direniş

Yönetmen Spike Lee’nin senaryosunu kardeşleriyle beraber yazdığı otobiyografik filmi Crookyln (“madrabaz” anlamındaki “crook”tan mülhem) 1973’te, Bed-Stuy mahallesindeki gündelik hayatı, ilkokul öğretmeni annesi, müzisyen babası ve dört erkek kardeşiyle kahverengi taş evlerinde yaşayan dokuz yaşındaki Troy Carmichael’in gözünden anlatıyor.

Gündelik tartışmaların, kavgaların ardından yapılan sulhlarla, göz yaşlarını izleyen kahkahalarla, küçük kapkaçlarla, komşularla bol muhabbetle ve dönemin şahane müzikleriyle bezeli Crookyln bir aile dramasıdır. Filmin sonunda kanserden kaybedilecek annenin son icraatı sokakları ağaçlandırmak olur. Crookyln bize aynı zamanda şunu söyler: Siyahları çöküntü mahallelere, kendi ülkelerinde mülteci kamplarına mahkûm etmeyi amaçlayan plan tutmamıştır. Bed-Stuy tüm canlılığıyla ayaktadır.

A Covenant with Color’da Wilder’ın da anlattığı gibi, 1950’lerden itibaren kaderlerine terk edilen mahalleliler açtıkları halk klinikleri, çocuk kahvaltı merkezleri, kurdukları temizlik ekipleri, baptist kiliselerdeki ortak kumbaraları, gül gibi baktıkları halk bahçeleri ve bostanlarıyla ırkçı planı boşa çıkarır. Şimdi, tam da üç çeyrek asrın ardından, mahallenin bu büyük direnişi yeni bir soylulaşma hamlesiyle mükâfatlandırılıyor.

Bed-Stuy’un merkezinden Broadway’e doğru uzanan Lafayette Caddesi üzerinde, adını mahallenin aktivist önderlerinden Herbert Von King’den (1914-1996) alan parkın karşısında, devasa bir manolya ağacı tüm görkemiyle yükseliyor. Gölgesinde gençler sohbet ediyor. İnsanda sarılma hissi uyandıran 140 yaşındaki ağaç Spike Lee’nin gençliğinin geçtiği 1970’lerde, günümüzde mahallede adına bostanlar, oyun bahçeleri bulunan, Bed-Stuy’a taşındığı 1928’den itibaren tam 56 sene mahalleliyi örgütleyen çevreci aktivist Hattie Carthan’ın önayak olduğu girişimle kesilmekten zor kurtarılmış. Şimdilerde bu görkemli ağaç Manolya Ağaç Dünya Merkezi’nin hemen önünde, kapıda tüm zarafetiyle misafirlerini karşılıyor.

Kendi tarihini alaşağı etmek, sakinlerinin hafızasını görünmez kılmakla meşhur bu mezar şehirde karşılaşılan ulu ağaçlar insanda hayret, ürperme ve hayranlık hisleri uyandırıyor. Bed-Stuy’un tüm sokaklarındaki heybetli meşeler, sarkık kayınlar, karağaçlar, gingko bilobalar sanki onların gölgesinde ve onlar için mücadele edenlerin hatırası adına mahalleye huzur bahşediyor.  

İstanbul’a saç ektirmeye giden Porto Rikolular

Manolya ağacından kısa bir yürüyüşle Brooklyn-Broadway caddesine varıyorum. Üstündeki raylardan paldır küldür metro geçen gürültülü caddenin cep telefoncularından birinde bankta oturan teyzenin yanına çöküyorum. Öğlen sıcağında yelpazelerimizi sallayarak sıramızı bekliyoruz. Telefoncunun Porto Rikolu çalışanları mecbur kalmadıkça İngilizce konuşmuyor. Aralarından biri kırık dökük İspanyolcamı tiye alıp “Nerelisin” diye soruyor. Türkiye deyince, “Geçenlerde bir arkadaşım saç ektirmeye İstanbul’a gitti” diyor. Kendisi dahil birçok Bed-Stuy sakini de aynı amaçla İstanbul’a gitmek istiyormuş. Ona yardım edebileceğimi düşünerek mailimi istiyor.

