KIRAAT

MÜBADELE, BİR ADA HİKÂYESİ VE “ÇAĞIMIZIN HOMEROS’U” YAŞAR KEMAL

Hayal gücü, bellek gücü, anlatım gücü

Halkları yerinden yurdundan eden, onulmaz yaralar açan nüfus mübadelesinin 100. yılını geride bırakırken, bu trajediyi ele alan dörtlemeye, Bir Ada Hikâyesi’ne bağlanıyoruz. Yaşar Kemal’in “en zor yazdığım roman” diye tarif ettiği bu yapıt, Ege’nin hayali bir adasında bir araya getirdiği halkların yeni bir yaşam kurma çabalarını, barış ve adalet arayışlarını titiz bir tarihçilikle buluşan destansı bir dille anlatıyor. Bir Ada Hikâyesi’nin izleklerinin ve yazım sürecinin duraklarının yanısıra, Yaşar Kemal’in yazarlığına ve kişiliğine ışık tutan kimi anları, dörtlemenin ilk üç romanının editörlüğünü yapan şair-yazar Turgay Fişekçi’den dinliyoruz.
Söyleşi: Çiğdem Öztürk
Fotoğraf: Muhsin Akgün

Bir Ada Hikâyesi’nin fikirsel temeli neye dayanıyor?

Turgay Fişekçi: Romanın çıkış tarihi 1997, fakat Yaşar Kemal romanlarını yazmadan önce anlatan biri, zaten sürekli yürüyüş yaparak çalışıyor. O zaman Basınköy’de oturuyordu, Florya’da. Oradaki koruda sürekli yürüyor, yürürken romanlarını kafasında oluşturuyordu. “Şu romanı şu zaman yazdım” demezdi hiç. Bir Ada Hikâyesi dörtlemesinin ilk romanı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’dan söz ederken, “Ben bu romanı ilk defa 1973’te Abidin (Dino) Bey’e anlattım” derdi. Roman onun için birisine anlatmasıyla başlayan bir süreçti. Anlatıyor, anlatıyor, sonunda oturuyor, yazıyor. Yazarken de büyük bir deftere, A4 büyüklüğünde bir deftere, kurşun kalemle yazardı hep. Dolayısıyla, bu dörtlemenin geçmişi epey eskiye dayanıyor.

Turgay Fişekçi

Bir Ada Hikâyesi’ni yazma düşüncesi şöyle doğmuş: 70’li yıllarda bir gazete haberi görüyor. Pasifik Okyanusu’nda bir adada, İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir nükleer deneme yapılmış, o nükleer denemenin sonucunda adada canlı hiçbir varlık kalmamış, ne hayvan ne bitki. Bir çöl ve kayalık haline gelmiş ada, insanlar terk etmişler. Aradan otuz sene geçmiş, otuz sene boyunca adaya kimse uğramamış ve otuz sene sonra rastlantıyla biri oradan geçerken adanın tıpkı eskisi gibi yemyeşil olduğunu görmüş. Bütün ağaçlar yeniden çıkmış, börtü böcek, hayvanlar geri gelmiş.

Bu haber, doğanın kendini yeniden yaratma gücü, Yaşar Kemal’i çok etkilemiş. Bu düşünceden yola çıkarak oluşturmuş bu dörtlemeyi. Söz konusu ada, mübadele sonrasında bir Ege adası, hayali bir ada. Adanın yerini romanı okurken bulmaya çalışsanız da bulamıyorsunuz. Bozcaada ya da Gökçeada değil. Çünkü adadan bakınca, İda Dağı, Kaz Dağı görünüyor. Belki Midilli olabilir.

Cunda olduğu da söyleniyor.

Olabilir. Cunda da çok küçük bir ada. Ama karadan çok uzak değil, romandaki ada ise karadan uzak biraz, izole bir ada. Denizden karaya gitmek yarım gün kadar sürebiliyor. Ütopik bir ada diyelim. Adanın Rum halkı orayı terk etmiş. Fakat mübadeleye karşı çıkıp tek başına adada kalmış biri var, Vasili adlı bir karakter. Mübadeleye çok kızgın, elinde bir tüfek, “bu adaya ilk geleni vuracağım” diyor. “Ada benim, tek başıma burada yaşayacağım” düşüncesinde.

