PJ HARVEY İLE SON ALBÜMÜ, ŞİİR KİTABI VE ZAMANDIŞI DÜNYASI

Şafak vakti dikenli tellerin arasından esen kasım rüzgârı

PJ Harvey 2011 tarihli Let England Shake’te Irak ve Afganistan işgallerinden ilham almış, 2016’daki The Hope Six Demolition Project’e ABD’nin 90’lardan beri yürüttüğü, yoksulları yerinden eden bir kentsel dönüşüm programının adını vermişti. Yedi sene aradan sonra gelen I Inside The Old Year Dying’deyse hayali bir dünya ve belirsiz bir zamanda yaşayan dokuz yaşında bir kızın öyküsü eşliğinde hakikat keşfine çıkıyor. Doğup büyüdüğü İngiltere’nin güneybatısındaki Dorset bölgesinin yerel lehçesini öğrenerek yazdığı ikinci şiir kitabı Orlam (2022) ile aynı pınardan beslenen albüm PJ Harvey’in 35 yıllık sanat hayatında taze bir sayfa açıyor. İlham kaynaklarını, albümün nasıl ete kemiğe büründüğünü ve çocuk olmanın sihrini PJ Harvey’den dinliyoruz.

Derleyen: Yiğit Atılgan

I Inside the Old Year Dying‘in açılış parçası “Prayer at the Gate”te şöyle bir dize geçiyor: “Bana dünyanı konuş.” Burada “dünya” için Dorset lehçesindeki “wordle” kelimesini kullanıyorsunuz. Dize aynı zamanda bu albümle, 2002’de yayınladığınız Orlam adlı şiir kitabıyla ve bu eserleri betimleyen çizimlerle ne yaptığınızı da işaret ediyor: Siz de bir “dünya konuşuyorsunuz”. Bu üretim sürecinde farklı pratikleri nasıl bir araya getirdiniz?

PJ Harvey: Her şey kendiliğinden, hızlı bir şekilde gelişti. Benim için bu dünyanın kapılarını açan anahtarlardan biri Dorset lehçesiydi, dile, sözcüklere ikinci bir anlam kazandırarak bana üzerinde çalışabileceğim elverişli bir alan sağladı. Örneğin, “wordle” kelimesi dünya anlamına gelse de içinde “word”, yani “söz” de var –tanrının sözü. Başlangıçtaki tek hedefim ikinci şiir kitabımı yazmaktı, ama Orlam’da kullandığım Dorset lehçesiyle yepyeni bir yolculuğa çıktım. Akıl hocam İskoç şair Don Paterson’dan üç yıl ders aldım, kitaptaki birkaç şiir o süreçte yazıldı.

Kendimi bildim bileli hem resim yapıyorum hem müzik üretiyorum, yaşım ilerledikçe ikisinin birbiriyle kaynaşması doğaldı. Eğer bir şiirde tıkanır, önümü göremez olursam, söylemek istediğim şeyi daha iyi kavramak için onu resmetmeye çalışırım. Ya da gider piyanoda çalarım. Bu projede de yazdığım şiirler önce resme, sonra müziğe dönüştü. Sanırım daha gençken her şeyi ayrı ayrı kategorilerde tutmaya çalışıyordum. Bunun zararlı, hatta olanaksız olduğunu zamanla idrak ettim. Kendimi rahat bıraktığım zaman yapmayı arzuladığım şeyin daha iyi aktığını fark ettim. Ben kelimeler, sesler ve imajlardan bir şeyler üreten bir sanatçıyım, iş bittiğinde ortaya ne çıkacağını baştan kestiremiyorum. Bir şarkının ilk aşamalarında dahi çoğu zaman her şeyi görsel olarak algılarım. Neredeyse bir film sahnesi gibi, renkleri, günün hangi saati olduğunu görürüm. Elbette bu sanat formlarının birbirleriyle ikame edilebilir olduğunu düşünmüyorum, ama bazen yan yana durabilirler. Hepsi birbirini besliyor.

Orlamın ve yeni albümün hikâyesinden kısaca bahseder misiniz?