Telefoncunun kapısı önünde dilenen neşesi yerindeki adam yoldan geçen iki kadına “Hanımlar o gözlüklerle ne şık olmuşsunuz, tıpkı zenginler gibi gözüküyorsunuz” diye takılıyor. Lüks ve siyah camlı bir minibüs taksiden, muhtemelen Airbnb’den yakınlarda ev tutmuş bir Japon turist grubu bavullarıyla iniyor.

Teyze dizini sıvazlayıp lafa giriyor: “Çok yoruldum valla. Atlanta’daydım bir haftadır. Ablam hastalandı, ona baktım. Ama bir tek ablam mı, tüm aile toplandık, her gün kazanla yemek yaptım. Yanlış anlama, yemek yapmayı da, bizimkileri de çok seviyorum. Ama şu anda tek istediğim ne biliyor musun canım? Pizza söyleyip elimde kumanda, kanepeye uzanmak ve tüm hafta sonu yan gelip yatmak.”

Mahalleye çocukken taşınmış ve bir daha başka hiçbir yerde yaşamamış. “Bed-Stuy’u sevdin mi?” sorusuna olumlu cevap alınca, “Gerçekten mi?” diye gülümsüyor. “Bana sorarsan Brooklyn’de yaşanacak tek yer var. O da Williamsbourg’da, nehir kenarındaki Manhattan manzaralı şahane rezidanslar.”  

Dinçliğinden yaşını kestirmenin epey güç olduğu bu teyzenin ataları 21. yüzyılda rezidansların kondurulduğu nehir kenarındaki Brooklyn rıhtımlarında ilk kez kıtaya ayak bastı. Bağımsızlık savaşının arifesinde ülkenin en önemli köle depoları Brooklyn rıhtımlarındaydı. Ve savaşın başında, Brooklyn nüfusunun yaklaşık üçte biri kölelerden oluşuyordu. Bağımsızlığın ardından bu oran hızla arttı.

Joe’nun Pizzacısı

Broadway Caddesi’nin üstündeki metroyla Williamsbourg 20 dakika. Metrodan inince önce çeyrek asrın ardından güneydeki Yahudi mahallesinde tekrar volta atıyorum. Nüfusunun hemen hepsi hasidik Yahudilerden oluşan mahallede zaman durmuş gibi. Challah, sufganiyah satan fırınları, schalet ya da kugel yiyebileceğiniz esnaf lokantaları, erkeklerin lüleli saçları ve şapkaları, çoğu kez aynı sokak üstündeki birden çok sinagoguyla Güney Williamsbourg hâlâ kent içinde bir kenti andırıyor. Kadınların ortalama sekiz kez doğum yaptığı mahallede, kapı önlerinde annelerinin himayesinde oyun oynayan çocuk öbekleri göze çarpıyor. Batı Williamsbourg’a yaklaştıkça ise hızla başka bir kent beliriyor.

Batı Williamsbourg’un en işlek caddelerinden Bedford’un üstündeki küçük köşe dükkânın önündeki kuyruğu görünce, “altı üstü pizza, ne özelliği olabilir” diye merak edip sıraya giriyorum. 1975’te açılan Joe’nun Pizzacısı’nın duvarları çalışanların dükkânın müdavimi ünlülülerle, Hollywood yıldızlarıyla çekilmiş tonla fotoğrafıyla bezeli. Joe’nun Pizzacısı dilim halinde sattığı pizzaların lezzetinden ziyade mahallede geçmişin izini barındıran nadir dükkânlardan olduğu için “otantikliğiyle” ilgi çekiyor. Ama bu tekillik insanda bir sirk hayvanı hüznü uyandırıyor.

Bedford Caddesi ve civarında, sıradan bir bez çantanın 80 dolara satıldığı butikler, dünyanın her yerinden envai çeşit bira getiren ve bakkaldan çok lüks şarküteriye benzeyen yeni nesil esnaflar, sanat galerileri ve butik yemekçilerle dolup taşıyor. Çeyrek yüzyıl önceki emekçi mahallesinden hemen hiç eser kalmamış. Bed-Stuylu yaşlı teyzenin oturmak istediği East River kıyısında, hemen 500 metre ötedeki gökdelen rezidanslar mahallenin iki-üç katlı yapılarına tepeden bakıyor. Bir banka oturup East River üzerinden Manhattan’ı seyrederken, rezidansların inşa edildiği bu yerde, 2000’de, ABD tarihinin en uzun soluklu grevlerinden birinin gerçekleştiğini hayal etmekte zorlanıyorum.  