Adaya ilk ayak basan Poyraz Musa adlı bir karakter. Vasili her gün Poyraz Musa’yı vurmak istiyor. Çok dramatik bir durum. Tek başına yaşadığı adada iki kişi olmuşlar ve onu vurmayı her gün erteliyor. Bir taraftan onu kader arkadaşı gibi de görmeye çalışıyor. Böyle bir gerilimle başlıyor hikâye. Sonra adaya başkaları geliyor. Bu insanların hayat hikâyeleri, geçmişleri var.

Poyraz Musa bir savaş suçlusu mesela.

Evet, yargılanmamak için kaçıyor ve adaya geliyor. Poyraz Musa Çerkes kökenli, geçmişi Kafkasya’ya uzanıyor. Ama Mezopotamya’da savaşmış, Allahuekber Dağları’nda 90 bin kişinin buz olduğu, donduğu savaşı görmüş. Vasili de Allahuekber Dağları’nda savaşmış, Osmanlı askeri olarak. Yeni bir hayat kurma düşüncesi ya da çabası bir yanda, o insanların getirdikleri hayat diğer yanda. Girit’ten gelenler de var. Böyle bir halk oluşuyor orada. Roman bunu anlatıyor. Fakat bunu anlatırken adadaki hayat kadar o savaşları, 1915’i, Rusların Doğu Anadolu’ya girmesini, Mezopotamya’daki savaşları da anlatıyor.

Yaşar Kemal’deki yaratıcılığı çağdaş dünya yazarları içinde bulabilmek zor. Eğitimsiz, ortaokul terk. Ama bütün halk hikâyelerini, destanları ezbere biliyor. Yaşar Kemal ünlü olduktan sonra annesine birisi “Bak oğlun ne kadar ünlü bir yazar oldu” deyince annesi “ah” demiş, “okusaydı kaymakam bile olurdu”.

Dörtlemenin ilk kitabının ismi de bu savaşlardan mı geliyor?

“Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” sözü Ezidi katliamından geliyor, Ezidi kadınlarının memelerini kesip kadınları Fırat nehrine atıyorlarmış. Nehir onların kanlarıyla kırmızı aktığı için romanın ismi Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana. 1915 ile mübadele sonrası 1924 arasında, yani o dokuz yılda Osmanlı topraklarındaki bütün savaşları, bu savaşların taraflarını, insanlarını, o vahşeti anlatan bir roman. Öte yandan, Ege adasının doğasını, kurdunu kuşunu, balığını, meyvelerini inanılmaz bir coşkuyla anlatıyor. Bir yılanı bile öyle bir anlatıyor ki, onu seviyorsunuz. Ne anlatsa, mesela bir tarhana çorbasını anlatsa, içinizden hemen bir tarhana çorbası yapıp içmek geliyor. Bir balık ızgarası anlatsa canınız balık istiyor o anda.

 Fotoğraf: Lütfi Özgünaydın

Bir Ada Hikâyesi’ni dört cilt olarak mı tasarlamış en başta?

Aslında üç kitap olacaktı. İlk kitap olarak Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana çıktı. Tam ikinci kitabı, Karıncanın Su İçtiği’ni bitireceği sırada, Yaşar Kemal’in evdeki öğretmeni diyebileceğimiz eşi Tilda öldü ne yazık ki. Yaşar Kemal ruhsal açıdan zor bir döneme girdi. Kitap bitmek üzereydi, ikinci ve üçüncü ciltleri tek kitap olarak yazıyordu. O dönemler sabah erkenden yayınevine gelmeye başlamıştı. Bir gün “Yaşar Ağabey” dedim, “niye böyle erkenden geliyorsun?” “Her sabah Tilda’nın mezarına gidiyorum, ona dün akşam kaç sayfa yazdığımı, romanın neresine geldiğimi anlatıyorum, ondan sonra buraya geliyorum” dedi. O kadar materyalist bir adamın her akşam kaç sayfa yazdığına dair ertesi sabah gidip karısının mezarında hesap vermesi beni çok şaşırtmıştı. Tilda’nın onun üzerinde ne kadar etkili bir figür olduğunu anlamıştım.

En sonunda bitirdi kitabı ve yayınevine getirdi. El yazısıyla bin sayfa tutuyordu. O dönemde o kadar kalın bir kitabın yayınlanabilmesi teknik olarak mümkün değildi. Bizim o zamanki patron Nazar Büyüm’le Türkiye İşçi Partisi’nde beraber çalışmışlardı. Nazar Büyüm, “Sen bunu bir yerinden böl, iki kitap olarak basalım” dedi. O da kabul etti. Hemen gitti, Tanyeri Horozları’nın birinci bölümünü bir gecede yazdı getirdi. O kadar da disiplinli bir insandı aynı zamanda. Bu iki romanı birbirine bağlayacak bir bölüm yazdı. Ve Karıncanın Su İçtiği ile Tanyeri Horozları iki ayrı kitap olarak 2002’de peş peşe çıktı.