Orlam’ı yazmak sekiz senemi aldı. Ne zaman olduğu belli olmayan bir dönemde, İngiltere’nin batısında kırsal bir bölgede yaşayan Ira-Abel adında dokuz yaşındaki bir kızın hayatındaki bir yılı anlatıyor. Bunu yaparken kızı çevreleyen doğada olup bitenleri gözlüyor, doğanın döngülerini takip ediyor. Bir yandan fantastik ve saçma, öte yandan mantık çerçevesinde.

Bir yandan da çok kişisel bir iş; evinizi, en iyi bildiğiniz coğrafyayı yansıtıyor. Öte yandan, mitolojik yönleri de var. Peki, siz neredesiniz? Ira-Abel’i uzaktan mı izliyorsunuz, yanında mı duruyorsunuz? Yoksa ormanda ağaç kabuğu toplayan kız bizzat siz misiniz?

Okurlar ya da dinleyiciler bir kitabın ya da albümün anlatıcısının bizzat yaratıcısı olduğunu düşünmeye yatkın oluyor. Bense bu eserlerin otobiyografik olmadığını aşikâr kılmak için elimden geleni yaptım. Hemen her sanatçı bilip tanıdığı şeylerden yola çıkar, insan kendi derinlerine gerçekten ulaşabilmek için tecrübelerine de dayanmalı. Ama aynı zamanda, oyunbaz bir hayal gücüm de var. Bütün eserlerimde iki öğe de mevcut, deneyime dayanan unsurlar ve tahayyülün uçsuz bucaksızlığı. Bence sanatçının ödevi çocukken sahip olduğu hayal edebilme becerisini canlı tutmak. Çocukken her gün, her şeyi yoktan yaratabiliriz. Bir karton kutu ve biraz kumla bir saray inşa edebiliriz. Üretken ve yaratıcı kalabilmek için bu pınardan faydalanmaya devam etmem gerekli.

Yaşam ve ölüm arasındaki çizgi çok ince. Bu fikri mevsimlerin değişmesiyle, bir yılın diğerine karışmasıyla birleştirmek ilginç. Kadın ile erkeği, çocuk ile yetişkini ayıran nedir? Bu kitap ve albümde ilgilendiğim şeyler bunlardı, dünyalar arasında var olan eşikler, bir gölgeler diyarı…

Eserlerinizde “muğlaklık” çok hâkim: Zaman ve mekânın yok oluşu, cinsiyetlerin bulanıklaşması, hayal ile gerçeğin, yaşam ile ölümün iç içe geçişi… Örneğin, aynı isimli şiirinizden filizlenen “Lwonesome Tonight” parçası Elvis, İsa ve tabiat imgelerini harmanlıyor. Muğlaklık eserlerinizde nereye oturuyor?

Şiirin dili şair ve okur için birçok şeyi aynı anda harekete geçirebilir. Sözcükler sıklıkla ikili, bazen çoklu anlamlar taşır. Aynı zamanda “Kral” olarak tanınan Elvis, son akşam yemeğinin kutlandığı dini bayram Kutsal Perşembe’de geri geliyor. O şarkıda İsa var, Elvis var, bir kral var. Pek çok imge bir araya getirilebilir, şiirin güzelliği bu katmanların hepsinin aynı anda var olabilmesine izin vermesinde. Her katman okurun veya dinleyicinin bunlardan neleri seçip sahiplenmek istediğine bağlı olarak pek çok farklı anlama bürünebilir. Doğrusal olmayan, zamandan bağımsız ve her daim var olabilecek bir dünya kurmak istedim. Zamanın ve mekânın muğlaklaşmasını günlük hayatta da hissediyorum. Özellikle rüya ve uyanıklık, gündüz ve gece gibi basit şeyler üzerinden… Örneğin, uyuduğumuzda nereye gideriz? Paralel bir evrene giriyoruz ve ben zaten orada olduğumuzu hissediyorum. Yaşam ve ölüm arasındaki çizgi çok ince. Bu fikri mevsimlerin yıldan yıla değişmesiyle, bir yılın diğerine karışmasıyla birleştirmek ilginç. Kadın ile erkeği, çocuk ile yetişkini ayıran nedir? Bu kitap ve albümde ilgilendiğim şeyler bunlardı, dünyalar arasında var olan eşikler, bir gölgeler diyarı…

Başka bir sanatçı kırsalla ve eski öykülerle sıkı bağları olan bu albüm için geleneksel folk seslerine yönelebilirdi. Sizse bir PJ Harvey albümü yapmışsınız, çeşnili ama bütünlüklü külliyatınızın doğal bir parçası. Yine de şarkıları yazarken folk gelenekleri zihninizde yankılanıyor muydu?