Muhteşem şeker bebek

19. yüzyıldan kalma Domino Sugar Refinery (Domino Şeker Fabrikası) 1887’de kurulan American Sugar Refining Company (Amerikan Şeker İşleme Şirketi) adlı tekelin en büyük üretim tesisiydi. Tekel karşıtı yasalara rağmen, şirket neredeyse tüm ABD pazarını ele geçirmişti. Dünyadaki ilk küp şekerin üretildiği fabrikada, 2000 yılında işçiler tam 20 aylık bir grev yapsalar da kazanımları pek anlamlı olmadı. Üstelik fabrikanın o dönemki sahibi Tate & Lyle grevin ardından fabrikayı kapatmaya karar verdi.

2014’te, fabrika binası yıkılmadan hemen önce, belediye tarafından fonlanan Creative Time adlı vakıf ressam, yönetmen ve enstalasyon sanatçısı Kara Walker’a bir eser sipariş etti. Walker’ın fabrikanın içine Tate & Lyle’ın hibesi olan sekiz ton şekerle yaptığı ve iki ayın ardından rezidanslara yer açmak için binayla beraber yıkılan heykeli siyah bir kadın köleyi temsil ediyordu. “Bir Narinlik ya da Muhteşem Şeker Bebek” adlı heykel “Şeker kamışı tarlalarından Yeni Dünya’nın mutfaklarına kadar tatlı zevklerimizi rafine eden, bilâücret ve bitap düşene kadar çalıştırılan zanaatkârlara bir saygı duruşu” yapma iddiasındaydı.

Soylulaştırma araştırmalarında artık temel eser haline gelen Loft Living (“Tavanarası Hayatları”) kitabında Sharon Zukin, daha 1982 yılında sanat, sanatçı, emlâk sektörü ve soylulaştırma arasındaki ilişkiyi tüm açıklığıyla ortaya koyar ve Donald Judd gibi dönemin ünlü sanatçılarının yaşadığı Aşağı Manhattan’ın fotoğrafını çeker. Bu fotoğrafa biraz yakından bakalım.

Hücum kıtaları

Sanayisizileşmeyle beraber kısmen viraneleşen Aşağı Manhattan’daki SoHo mahallesinde taşınan ilk sanatçılardan biri, minimalizmin öncülerinden Donald Judd’dır. Judd sanat yoluyla soylulaştırmanın ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Mahallesinden sanayi işçileri taşınmak zorunda kalırken o çizdiği eserlerini sanayi emekçilerine yaptırır. Judd bir yandan sanatçının “emlâk değerindeki” rolünü idrak eden New York Belediyesi’nin SoHo’ya taşınmayı isteyen sanatçıları bir kurul vasıtasıyla değerlendirmesine öfkelenirken, diğer yandan bu havsalayı zorlayan dönüşümü sonuna kadar destekler.

1960’lardan itibaren yaşanan akınla beraber Aşağı Manhattan’ın eski emekçi mahallelerine yaklaşık beş bin sanatçı yerleşir. Bölgenin cazibesi sanatla birlikte giderek artınca, belediye sanatçıları desteklemeyi tedricen bırakır. Ünlü olmayı başaran bir azınlık hariç, sanatçılar kira ödeyemez hale geldikleri ölçüde doğuya doğru çekilir. Öte yandan, aslında belediye ve emlâk sektörünün beraberce “keşfettikleri” bu yöntem aracılığıyla sanatçılara başka mahallelerde yeni olanaklar, sanat rezidansları sağlanarak soylulaştırmanın alanı alabildiğince genişletilir. Yöntem giderek ABD’nin birçok metropolünde kullanılır hale gelir.