Ama sonra Tilda’nın yokluğu Yaşar Kemal’in bütün çalışma disiplinini bozdu. Her gün arıyordu, “Akşama gel, Çin lokantasına gidelim, çok güzel çorba yapıyorlar, aynı Adana’daki gibi” diyordu. Başka gün, “Gel bak, bizim Güllü Hanım mantı yaptı. Dünyanın en güzel mantısı” diyordu. Hep öyleydi, sevdiği şey dünyanın en güzel şeyiydi.

Dördüncü cildin tamamlanması çok uzun sürdü, Çıplak Deniz Çıplak Ada üçüncü kitaptan on yıl sonra, 2012’de çıktı.

Aslında dörtlemenin en önemli kitabı bu son kitap olacaktı. Ve burada Pasifik’teki adadan ilhamla bir doğa parçasının insan zulmünden, tasallutundan kurtulduğu zaman nasıl kendi kendini yenileyebileceğini anlatacaktı. Başlı başına ekolojik roman diyebileceğimiz bir yapıt olacaktı ve bu dörtlemenin hem sonucu hem de en önemli bölümü olacaktı belki de. Fakat Tilda’nın ölümünün ardından Yaşar Kemal’in çalışma disiplinini kaybetmesi nedeniyle bu son roman önceki üç kitabın başarısını sürdüremedi ne yazık ki. Yaşar Kemal’in hayalindeki, yazmayı istediği kitap olmadı.

Arif Dino bir bavul roman gönderiyor Yaşar Kemale, “oku bunları” diye. Her kitaptan birer tane var, Don Kişot yedi tane. Yaşar Kemal altısını geri götürüyor, “bunları fazla göndermişsiniz” diye. Arif Dino, “Hayır” diyor, “O dünyanın en önemli kitabı, onu yedi kere okuyacaksın. O yüzden yedi tane.

Peki, etrafındakilere anlatmaya devam ediyor muydu? Yazı fikri mi tamamen çekilmişti, oturup yazma eylemi mi?

Çıplak Deniz Çıplak Ada’yı anlattığını hiç hatırlamıyorum. Neredeyse her günümüz beraber geçiyordu, hep başka şeyler anlatırdı, mutlaka konuşurdu durmadan. Bu romanın lafı açıldığı zaman “Yazdım onu, toparlayacağım” diyordu. Belki de taslak hali kaldı. Yayınevi “artık basalım” deyince de herhalde şöyle bir okudu ve verdi. Öyle eksik bir kitap olarak kaldı bu dördüncü roman.

Romanı el yazısıyla yazıyordu, sonra birisi bilgisayara çekiyordu. Onun bu işlerini genellikle Alpay Kabacalı yapıyordu. Kitabı ilk okuyan da Alpay Kabacalı oluyordu, yani imlayı, yazım hatalarını düzeltiyor, sonra yayınevine teslim ediyordu.

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’yı okurken bir sözcüğe takıldım, o güne kadar duymadığım bir şeydi, ne olduğunu hatırlamıyorum şimdi. Gittim sordum, “acaba yanlış mı yazdın” dedim. Hemen Karacaoğlan’dan bir dörtlük okudu o kelimenin içinde geçtiği. Belleği müthişti.

Öte yandan, söyleşi yapması inanılmaz zor biriydi. O sırada TRT’deki Okudukça programında danışmandım. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana çıkınca evine gittik, çekim yapılacak, ben soru soracağım, o da romanla ilgili şeyler anlatacak. 15 dakikalık bir söyleşi, fakat 15 dakikada konuyu kitaba getirebilmek mümkün olmadı. Kitapla ilgili bir şey söylüyorsun, o o anda aklına ne gelirse onu anlatıyor. Bir kere Kanal D Ana Haber’e çağırdılar, Kanal D’nin haber müdürü o zaman Tuncay Özkan’dı. Bizi karşıladı, odasına aldı, sonra çekime girdik, Özkan kitapla ilgili bir şeyler soracak, Yaşar Ağabey hemen, “Ben bunun babasını tanırım, Cumhuriyet gazetesinde mürettipti, fevkalâde bir adamdı”, şuydu buydu diye Özkan’ın babasını anlatmaya başladı ve süre doldu. Sonra iki cümle Zülfü söyledi, bir-iki cümle ben söyledim, yayın bitti. Bunu kendisi de söylüyor: Hem yalan söylemekten hem konuşmaktan çok hoşlanıyor. Bir gün Hüseyin Baş sormuş, “Yaşar” demiş, “niye bu kadar çok yalan söylüyorsun?” “Şehvet duyuyorum” demiş.