Seçtiğim konu ve kullandığım sözcükler bildik folk yapılarıyla çok uyumlu olabilirdi, tam da bu yüzden ters istikamete gitmeyi seçtim. Sözcüklerin içinde yaşamasını arzu ettiğim bu büyülü, esrarlı, bilinmeyen evreni yaratabilmek için ana çalgı ve vokal dışındaki tüm seslerin gerçekten tanımlanamaz ve tuhaf olmasını amaçladım. Yapması kolay olmadı. Birçok sesi bize aşina geldikleri için çöpe attık. Bu konuda prodüktörlerim Flood (Mark Ellis) ve John Parish’le hemfikirdik. Tahmin edilebilir olmamak için çaba gösterdik, otuz senedir birlikte yaptığımız şeylere benzememeye gayret ettik. Hepimiz yeni şeyler keşfedip yeni sesler üretmeye hevesliyiz. Ancak, ne kadar uzun zamandır müzik yapıyorsanız işiniz o kadar zorlaşıyor, çünkü kaçınmanız gereken şeyler çok fazlalaşıyor. Bu albümde kendimizi gerçekten yeni alanlara ittiğimizi hissediyorum, özellikle şarkı söyleme anlamında. Daha önce hiç bu albümdeki gibi şarkı söylememiştim.

Dijital mecraya defalarca girmeye çalıştım, ama her seferinde analog ekipmana dönüyorum. Dokunsal olanı, hataları, bir sesin tıslayıp işin bozulmasını seviyorum. Bu gelişigüzellikte büyülü bir şey var.

Kariyeriniz boyunca vokalinizi sık sık eğip büktünüz, hem vücudunuzdan yayılan halini, hem de stüdyo efektleri kullanarak… Vokaliniz sanki sesten öte, farklı benliklerinizi yansıtmak için kullandığınız bir vasıta. Bu durumu özellikle fark ettiğiniz bir nokta oldu mu?

İlk iki albümüm Dry (1992) ve Rid of Me’de (1993) bunu farkında olmadan, içgüdüsel bir şekilde yapıyordum. Benim için şarkıdaki karakteri yansıtmaktan ibaretti, şarkının anlatıcısını tahayyül eder, şarkıyı onun lisanından söylerdim. Sanırım To Bring You My Love’dan (1995) itibaren neyi nasıl yaptığımı daha iyi anladıkça karakterlerin benliğine daha derinlemesine nüfuz etmeye başladım. Örneğin, “Working For The Man” parçasındaki klostrofobik, korkutucu sesi bulabilmek için battaniyenin altına girip, mikrofonu boğazıma bantlayarak şarkıyı söylemiştim. Tiyatro ve sinema mecralarında iş yaptıkça oyuncuları gözlemleyip karakterleri nasıl yansıttıklarını izlemekten çok zevk aldım. Karakterden karaktere sıçradığımı söyleyemem, sadece onların içimden daha saf bir şekilde geçebilmeleri için kapıyı aralıyorum.

Alan kayıtları, buluntu sesler ve çarpıtılmış işitsel öğeler albüme nasıl dahil oldu?