Coğrafyacı Neil Smith’in The New Frontier: Gentrification and the Revanchist City (Yeni Sınır Hattı: Soylulaştırma ve İntikamcı Şehir) kitabında soylulaştırmanın “hücum kıtaları”(shock troops) olarak tanımladığı ve artık Aşağı Manhattan’da barınamaz hale gelen sanatçılar belediyenin de desteğiyle 21. yüzyılın başında Williamsbourg sahillerine demir attı. Şimdilerde bir kısmı Joe’nun Pizzacısı’ndan dilim pizza yerken, diğerleri çoktan bu mahalleyi de terk etmek zorunda kaldı. Williamsbourg’un yaklaşık üç kilometre güneyinde, Brooklyn’in kalbinde ise çok daha örgütlü bir kumpasla yok edilmiş, gömüt haline getirilmiş koca bir kültürel mezarlık yatıyor.

“Benim Brooklyn’im”

Yönetmen Kelly Anderson 2012’de tamamladığı My Brooklyn adlı belgeselinde 1980’de yerleştiği ilçenin hikâyesini anlatır. Anderson Manhattan’daki el yakan kiralardan kaçarak yerleştiği Brooklyn’de, 20 yılda tam altı ev ve dört mahalle değiştirdikten sonra, ilçenin tipik üç katlı kahverengi taş evlerinden birini satın alır. Öte yandan, 20 yıl boyunca bir beyaz “brownstoner” olarak yaşadığı Brooklyn’nin soylulaştırılmasında kendi gibilerin oynadığı rolü fark eder. Tüm siyah ve Latin komşuları yavaşa yavaş ortadan kaybolmaktadır. Böylece ilçenin, özellikle de Brooklyn merkezi ve civarının dönüşümünün izini sürmeye başlar ve karşısına eti kemiği sermayeden oluşan bembeyaz bir Goliath çıkar.

Bir yandan tezgâhlardaki meyve ve sebzeleri inceleyen beyaz mahalleliler Anderson’un tuttuğu mikrofona bölge hakkındaki yorumlarını dile getiriyor. “Bıçaklanmaya niyetim yok” diyor biri. Öteki “Evet, çok mal var, ama McDonald’s’da da çok et var, bu kaliteli oldukları anlamına gelmez” diyor. Bir diğeri ekliyor: “Fulton Mall’un temizlenmesi lâzım.

Anderson’un 2000’lerin başında ilçenin en önemli perakende merkezi konumundaki Fulton Mall bölgesi hakkında, hemen yakınlarındaki yeni nesil bir organik “köy” pazarında alışveriş yapan beyazlarla yaptığı söyleşilerden çıkan sonuç şu: Çoğu beyaz hiç gitmediği koca bir mahalleye ve yüzlerce esnafa düşman. Kentsel, ırkçı lapsus söyleşilere ziyadesiyle yansıyor. O halde Anderson’un filminin bir başka sahnesine misafir olalım ve 21. yüzyılın başındaki Fulton Mall sokaklarını arşınlayalım.

Yirmi yıldır Fulton Sokağı’nda çiçek satan orta yaşlı tezgâhtar yoldan geçen hanımlara taze güllerini gösteriyor. Hiphop kostümleri ve havalı gözlüğüyle neşe dolu gözüken daha genç bir tezgâhtar özenle astığı kemerleri şakırdatıyor. Hemen yandaki tezgâhın yaşlıca sahibi gururla önündeki CD’lere işaret ediyor: “Benden başka kimsede Martin Luther King’in tüm vaazlarını bulamazsınız.

Her on kişiden yedisinin kiracı olduğu kentte Crown Heights Kiracılar Sendikası’nın on talebi arasında şunlar da yer alıyor: Tüm kentte kiraların beş yıl dondurulması, evden çıkacak kiracılara alternatifler sunulması, kiracı çıkmak istemediği takdirde kira sözleşmelerinin otomatikman uzatılması.

Fulton Sokağı boyunca şapkacılar, spor ayakkabıcılar, envai çeşit ürünün satıldığı tezgâhlar uzanıyor. Hemen arkada siyahların yüzyıllara yayılan mücadelesinin anlatıldığı binlerce eser bulunan ENB kitapçısı meraklılarla dolup taşıyor. Bol kepçe “soul food” lokantalarında ucuza leziz yemek, ikinci el dükkânlarda şahane hiphop, caz ya da r&b plakları bulmak, okul kitapları almak, güzel bir peruk ya da rahip şapkası edinmek, graffiti malzemesi tedarik etmek, hiç olmadı volta atmak, sohbet etmek için Brooklyn’in her tarafından insanlar ilçenin kalbi niteliğindeki Fulton Mall bölgesine akın ediyor.