Dörtlemenin ilk romanındaki karakterlerden Poyraz Musa adanın etrafında gezindikten sonra şehre gidiyor, oradaki Müslümanlar ona adada çok tehlikeli bir hayalet olduğunu söylüyorlar. Tarif ettikleri “hayalet” Vasili. Mübadeleyle Yunanistan’a gönderildikten sonra kaçıp adaya dönen Lena var, üç oğlunu Çanakkale Savaşı’nda kaybetmiş, fakat geri döneceklerine inanıyor. Oğullarının geri dönmesini beklemek üzere adaya kaçıyor. Bir başka karakter, Musa Kâzım Ağa Efendi, adaya kızlarıyla geliyor, karısı yolda ölmüş, denize atılmış ölüsü. Vapurun kaptanı onu toprağa gömülmekle denize gömülmek arasında fark olmadığına ikna etmeye çalışıyor. Romandaki her karakterin ağır bir hikâyesi var.

Ortak yanları hepsinin savaş acısı görmüş olması. Bütün bu karakterler Yaşar Kemal’in ne kadar büyük bir hayal gücü olduğunu gösteriyor. Bu olayları gazeteler yazmaz. O dönemin kitaplarında böyle şeyler var mıdır? Varsa, Yaşar Kemal onları nerede bulup okuyacak? Buradaki her şeyi kafasında kurabiliyor.

Yaşar Kemal Batı dillerine çevrildiğinde, o dillerin edebiyat eleştirmenlerinin ilk saptaması, onun çağdaş bir Homeros olduğuydu. Homeros da, biliyorsunuz, kör bir destan anlatıcısı, yazmayı bilmiyor. İlyada ve Odyssea’yı tek başına mı söylemiş, yoksa bunlar halk anlatısı mı, o da tartışmalı. Ama ona mâledilmiş. İşte Yaşar Kemal’e yakıştırılan tanımlama bu: Çağdaş Homeros. Bütün romanlarında bunu görüyoruz. Hem romanlarını yazmadan önce eşine, dostuna, tanıdıklarına anlatmasıyla hem de bu yazdıklarını hayal edebilmesiyle.

Resim: Arslan Eroğlu

Şimdi günümüz romancıları “metinler arası geçişkenlik” diyor, başka yazarlardan yararlanıp yeni metinler kuruyorlar. Bunlarla hiç ilgisi yok Yaşar Kemal’in, hayal dünyasında bunu canlandırabiliyor ve o dönemde yaşamış bir gazete röportajcısı anlatsa, ancak böyle anlatabilirdi diye düşündürüyor insana. O kadar gerçekçi aynı zamanda. Bu tabii onun ne kadar büyük bir yaratıcı olduğunu gösteriyor. Neredeyse bütün dillere çevrilmiş bir yazar.

Yaşar Kemal’deki yaratıcılığı çağdaş dünya yazarları içinde bulabilmek zor gerçekten. Eğitimsiz biri, ortaokul terk. Ama bütün halk hikâyelerini, destanları ezbere biliyor. Yaşar Kemal ünlü olduktan sonra annesine birisi gidip “Bak oğlun ne kadar ünlü bir yazar oldu” deyince annesi “ah” demiş, “okusaydı kaymakam bile olurdu”.

Çıplak Deniz Çıplak Ada çıktıktan sonra verdiği bir söyleşide bahsediyor okula gitmediğinden. Diyor ki, “Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışmaya başladım. Habire okudum. Biz cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosu’nun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik.

Bir de öyle bir şansı var: Adana’da sahipsiz bir çocukken, Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino, İkinci Dünya Savaşı sırasında Adana’ya sürgün ediliyorlar. Orada Yaşar Kemal onlarla tanışıyor; onun okumaya meraklı bir genç olduğunu gören Arif Dino bir bavul roman gönderiyor Yaşar Kemal’in evine, “oku bunları” diye. Yaşar Kemal bavulu açıyor, her kitaptan birer tane var, ama Don Kişot romanı yedi tane. Yaşar Kemal altısını geri götürüyor, “bunları fazla göndermişsiniz” diye. Arif Dino “Hayır” diyor, “O dünyanın en önemli kitabı, onu yedi kere okuyacaksın. O yüzden yedi tane koydum.” Yaşar Kemal’in İnce Memed’i yazmasının Don Kişot’la bir ilişkisi vardır, kendisi anıyor zaten. Biz daha çok Abidin Dino’yu tanırız sanatçı olarak, ama Arif Dino daha müthiş bir adam.