Orlam’ı sahneye taşımayı düşündüğüm dönemde alan kayıtları toplamaya giriştim. Tiyatroyla içli dışlı olduğum için harika ses tasarımcısı epey dost edindim. Parmaklarının ucunda aklınıza gelebilecek her ses var, adeta sadece onların kullanımına açık bir tür işitsel kitaplık… Şafak vakti dikenli tellerin arasından esen kasım rüzgârı istesem üç tane seçenek sunuyorlardı. Tiyatro eseri fikrinden vazgeçip müzik albümünde karar kılınca yine bu doğal seslerden yararlanmak istedim. Ama tıpkı geleneksel folk tınısına yönelmekten kaçındığım gibi, basmakalıp doğa seslerini kullanmaktan da uzak durdum. Bu yüzden elimizdeki alan kayıtlarını elle manipüle edilen basit analog cihazlardan geçirerek gerçek zamanlı olarak işledik, albüm bu açıdan canlı kaydedildi denebilir. Ben, John Parish, Flood ve Cecil (Adam Bartlett) aynı odadaydık. Cecil alan kayıtlarını işliyor, doğal sesleri kayıt cihazında hızlandırıyor ya da yavaşlatıyor, programladıktan sonra klavyede çalıyordu. John ve ben onunla doğaçlama yapıyorduk, çalgıları birbirimizle değiş tokuş ediyorduk. Flood ise sık sık mikrofon kuruyor, ondan çıkan sesleri sahip olduğu çok eski synth’lerden birinin içine besliyordu. Çok acayip aletler, sanki eski bir tahta dolaptan telefon kabloları sarkıyormuş gibi. Her şey ev yapımı hissi veriyordu, her an bir şeyler elimizde kalabilirdi. Vokallerim de eş zamanlı olarak, davullar ve diğer çalgılarla iç içe kaydedildi. Tüm seslerin her bir mikrofona aynı anda birlikte sızması sayesinde bu güzel dünyanın kapısı açıldı. Bir düğmeye bastığınızda istediğiniz her şeyin gerçeğe dönüştüğü dijital mecraya defalarca girmeye çalıştım, ama her seferinde analog ekipmana dönüyorum. Dokunsal olanı, hataları, bir sesin tıslayıp işin bozulmasını seviyorum. Bu gelişigüzellikte büyülü bir şey var.

Doğaçlamaya hep yatkın mıydınız?

Bunu ilk kez Let England Shake’de (2011) denedim. Öncesinde, şarkılarımın aynen yazdığım gibi kalması konusunda ısrarcıydım. Yaşım ilerledikçe rahatlamaya başladım, stüdyodaki icracılara daha fazla özgürlük alanı açmanın şarkıların enerjisini yükselttiğini fark ettim. The Hope Six Demolition Project’in (2016) kayıtlarında bazen küçücük odada birlikte doğaçlama yapan on müzisyen olurdu. Stüdyoya getirdiğim şarkıların belli bir akor yapısı ve melodisi vardır, ancak bunların etrafında hareket edecek epey bir özgürlük alanı da mevcuttur. Etkiye açık olmalısınız, çünkü mutlaka iyi olmayan fikirleriniz de olacaktır.

Dorset lehçesinde sözcükler içimde hâlâ canlıydı, onları sanki biliyordum, ama bilmesem bile gırtlaktan çıkarken yaydıkları tını sayesinde anlıyordum. Bir sözcüğün ne anlama geldiğini bana anlatan şey sesiydi. Kendi kelimelerimi icat etmeyi arzu ediyordum. Aradığım kelimeyi lehçede bulamadığımda uydurdum.

Dorset lehçesi neredeyse kaybolmuş bir dil. Siz öğrenmek için epey çaba harcamış ve standart İngilizceyle birleştirerek kendi lisanınızı oluşturmuşsunuz. Bu yaptığınız, George Mackay Brown gibi şairleri ya da kayıp öyküler ve dilleri değiştirip tekrar hayat veren Doireann Ní Ghríofa ve Martin Shaw gibi hikâye anlatıcılarını anımsatıyor. Dorset lehçesini kullanmaya ilk ne zaman karar verdiniz?