Bronx’tan sonra rap müziğinin neşet ettiği ikinci önemli ilçe olan Brooklyn’de en sıkı kostüm tasarımcılarının, kolyecilerin dükkânlarının yer aldığı Abraham & Strauss alışveriş merkezinde ya da müzisyenlerin takıldığı Albee Square Mall’da Jay-Z, Biz Markie, Mos Def, Big Daddy Kane ile ya da Beasty Boys, 3rd Bass gibi efsane gruplarının üyeleriyle burun buruna gelmek işten bile değil. Hemen yakınlardaki LB alışveriş merkezinin önünde Funkmaster Flex klip çekiyor. Boom Box’lardan, yani stereo kaset çalarlardan çıkan müzik tüm mahalleye bir karnaval havası estiriyor.

Kültürel bir gömüt

2002’de kabul edilen Brooklyn Merkezi Planı hakkında dönemin New York belediye başkanı Michael Bloomberg şunu söylüyor: “New York dünya çapındaki amansız bir yarışın içinde. Ondan en iyi malı elde etmeli ve cebren satmalıyız.

Fulton Mall bölgesinin 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yapılan şaşaalı AVM’leri beyazların ilçeyi terk etmesiyle beraber önce viraneleşti, ardından yöreye yerleşen, çoğunluğu siyah olan esnaf sayesinde, 21. yüzyılın başına kadar tedricen New York’un üçüncü en faal perakende merkezi haline geldi.

Bloomberg’in kutsadığı planı özel bir şirket olan Downtown Brooklyn Partnership hazırladı. Anderson My Brooklyn’de şirketin hem kent bütçesinden hem de dev emlâk şirketlerinden fonlandığını ifşa etti. Brooklynliler tarafından plana yapılan tüm itirazlar reddedildi. Yeni ofisleri, rezidansları ve organik gıda marketleriyle 18 bin kişiye istihdam sağlayacağı iddia edilen plan hayata geçirilince, 1700 esnaf ve çalışanı işlerini kaybetti. Eskiden ortalama altı katlı binalardan oluşan mahallenin her tarafını 40 katlı gökdelenler, rezidanslar ve kiraları ateş pahası olan dükkânlar sardı. Uzaydan düşmüş gibi duran gayrı kentsel bir yapı stoku Brooklyn’in kalbini deşti. Ama daha önemlisi, dişle tırnakla ayağa kaldırılmış, müzik, hayat ve neşe dolu koca bir kültür gömüt haline getirildi.

Sığırcık kuşları gibi

Kavurucu sıcakta pervaneyi başucuma koyup koltuktan kalkasım yok. Fakat en azından biraz yağmur çiseliyor. Bed-Stuy’dan güney komşusu, sırtını gümrah Prospect Parkı’na dayamış Crown Heights’in merkezine yürümek yarım saat tutar. Biraz erken çıkıp kent coğrafyacısı arkadaşım Lauren ile buluşmadan önce mahallenin meşhur sıra ev mimarisine, heybetli ağaçlarına göz atmakta fayda var. Crown Heights’in kalbindeki Franklin Caddesi’ne varınca karşılaştığım manzaraya hayranlık ve şaşkınlıkla bakakalıyorum.

Caddenin kuzey ucunun bir kısmı trafiğe kapatılmış. Üç, belki dört nesilden yüzlerce insan, arada mikrofonla doğaçlama şiir de okuyan dj’den yayılan ritim eşliğinde sığırcık kuşlarının beraber uçuşunu anımsatan bir ahenkle dans ediyor. Bazı anneler bebeklerini sırtına asmış, onlarla beraber ritim tutuyor. Hemen herkesin üstünde, o yaz sıcağında, ait olduğu “motosiklet çetesinin” amblemi bulunan deri ceket var. Kaldırımdaki kazanlardan enfes soul food dağıtılıyor. Yanıma yaklaşan bir deri ceketli yemekleri göstererek “takılsana ahbap” diyor.