Yaşar Kemal’in destan anlatma özelliği hiçbir zaman kaybolmuyor. 1962’de Nâzım Hikmet Paris’e geliyor, Yaşar Kemal de orada. Abidin Dino’nun evi beşinci katta ve asansör yok. Nâzım Hikmet kalp hastası, merdiven çıkmaması gerekiyor. Yaşar Kemal onu oraya çıkarmak için Köroğlu Destanı’nı anlatmaya başlıyor. Her basamakta on dakika duruyorlar, Yaşar Kemal destanı anlatıyor. İki-üç saatte destanı bitirene kadar çıkarıyor yukarı Nâzım’ı.

Bir gün bana, “Biz Nâzım’la Paris’te üç gün kol kola girdik, bana bütün hayatını anlattı” dedi. “Anlattıklarını sen de bana anlat” dedim. “Anlatamam” dedi. “Neden?” dedim. “Söz verdim ona” dedi, anlatmadı. Nâzım herhalde parti hayatını falan anlattı. O zaman için gizli tabii, bu zamanda artık anlatsa da olurdu, ama anlatmadı.

İnce Memed, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır Çukurova romanları. Halk hikâyelerini yeniden yazdığı kitapları var. Sonra, İstanbul kitaplarında, Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti’de ekoloji konularına giriyor. Fakat Bir Ada Hikâyesi bambaşka. Tarihe bakışıyla, anlattığı konularla öteki kitaplarından tamamen ayrılan bir dörtlü.

Hangi yazarları sevdiğini söylerdi?

Sait Faik’e tapardı. Edebiyatımızda kendi diliyle kendi edebiyatını kurmuş bir Sait Faik’i görürdü, bir de Nâzım Hikmet’i. Nâzım Hikmet’le ilgili bir teorisi vardı, “Hapse girmese büyük bir şair olamazdı” derdi. “Nereden çıkarıyorsun Yaşar Ağabey bunu?” diye sorunca, “E, çünkü o zamana kadar halkla ilişkisi olmamış. Hapishanede halkı tanıdıktan sonra büyük eserler yazmaya başladı.” Nâzım’ın ilk dönem şiirlerini beğenmiyordu.

Bir roman yazmaya başlamadan önce, mutlaka bir Stendhal, bir Faulkner okurum” derdi. İkisini üslûp hocaları olarak görürdü. Böyle derdi, ama tabii ne kadar inanılır, bilemiyorum. Bir de bazen geniş ilgisiyle insanı şaşırtırdı. Daha Adam Yayınları yokken ortada, 80’li yılların başında, biz o zaman daha genç şairiz, Kıbrıslı şair arkadaşım Mehmet Yaşın’la geziyoruz. O sırada Spor Sergi Sarayı’nda, şimdiki Lütfi Kırdar’da, ilk defa Mikis Theodorakis konseri olacak. Gündüz vakti daha, Theodorakis prova yapıyor. “Hadi gidelim, provayı izleyelim” dedik. Gittik, hakikaten adam sahnede şarkı söylüyordu, Yaşar Kemal de oradaydı.

Theodorakis sahneden indi, Yaşar Kemal onun koluna girdi. Bize doğru geliyorlar, selamlaştık. Ben tanıştırdım, “Yaşar Ağabey, bu arkadaşım Mehmet Yaşın” dedim. Bıraktı Theodorakis’i, döndü Mehmet Yaşın’a, “Mehmet, senin şu son şiirinde şöyle bir şey vardı, o öyle olmalıydı, bu böyle olmalıydı” diye anlatmaya başladı. Tanınmayan, gencecik bir şairin şiirini okumuş, onun üzerine düşünmüş; o şiir üzerine bayağı konuştu. Gönül Çapan onun için “beynindeki gri madde herkesten daha fazla” der.

Bir Ada Hikâyesi dörtlemesi aslında tek bir roman olarak ele alınabilir, birçok giriş kapısı var. Başta mübadeleyi tartışıyor. Barış, barış içinde bir arada yaşam, hayatta kalmak, ölmek, yorgunluk, hinlik, çeteler, adaletsizlik, açlık… Müthiş bir açlık tasviri var.