Don Paterson’la ilk dersimizden önce kalem ve kâğıdımı hazırlamıştım. Don bana o gün teori yapmayacağımızı söyleyip neden şiir yazmak istediğimi sordu. Üç saatin sonunda, beş yaşıma dönmüştüm, evimizin yakınlarındaki ağacın altında resimler çizip ağlayan kız çocuğuydum. İlk yazdığım şiirlerden biri çocukluğumdan hatırladığım bazı kelimelere kayıyordu. O kelimeleri köydeki yaşlıların kullandığını hatırladım. Bugün hâlâ İngiltere, Galler ve İskoçya’nın kırsal kesimlerinde kullanılan sözcükler. Küçük insan topluluklarının kullandığı birçok ağız ve lehçe var, her biri çok kıymetli. Sözcükler içimde bir düzlemde hâlâ canlıydı, onları sanki biliyordum, ama bilmesem bile gırtlaktan çıkarken yaydıkları tını sayesinde anlıyordum. Bir sözcüğün ne anlama geldiğini bana anlatan şey sesiydi. O ilk şiirlerden sonra, Don bana bunun izlemeye değer bir istikamet olabileceğini söyledi. Bunun üzerine, eserlerinde bu lehçeyi kullanan William Barnes ve Thomas Hardy gibi şairleri okumaya başladım. William Barnes Dorset lehçesini sözlükleştirdi, o benim kutsal kitabım oldu. George Mackay Brown doğru bir atıf. Shakespeare kendi sözcüklerini icat etmişti, Mackay Brown ise kendi ikonografisini oluşturdu. O karakter inşa ediyordu, ben de karakterlerimi onun yaptığı gibi oluşturmayı, kendi kelimelerimi icat etmeyi arzu ediyordum. Aradığım kelimeyi lehçede bulamadığımda uydurdum. Zaten bir lehçenin vücut buluşu da bu şekilde gerçekleşiyor. Hata yapmanız diye bir şey mümkün değil.

Albümdeki şarkılardan birinden seçebileceğiniz favori bir kelimeniz veya cümleniz var mı?

Parçalardan birinin adı olan “Seem an I” güzel bir örnek. “Bana öyle geliyor ki” anlamında bir ifade. Zarif, güzel ve dokunaklı, şarkının tamamı o ifadeden filizlendi.

“Seem an I”da ıslak koyunları tasvir etmek için Dorset lehçesinden bir ifadeyle “bakımsız melekler” diyorsunuz. Sonrasında Ira-Abel’in nehir yatağından kil toplarken kırılan tırnaklarından bahsediyorsunuz. Kırsalda büyümüş bir kadın olarak bu imge dünyası sizin için doğal olmalı. Tabiat hakkında yazılan çoğu şey duygusal ya da romantik oluyor, siz yazdıklarınızı nasıl kire pasa buluyorsunuz?

Mizah duygusu demenin mantıklı olup olmadığını bilmiyorum. Ama bence kimsenin bilmediği, iyi bir mizah anlayışım var. Dünyada her gün fazlasıyla karanlıkla boğuşuyoruz, hakiki karanlığın içindeki mizahı algılayabilmek cankurtaran olabilir. Akşam karanlığında ıslak bir koyun ya da bakımsız bir melek görebilirsiniz, orada bir mizah vardır, ama buna ciddiyet de eşlik eder. Dişi koyunlara da “kılıksız anneler” diyorum, yine bir görüntü çağrıştırıyor. Don’un rehberliğinde öğrendiğim bir diğer şey şiirde kullanılan her kelimenin farklı boyutlar açmasının gerekliliği. “Bakımsız melekler” dendiğinde koyun postunun beyazlığının dışında ağırlığı ve ıslaklığı da akla düşüyor. Yapağı bazen dikenli çalılarda takılı kalıyor, yününü kırktığınız koyun gözünüze kılıksız görünebiliyor. Kullandığınız kelimelerin hakiki anlamlarına aklınızda beliren birçok görüntü eşlik ediyor.

Zamanın ve mekânın yok oluşu gibi tüm sınırları, erkekle kadın, hayvanla insan, doğal ile el yapımı arasındaki tüm ayrımları yok etmeyi arzuladım. Her karakterin ikili bir yönü olmasını istedim, erkek ve kadın. Doğrusallığı kırma çabamın, hayatın ihtimallere olabildiğince açık olması isteğimin bir yansıması.

Akla Bob Dylan’ın 2016’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığı dönemdeki tartışmalar geliyor. Yaptığı şeyin edebiyat olup olmadığı epey sorgulanmıştı. Şarkı, nesir ve şiir arasındaki sınır nerede çizilir? Ritm ve melodi eklemeye başladığınızda dilin anlamı nasıl değişir?

Müzik, yani ritm ve melodi, kendi duygusal niteliklerine sahiptir. Şiirin müziğe ihtiyacı yoktur, şiirdeki müziğin tamamı sayfada basılı olarak yer alır. Şarkı sözlerininse gerçekten müziğe ihtiyacı vardır. Şarkı sözü tek bir cümle gibi çok basit bir fırça darbesinden ibaret olabilir, müzik onu çoğaltıp geniş bir yankı ve anlam katacaktır. Hem müziği hem de şiiri gerçekten iyi yazabilen çok az sanatçı var. Örneğin, İskoç şair Robert Burns harika şarkı sözleri ve şiirler yazabilen birkaç kişiden biriydi. Bu şiirlerden bazılarının şarkı haline getirilmesi için sözlerin büyük ölçüde basitleştirilmesi gerekiyordu, çünkü müzik zaten çok fazla şey yapıyor. Şarkıda çok yoğun bir dile ihtiyacınız yok. Hatta bir şarkıda çok fazla kelime kullanılmasını itici buluyorum, elbette Bob Dylan gibi bir usta değilseniz.

Bir söyleşide karanlık temalara olan tutkunuz sorulduğunda yüzeyin altına bakmaya doğal bir eğiliminiz olduğunu söylemiştiniz. Bu açıdan bakınca, karanlık aslında aydınlatıcı olabilir. Siz hayat döngüsünün farklı yerlerini deşedururken uzun zaman gotik peri olarak anıldınız. Bu sizi rahatsız etti mi?

Etrafım ne yapmaya çalıştığımı anlamadıklarını fark ettiğim kişiler tarafından sarıldığında sinirlenmemeyi genç yaşımda öğrendim ve işimi yapmaya devam ettim. Meraklı biriyim, öğrenmeyi seviyorum. Tam da bu sebepten aynı şeyleri tekrar tekrar yapmaktan kaçınıyorum. Yüzeyin altındakine bakıp beni nereye götürebileceğini görmek ve buna cüret etmek bana heyecan veriyor. Her zaman böyle oldum. Hayat, keşfetmeye devam etmek için harika bir şey.

Son albümlerinizde tam olarak bunu yaptınız, başka birçok sanatçının gitmediği yerlere gittiniz. Savaşın vahşetiyle yüzleştiniz. İçlerinde saklı çirkinlikleri ve güzellikleri görebilmek için değişik şehirlerde gezdiniz. Şimdi de bizi farklı bir karanlığın hüküm sürdüğü bu kasabanın, ormanın içine çekiyorsunuz. Bu albümde karşımıza cinsel taciz çıkıyor, Ira-Abel kasabalı bir çocuğun saldırısına uğruyor. Kasabadaki başka erkek figürleri de istismarcı davranışlarda bulunuyor. Bunu öykünün kilit noktalarından biri yapmak neden önemliydi?

Kitapta bolca mizahın yanısıra, tıpkı hayatlarımızda olduğu gibi, yoğun bir karanlık da mevcut. Bunu yansıtmak istedim. Ek olarak, bir anlatıyı ilerletebilmek için belli kırılım anlarının var olması gerekiyor. Ben de öykümdeki ana karakteri dönüşüme yöneltecek ve kaderine doğru harekete geçirecek bir eşik noktası olarak bunu tercih ettim.

Öykü boyunca cinsiyetler ve hatta türler arasında büyüleyici bir değişkenlik var. Sanki insanlarla hayvanlar ya da insanlarla ruhlar arasında bir ayrım yok gibi. Cinsiyete dair akışkanlık diğer akışkanlık biçimleriyle nasıl bir bağlantıya sahip?

Zamanın ve mekânın yok oluşundan bahsettiğimiz gibi tüm sınırları, erkekle kadın, hayvanla insan, doğal ile el yapımı arasındaki tüm ayrımları yok etmeyi arzuladım. Her karakterin ikili bir yönü olmasını istedim, erkek ve kadın. Kullandığım isimler de tireli isimler ve her bir ismin anlamı var. Yine doğrusallığı kırma çabamın, hayatın ihtimallere olabildiğince açık olması isteğimin bir yansıması.

Sanırım bilinçdışımda, hiçbir şeyin sabitlenmesine tahammülüm yok. Kendi müziğimi dinlerken ya da başkasının müziğiyle mest olurken belirli bir şey hissetmiyorum. Canlı ya da ölü değilim. Kadın ya da erkek değilim. Sadece müziği hissediyorum. Bunun sadece hissettiğin, sadece deneyimlediğin, henüz hiçbir şeyin gerçekten adının olmadığı, o gerçekten saf yere dokunmayı istemekle ilgisi var. Çocukken hiçbir şeyin adı yoktur. “Mavi ne?” “Mavi ne demek?” “O niye mavi?” Bir şeyi ilk kez görmek ve ona tekrar bakıp ne olduğunu sormak gibi bir şey. Hayat siyah ya da beyaz değil, nüanslardan ve aradaki grilerden ibaret. Bana bu konuda ilham veren bir şair de Geoffrey Hill oldu. O, şiir yazımını parçalayıp yeniden kurdu. Anlatının, tarihin ve zamanın alışılmış kurallarını yıkıma uğrattı. Eskiyle yeniyi, çağları, kimlikleri birbirine geçiriyordu. Ne okuduğunuzu, kimin konuştuğunu bilemiyordunuz, çok heyecan vericiydi.

Bu albüme başladığınızda müzik yapma konusunda ufak bir krizdeymişsiniz. Orlam’a başladığınızda müzik sizin için birincilliğini yitirmiş. Peki, müzik tekrar merkeze döndü mü? Yoksa Ira-Abel gibi dönüştüğünüzü, sürekli farklı mecralarda üreten, bütünsel açıdan daha yaratıcı biri olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?

Bu bahiste William Blake’i anabiliriz. Şarkılar besteledi, harika desenler çizdi, inanılmaz şeyler yaptı. Bence sanatçılar eskiden beri aynı anda birçok şey yapıyor. David Lynch sadece bir yönetmen değil, bir sanatçı. Steve McQueen film çeken biri olmanın yanısıra bir heykeltıraş. Çok fazla böyle örnek var, sanatçıların farklı mecralar arasında gezinmesi çok doğal.

Geçici bir süre müzikle bağlantımı yitirdiğim doğru. The Hope Six Demolition Project döneminde çok zorlanmıştım, birkaç iyi şarkı üretmek için çok fazla çöpe giden şey yazmam gerekmişti ve yaptığımdan zevk almıyordum. Albümü kaydeder etmez turneye çıkmıştık. Sahnedeyken bazen kendimi uzaktan izleyip o an orada ne işim olduğunu sorguluyordum. Ellilerime yaklaşıyordum, bir durup elimde kalan kısıtlı zamanla ne yapmak istediğimi düşündüm. Bunun öylesine gelip geçici bir dönem olduğuna kendimi inandırıp sıkıntımı daha da çok çalışarak hafifletmeyecektim. Gerçekten yapmak istemediğim hiçbir şey yapmadım.

O dönem Steve McQueen’e bu konuda yaşadığım üzüntüyü anlatıyordum, sanki tüm neşemi kaybetmiştim. Beni sınırları unutmam ve sadece sevdiğim şeylere odaklanmam için cesaretlendirdi. Bana şöyle dedi: “Neyi seviyorsun? Kelimeleri, resimleri ve sesleri… Sadece bu üç şeyle neler yapabileceğini bir düşün. Albüm ya da tablo olması şart değil. Elinde sevdiğin bu üç şey var.” Bu, içimdeki neşeyi tekrar bulmama yardımcı oldu. 17 yaşında ilk kez şarkı yazarken hissettiğim hazzı hatırladım. Önceleri, sadece kelimelerle hemhâldim, onları müzikle bir araya getirince yaşadığım katıksız sevinci artık kaybetmiştim. Orlam’ı yazdığım, tek başıma epey vakit geçirdiğim bu yolculuk boyunca sevdiğim şeyleri yeniden alevlendirip onların arasındaki tüm sınırları kaldırdım. Şu an daha bir neşeyle dolu hissediyorum. Sanki her şey tekrar mümkünmüş gibi.

Kaynaklar: NPR, New Yorker, Guardian, Crack