Franklin Caddesi’nin bu kısmında hiç beyaz yok. Güneye doğru ilerleyince işin rengi değişiyor. Siyah berberlerin, spor salonların arasına pahalı juice barlar (meyve ve bitki suyu dükkânları), vegan lokantalar, butik kafeler yerleşmiş. Yakındaki bir şarküteride tek bir yaprak dolma üç dolara satılıyor. “On sene önce hiçbiri yoktu” diyor Lauren. 30’lu yaşlarının ortasında, iyi olayları da, kötülerini de hafif gülümseyerek anlatıyor.

Ülkenin en iyi kamu üniversitelerinden CUNY’nin (New York Şehir Üniversitesi) coğrafya bölümünde bir yandan asistanlık yapıyor, bir yandan da doktora tezini yazıyor. Maaşları bir nebze daha iyiymiş, çünkü diğer üniversitelerin aksine, okutmanlar ve çoğunluğu Marksist olan profesörler aynı sendikada örgütleniyormuş. “Ama daha ne kadar bu mahallede dayanabilirim, bilmiyorum, mücadeleye bağlı” diye ekliyor.

Düşmanını tanı ve örgütlen

Crown Heights’e gelen beyazların bir kısmı çocuklarını mahalledeki okullara göndermiyor. New York’ta semt okullarının bütçesi semtteki ortalama emlâk değerine göre belirleniyor. Dolayısıyla, emlâk değeri düşük mahallelerde eğitim bütçesi de düşük. Soylulaştırmadan ötürü Crown Heights’in güneyinde, Flatbush tarafındaki Karayip kökenlilerinin çoğu mahalleyi terk etmek zorunda kalmış. O yüzden Kreol dilinde eğitim veren okulları kapanmış. Mahallede soylulaştırma arttığı ölçüde emlâk değerleri de artacak, beyazlar çocuklarını semtin okullarına göndermeye başlayacak.

Ama asıl tehlike giderek daha fazla kira sabitli konutları satın alıp insanları kapı dışarı eden büyük şirketler” diyor Lauren. Üyesi olduğu, kiracı derneklerini bir araya getiren, kooperatif eğitimleri veren, kira grevleri düzenleyen Crown Heights Kiracılar Sendikası büyük düşmanları, yedikleri herzeleri de sıralayarak isimleriyle faş ediyor: Renaissance Realty Group, G-WAY Management, Ephraim Fruchthandler, Pinnacle Realty, Akelius, Burke Leighton, Joseph Popack, Gold Management, Zalman Biederman, Fieldbridge…

Her 10 kişiden yedisinin kiracı olduğu kentte hızla örgütlenen sendikanın 10 talebi arasında şunlar da yer alıyor: Tüm kentte kiraların beş yıl dondurulması, hızlı ve uygun fiyata tadilat hakkı, evden çıkacak kiracılara alternatifler sunulması, kiracı çıkmak istemediği takdirde kira sözleşmelerinin otomatikman uzatılması.

Buraya kadar gelmişken Prospect Parkı’nın ulu ağaçlarını görmeden dönmek olmaz. Bir tanesinin altında bir kontrabasçı ve bir trompetçi kendilerinden geçmiş halde takılıyor. Akşam hava kararırken, Bed-Stuy’a dönüş yolunda sıçanlar binalar ve çöpler arasında şölen düzenliyor. Kente bir kendiliğindenlik yanılsaması yayılıyor.

Seçilmiş kaynakça

Adonis, New York’a Mezar, çev. Özdemir İnce, Can, 2012

Carolina Bank Muñoz, Penny Lewis, Emily Tumpson Molina, A People’s Guide to New York City, University of California Press, 2022

Craig Steven Wilder, A Covenant with Color: Race and Social Power in Brooklyn, Columbia University Press, 2001

Geoff Dyer, Ama Güzel, çev. Soner Sezer, Everest, 2021

Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, çev. Bülent O. Doğan, Metis, 2022

Neil Smith, The New Urban Frontier Gentrification and the Revanchist City, Routledge, 1996

Robert A. Caro, The Power Broker: Robert Moses and the Fall of New York, Knopf, 1974

Rosalyn Deutsche, Evictions: Art and Spatial Politics, MIT Press, 1998

Sharon Zukin, Loft Living: Culture and Capital in Urban Change, The Johns Hopkins University Press, 1982

Steven H. Jaffe, Activist New York: A History of People, Protest and Politics, New York University Press, 2018

Teju Cole, Açık Şehir, çev. Deniz Koç, Monokl, 2021