Neler neler var. Mesela çocuk çetelerinden bahsediyor. Bu tarihsel bir gerçeklik, 1915’te Anadolu’daki Ermeniler sürülünce çok sayıda çocuk anasız babasız kalıyor, bunlar çeteler oluşturuyor. Dağlarda, bayırlarda, şehir dışında, doğada yatıp kalkan, aç kaldıkça şehirlere, köylere gidip oraları yağmalayan, karınlarını böyle doyuran çocuk çeteleri. Yaşar Kemal müthiş anlatıyor onları. Ruhi Su’nun da o çocuk çetelerinden çıktığını söylerdi. Hiçbir tarih kitabının yazamayacağı zenginlikte bir tarih kitabı aynı zamanda bu romanlar.

Ada halkı sürüleceklerini öğrenince mallarını, mülklerini satmaya çalışıyor, çoğunlukla yok pahasına. Ama kimileri de, örneğin Tanasi, her şeyini sanki ertesi gün dönecekmiş gibi bırakıyor. Adalılar balıkçılıkla geçindiği için arkada kalan tekneler var.

Babamın da böyle bir hikâyesi var. Babam Üsküp’te doğmuş, Balkan Savaşı’ndan sonra Bursa’nın İnegöl ilçesinin Cerrah köyüne gelmişler. Bu Cerrah Köyü, söylenene göre, Ermeni köyüymüş ve terk edilmiş. Köye girdiklerinde müthiş bir gül kokusu varmış. Evler çok bakımlı, bahçeleri güller içinde. Ve köy ıpıssız, hiç kimse yok. “Siz burada oturacaksınız” demişler, bir ev vermişler. Onlar da oraya yerleşmişler. Mübadelenin trajedisi anlatmakla bitmez. Politik olarak da çok yanlış bir şey. Lozan’da Yunanlılar önermişler bunu, bizimkiler de hemen kabul etmiş.

Fotoğraf: Ara Güler

Bir Ada Hikâyesi’ni diğer romanlarından farklı bir yere de koyuyor Yaşar Kemal. Yaşadığı bütün acıları, sevincini, üzüntüsünü, öfkesini bu romana kattığını söylüyor. Ayrıca 2002’de, Cumhuriyet Kitap’ta Alpay Kabacalı’yla yaptığı bir söyleşide “En zor yazdığım kitap bu oldu” diyor.

Evet, yazdığı en zor roman. Öteki romanlarına da benzemiyor. İnce Memed, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır Çukurova romanları. Halk hikâyelerini yeniden yazdığı kitapları var, Ağrıdağı Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi… Sonra İstanbul kitapları var, Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti gibi. Aslında o kitaplarda yavaş yavaş ekoloji konularına giriyor. Fakat Bir Ada Hikâyesi bambaşka. Tarihe bakışıyla, anlattığı konularla, insanlarıyla öteki kitaplarından tamamen ayrılan bir dörtlü.

Bu dörtlü için Yaşar Kemal, “Ben Bir Ada Hikâyesi romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’yu gezmişler, Çukurova’da bir köye yerleşmişler. Bu mübadele hikâyesini bu hırsla yazdım” diyor.

Ailesi Van’dan Çukurova’ya gelene kadar geçtikleri bütün bölgeler aynı zamanda 1915’te tehcirin de olduğu coğrafya, mutlaka o insanlarla da karşılaştılar, onlarla ilişkileri oldu. O olaylar aile içinde anlatılmıştır kulaktan kulağa.

Çocukluğunda kendisine anlatılan bir mübadele hikâyesinden bahsediyor. Bazı mübadiller Çukurova’ya yerleşmiş. Onların ne kadar dışlandığını, kenara itildiğini anlatıyor. Hiç kimse onlarla ilişki kurmayınca mecburen oraları da terk edip gitmişler.

Mesela Giritlilerin daha çok Cunda’ya geldikleri söylenir, doğrudur, ama Mersin’de bir köy var, halkı tamamen Girit göçmenlerinden oluşuyor. Aradan yüz sene geçmiş, hâlâ karışmamışlar, Mersin’de bir dağ köyünde kendi dünyalarında yaşıyorlar bugün de.

Mübadelenin 100. yılındayız ve Yaşar Kemal’in bu romanına kadar mübadelenin bu denli derinlikli anlatıldığı başka bir eser pek çıkmıyor karşımıza. Birtakım girişimler, sözlü tarih çalışmaları, Feride Çiçekoğlu’nun senaryodan uyarlama kitabı Suyun Öte Yanı var.

Belki Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya’sını sayabiliriz. Orada Sotiriyu mübadeleyle ilgili çok önemli şeyler söylüyor. Buradan Yunanistan’a gidenler Anadolu’nun zanaatçılarıydı, toprağı işlemeyi bilen çiftçileriydi. Üretici insanların gitmesi Anadolu’da büyük bir yokluğa yol açtı. Benden Selam Söyle Anadolu’ya bugün Şirince olarak tanıdığımız eski Rum köyünü, Yaşar Kemal’in adası gibi, yitik bir cennet olarak anlatıyor. Müthiş lirik bir dil. O kitabın dilinin Yaşar Kemal’in diline çok yakın olduğunu hatırlıyorum. Ya da bende öyle bir izlenim bıraktı çeviri.

Atilla Tokatlı Fransızcadan çeviriyor kitabı. Yunanca aslından çevirisi yapılmadı henüz.

Toprağın ne kadar verimli olduğunu anlatmak için Sotiriyu, “Kilometrelerce yürüsen toprakta tek bir taş bulamazsın” diyordu mesela. O kadar tarıma uygun bir toprak. Zaten o yöre için “dağlarından yağ, ovasından bal akan toprak” derler. Bulunmaz bir coğrafya Küçük Menderes ve Büyük Menderes ovaları.

Dido Sotiriyu 1987’de Kitap Fuarı’nın onur konuğu olarak Türkiye’ye gelmiş.

Ondan önce, bizim Sanat Emeği dergisinde, Barış Pirhasan Sotiriyu’yla Yunanistan’da bir söyleşi yapmıştı, onu yayımlamıştık.

Sotiriyu fuara geldiğinde 78 yaşında. Fuardan sonra doğduğu Aydın’a gidiyor, Şirince’yi de ziyaret ediyor. Cumhuriyet Dergi’de Handan Şenköken’le söyleşisinde, “Buraları düşlüyordum. Eskiden burada yaşayan insanların bana anlattıkları gibi, düşlediğim gibi yazmıştım, ama görüyorum ki her şey aynı. Yazdıklarımın gerçek olduğunu anladım Şirince’yi görünce” diyor. Köyün eski adı Çirkince bu arada.

1978’de, Ölümsüz romanının yazarı Vasili Vasilikos gelmişti İstanbul’a. Costa Gavras’ın filmi Z’nin senaryosu Ölümsüz’den uyarlamadır. 1978’de sokaklarda terör var, her gün beş-on kişi ölüyor. Vasilikos Yazarlar Sendikası’nın davetlisi olarak gelmiş, Yaşar Kemal de onu Beyti’ye yemeğe götürmüş. Cevat Çapan çevirmen aralarında. Yemekte Yaşar Kemal durup durup Vasilikos’un sırtına vuruyormuş, “Ulan Vasili, nasıl korkmadan geldin? Her gün beş-on kişi öldürülüyor bu memlekette” diye. Adam o kadar korkmuş ki, ertesi gün vın diye kaçmış.

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da Ezidi katliamı çok güçlü bir şekilde tasvir ediliyor ve tıpkı bir nakarat gibi tekrar ediyor. Aslında bu halk destanlarının da bir özelliği.

Bir de müthiş savaş sahneleri var. Mezopotamya’da bir savaş, iki ordu karşı karşıya. Silahlar konuşuyor. Birden müthiş bir şey oluyor. Savaş alanına bir ceylan sürüsü giriyor. Ne kadar sinematografik bir sahne. Ceylanlar savaş alanına girince savaş duruyor, iki tarafta da silahlar susuyor. Ceylanlar geliyor, geçiyor, sonra savaş tekrar devam ediyor. Belki böyle efsaneler var, belki de Yaşar Kemal’in hayal gücü.

Pek çok hayvan var romanda. 1998’de, Cumhuriyet’teki Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’yla ilgili yazında, balıkların bahsi geçiyor. Çanakkale savaşında denizin üstünü kaplayan ölü balıklar…

Dörtlemedeki boyutlardan biri de Yaşar Kemal’deki canlı sevgisi. O romanları okuduğumda ilk gözüme çarpan yönlerinden biri, doğayla ilgili anlatımlar, betimlemeler olmuştu. O zamanlar Cumhuriyet’te yazıyordum haftada bir. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana çıkınca, “Yaşar Kemal’de canlı sevgisi” diye üst üste iki yazı yazmıştım.

Geçen yıl Köln’de bir Yaşar Kemal sempozyumu yapıldı. Orada bir grup akademisyenin de bu romanlardaki insan olmayan canlı varlıklarla ilgili bir bildiri sunduklarını gördüm. Yaşar Kemal’deki canlı sevgisi akademik dünyanın da ilgisini çekmiş. Adam kuşlarla konuşan peygamber gibi, doğadaki her şeyle diyalog kurabilen ve bunu yazıya dönüştürebilen biri.

Yaşar Kemal’in yaşadığı İstanbul’un Menekşe semti hem deniz hem orman olan hem de köy gibi bir yerdi. Orada çok dolaşırdı koruda, deniz kenarında. Menekşe’deki balıkçılarla da çok ahbaptı. Hatta, gerçek mi bilemiyorum, “Menekşe’deki bütün balıkçıların motorlarını ben aldım” demişti. Bir de romanlarını belli mekânlara kapanarak yazardı. Abant Gölü’nün kenarında bir otel vardır, Abant Palas, orada yazardı. Kilyos’ta Turban Oteli vardı, orada da yazardı. Yazıya yoğunlaşacağı zamanlarda gider, bir otele kapanırdı.

Yaşar Kemal bu dörtlemeyi yazarken sadece zihinsel değil, bedensel bir efor da harcamış herhalde.

Bu kadar çok çeşitli unsuru bir araya getirebilmek, ona bir kurgu, bir dil, hatta birçok dil kazandırabilmek… Bunları yaparken 70’li yaşlarında. Gerçi kendine bakan bir insandı. 70 yaşına geldiğinde karar vermiş, içkiye, sigaraya noktayı koymuş. Akşam yemeklerinde küçük kâsede bir çorbası olurdu, onu içerdi. Bizi yemeğe götürmeyi çok severdi. Beyoğlu’nda Musa Ustam Ocakbaşı vardı, oraya götürürdü. Kiliseye bakan Hacı Baba’ya giderdik. Kendi yemezdi. Çok dikkatli bir insandı. 70’lerini çok verimli geçirdi, bu romanları yazdı. Roman yazmak büyük fizik enerji de isteyen bir şey. Bu enerjiyi 70’li yaşlarında gösterebilmiş olması mucizevi bir durum.

Röportajları için “kayıt cihazı kullanmam, not almam” diyor. Mesela kaçakçılarla 15 gün geçiriyor ve sanki başka türlü kaydediyor o görüşmeyi.

Kayıt cihazından daha güvenilir bir bellek var adamda… Öyle bir kişilik ki, mesela Van’a gidiyor ‘51’de, gazeteci olarak. Bakıyor, yerli halk Akdamar Kilisesi’ni yıkıyor. Kazma kürek girişmişler. Telefon yok, gazeteye telgraf çekiyor, “Burada böyle bir şey oluyor. Aman” diyor. Nadir Nadi Ankara’yı arıyor, Ankara’dan Van valisine hemen emir geliyor, “durdurun, yapmayın” diye. Yani o kilisenin yerinde durmasını Yaşar Kemal’e borçluyuz. Bu meşhur bir hikâye, hep övünerek anlatırdı. Mesela Nâzım Hikmet’i çok mutlu etmiş, ‘62’de Paris’te buluştuklarında. Şöyle bir hikâye anlatmış ona: “Gazetecilik yıllarımda Sivas’tan bindim trene. Üçüncü mevkideyiz, Erzincan’a gidiyoruz. Trende kör bir aşık saz çalıp türkü söylüyor. Ne söylüyor diye kulak verince, baktım söylediği türkü, ‘Senin adını kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım’!” Bu Nâzım Hikmet’in hapiste yazdığı, “Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları” şiirinin ilk dizesi. Nâzım bu şiiri Piraye’ye yazıyor. Yaşar Kemal trendeki aşık hikâyesini Nâzım’a anlatmış. Nâzım tabii inanılmaz mutlu olmuş. 1950’lerde kitaplarının adının bile yasak olduğu bir dönemde, Sivas’tan Erzincan’a giden bir trendeki bir halk şairi, Nâzım’ın kimsenin bilmediği bir şiirini söylüyor. Yaşar Kemal adama sormuş, “Sen bu şiiri nereden biliyorsun?” diye. Adam, “Bu çok büyük bir ozanın şiiridir, mahpus damındadır kendisi” demiş. Adını bilmiyor. Bu doğru da olabilir, Yaşar Ağabey uydurmuş da olabilir. Belki onu ona yakıştırdı. Ama olmuş bir şey olarak anlattığına göre kabul edeceksin!

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI