Ignacio Iturria, “Sahne”, 2008
2024 TÜRKİYE’Sİ İÇİN SEKİZ İŞARET LEVHASI
“Biz” ve gelecek

Çürüme.

2023’te, özellikle yılın ikinci yarısında, siyasal-toplumsal hadiseleri tarif ederken, yorumlarken en sık, en yaygın başvurulan sözcük “çürüme”ydi. Birçok yazıya, makaleye de konu oldu.

Ama herkes farkında, o sözcüğün çarpıcılığı, ağırlığı bile yetmiyor olup biteni tarif etmeye. Sözün yetmediği yerdeyiz. Şimdilik “çürüme”yle yetiniyoruz. 

“Çürüme”yi, sözcüğün gündelik kullanımına ekonomi-politik, sosyo-politik içerik kazandırarak kavramsallaştıran Korkut Boratav oldu. Örneğin, 17 Kasım 2023 tarihli yazısında şöyle diyordu:

Sermayenin tahakkümünü daha da ağırlaştıran bu ortam faşizme geçiş içinde yaşanmaktadır. Bileşkesini, ekonomiyi ve tümüyle üstyapıyı içeren kapsamlı bir çürüme olarak ifade edebiliriz.” (Vurgu Boratav’ın.)  

Bu yazıdan iki ay önce de, 19 Eylül’de, gazeteduvar’daki söyleşisinde şu saptamayı yapıyordu:

Ekonominin çökmesi değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz. Çürüme ve dağılma diye de bir süreç var. Uzun sürerse afyon gibi alışırsınız, ‘hayat budur’ diye… Çöküşten daha kötü bir şey bu. Diğer bir uçta da vahşi kapitalizmden nemalananlar, büyük rantları gelire dönüştürerek parazitleşen yaşam tarzlarını sürdürenler var… Öte yandan, toplumsal çürümenin, kapitalizmin vahşileşme konjonktürünün ötesine giden İslâmcı faşizm boyutu da var.”

Korkut Boratav e-Express’in bu sayısındaki 2023-2024 panoraması odaklı söyleşisinin çeşitli bölümlerinde de “kapsamlı çürüme”yi iktisadi göstergelerle bağlantısını kurarak vurguluyor:

Faal nüfusunun dörtte birini aşan bir bölümünün işgücü piyasasının dışında kaldığı kronik bir toplumsal bunalım hali ‘Türkiye’nin yeni normali’ olacaktır. Yüzde 35-40’a yerleşen bir enflasyon, bölüşüm ilişkilerinin ‘yerli ve milli sermaye’ lehine sürmesini de sağlayacak. Bahsettiğimiz gelecek, kronik bir bunalımdan ziyade, bir çürüme anlamına geliyor. Bu ortamı başka türlü betimlemek zor. Toplumsal bunalımın yerleştiği, büyük çalkantıların, iktidar değişikliğinin yaşanmadığı bir Türkiye toplumu istikrar içinde çürümeye mahkûm olacaktır. Kabul edemeyeceğimiz gelecek tablosu budur.

İşaret levhaları

2024 bu “kabul edemeyeceğimiz gelecek tablosu”yla başladığına göre, üzerimizdeki yükümlülük çürümeyi bertaraf etmek, en azından geriletmek…  

Asıl soru, büyük soru: Nasıl?

Kolay cevaplar, kestirme çözümler yok, sadece hangi yollardan yürümemiz gerektiğini gösteren işaret levhaları var.

Çürümenin kaynağı sermayenin tahakkümü ve AKP-MHP faşizmi olduğuna göre, ilk levha bu ikiliyi geriletmenin yollarına yoğunlaşmak. Hedefin adını koyarak seferber olmak.

14-28 Mayıs seçimleriyle gelinen yer ortada. Önümüzdeki yerel seçimler temsil siyasetinde, temsili demokraside –2028’e dek– son durak. Sonrasındaki seçimsiz dört yılda faşizmin geniş, engebesiz bir zeminde alabildiğine kurumsallaşacağını, bugün “çürüme” diye adlandırdığımız durumun nerelere varacağını, ne denli derinleşeceğini öngörmek zor değil. Her adımı bu öngörüyle atmak, mücadelenin araçlarını bu öngörüyle düşünmek, geliştirmek gerektiği apaçık.

İkinci levha iki yöne işaret ediyor: Yerel seçimler ve 31 Mart sonrası. İlki ikincisine açılıyor. İlki AKP-MHP faşizmine yerel yönetimleri kaybettirme hedefi. O hedefe 31 Mart sonrasındaki uzun dönemi gözeterek, onun hazırlığını yaparak, mevzilerini kurarak yürümek. Asıl hedefin önümüzdeki seçimsiz dönem olduğunu hiç akıldan çıkarmadan. 

 “Canavarlar zamanı”

Üçüncü levha bu yürüyüşün alfabesi: Mücadeleyi temsil siyasetinin ötesine taşımak; çoğaltmak, büyütmek, güçlendirmek: Direnişi, dayanışmayı, ortak paydaları, ortaklaştıran dili, buluşma zeminlerini, çapraz bağları… Bunlar herkesin bildiği, söylediği şeyler –alfabe çünkü, “en geniş cephe”yi oluşturmanın alfabesi. Gene de pekâlâ gözardı edilebiliyor, 14 Mayıs seçimleri sürecinde Emek ve Özgürlük İttifakı’nda olduğu gibi. Halbuki, hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken temel hakikat, Gramsci’nin Mussolini faşizmi döneminde söylediğinin günümüzü de tarif etmesi: “Canavarlar zamanı”ndayız. Böyle bir zamanda alfabeden şaşmamak hayat memat meselesi.    

Gramsci deyince dördüncü levhaya geliyoruz. “En beter korkular karşısında bile umutsuzluğa kapılmayacak, her ahmaklıktan heyecan duymayacak, ayık kafalı, sabırlı insanlar” olmak ve şu çağrıya bigâne kalmamak: “Kendinizi eğitin, çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız olacak. Kendinizi uyandırın, çünkü tüm coşkunuza ihtiyacımız olacak. Kendinizi örgütleyin, çünkü bütün gücünüze ihtiyacımız olacak.”

“Örgütü örgütlemek”

“Kendinizi örgütleyin” düsturu beşinci levhaya götürüyor, örgütlenmenin nasıl’ına. Burada sözü Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eşsözcüsü, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek’e bırakalım. 14-28 Mayıs seçimleri sonrasında HDP’de yürütülen özeleştiri sürecinin kapsamlı bir muhasebesini 1+1 Express’teki söyleşisinde yapan Çiçek’in örgütlenme üzerine söyledikleri sadece HDP-DEM için değil, tüm sol-sosyalist partiler, örgütler için geçerli saptamalar. Lâyıkıyla nakletmek uzunca bir kolajı gerektiriyor:   

Örgütü örgütlemek, dönemin en ivedi görevlerinden. Örgütü örgütlemek, mücadelenin öznesinin de somutlaştırılması amelidir. Örgütü örgütlemek ikili bir hatla mümkün. Birincisi, toplumsal direniş ilişkilerine akmak, toplumsal öznelerle buluşmak, birlikte eylemek, bu birlikteliğin karşılıklı dönüştürücü etkisiyle ilişkileri politikleştirmek. İkincisi, ideolojik çalışmalarla kadro politikasını kurmak. Bu ikili hattın birlikte hayata geçirilmesi, içerde sıkı bir örgüt, dışarda kapsayıcı bir yapının inşası demektir.

Örgütsel çalışmalarımızı toplumsal hareketliliklerin, kaynamanın olduğu yerlerde var edemezsek siyasal hakikatimizi ıskalayan bir yapı olmaktan kurtulamayacağız. Örgütsel daralma ve içe büzüşme risklerini ancak siyasal ve toplumsal olana odaklanarak, açılarak aşabiliriz.

Sıkça söyleriz, ‘ev çalışmaları yapalım’ diye. Ama o ‘kapısını çalmamız gerekiyor’ dediğimiz işçi burnunuzun dibinde ekmeği için direnişte, eylemde, grevde. Onunla kendi eyleminde buluştuğunuzda, onun evini de ziyaret etmiş oluyorsunuz. Size kapısını açma ihtimali olmayan bir işçi, köylü, kadın, genç eylemde size gönlünü açıyor.

İhtiyacımız olan da bu sahici ortamlardır. Mücadelenin içindekilerden, öznelerinden kurulamayan örgütler, dayandığı sınıfa dair politika üretmekte de zorlanıyor haliyle.

Yarını bugünden kurmak

Cengiz Çiçek’in bu söyleşide söylediklerinin bir kısmı da ikinci ve üçüncü levhalara “zeyl” sayılabilir. O gözle, o sırayla okuyalım:

Yarını bugünden kurmamız gerekiyor. Kayyumlar öncesi süreçte belediyecilik faaliyetlerini, öz örgütlenme anlayışıyla sokağa, mahallelere, köylere taşıyarak köy komünleri, meclisler, üretim ve tüketim kooperatifleri kurabilseydik, kayyum politikası bu düzeyde sonuç almayabilirdi.

Toplumsal hayatın içinde adalet, eşitlik, özgürlük değerlerini nasıl yayacaksınız? Kendi partinizin çıkarlarını da kollayan, ama hareketin-partinin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını daha fazla birbirine yakınlaştıran, ortaklaştıran hegemonyayı nasıl kuracaksınız? Bizim hegemonyadan anladığımız parti çıkarı değil tek başına, toplum çıkarını parti çıkarıyla eşitlemek.

Toplumun çıkarlarını öncelemek, ortak paydaları büyütmek olmalı işimiz. Bu bakış açısıyla hareket etmediğimiz sürece, parti sadece kendisi için var olur –ki bu da yabancılaşmanın, çürümenin alâmet-i farikası olur.”

Feride’nin öyküsü

Altıncı levhada bir roman kahramanı var: Feride. Dördüncü levhadaki “En beter korkular karşısında bile umutsuzluğa kapılmayacak, her ahmaklıktan heyecan duymayacak ayık kafalı, sabırlı insanlar” olmaya edebi bir örnek. Ender Öndeş’in Ben Feride, Bu Benim Sesim’in Feride’si “özneleşme” dinamiklerine de ışık düşürüyor. Öndeş’in 1+1 Express’teki söyleşisindeki şu sözlerinin altını çizelim:  

Korkunun miktarı arttığında, kolektif korkma hali başladığında, haysiyet denen şeyle korku karşı karşıya geliyor ve her zaman değil ama, bazen haysiyet kazanıyor. Kazansın yani!

Belli bir yere kadar Feride kendini bir özne olarak algılamıyor. Mücadele edecek gücünün olmadığını düşünüyor. Ama bir şeyler değişmeye başlıyor. Belli bir noktada gözlerindeki ifade bile değişiyor. Ne yaptığını bilen birine dönüşüyor. O zaman hikâyenin öznesi oluyor.

Süper bir kahraman çıkmıyor [Feride’nin] içinden, aslında en sonunda bile çıkmıyor. Bir süper kahraman değil hiçbir zaman. Ortalama, kendine yetecek bir aklı ve yaşama iradesi var. Korku akıllandırıyor onu. Korku ve öfke çözüm yollarını ortaya çıkarıyor. Yapma iradesi, yapmanın yollarını ve yöntemlerini beraberinde getiriyor. Duvarın üstünden atlıyor Feride, bir dünyadan ötekine geçiyor.

Biz onları yenebiliriz, mümkündür. Bu nasıl örgütlendiğimizle, nasıl bir zekâyla yürüdüğümüzle ilgilidir. Yapılamaz gibi görünen işler yapıldı bu memlekette.”

Sınıfsal muhalefet

Yedinci levha Gramsci’nin ünlü sözü: Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.

Korkut Boratav’ın gazeteduvar’daki söyleşisinde, çarpıcı bir an var.

“Cumhuriyetin 100. yılını bitirmemize günler kala şu soruyu size bilhassa sormayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, vadettiklerini de düşünerek geldiğimiz noktada sermaye ve emek açısından tahlili nasıl yaparsınız?” sorusunun ardından, söyleşiyi yapan Gülümhan Gülten bir parantez açıyor: “(Korkut Hoca’nın burada yüzü gölgeleniyor. Susuyor ve önüne bakıyor. Sonra, ‘bunu koymayalım söyleşimize’ diyor. ‘Neden hocam?’ diyorum. ‘Kötümserim de onun için’ diyor. Artık üzgün ve sessiz. Sessizliği ben bozuyorum.)

Gülümhan Gülten soruyu yeniden formüle ediyor. Boratav, ekonomiye dair bir yorumla başladığı sözü, umut bağladığı seçeneğe getiriyor:

Emekçi sınıfların saflarında İslâmcı faşizmin kök salmasını önleyecek tek direnme gücünün, Cumhuriyetçi ve sosyalist bir muhalefet cephesinde olduğunu düşünüyorum. Bu seçenek, bugün sadece Türkiye’nin birkaç parçaya ayrılmış olan sosyalist, komünist, devrimci partilerinde, örgütlerinde var

Ve bu partilerin bugün hareketsiz olan geleneksel Cumhuriyetçi kalabalıklarla, örneğin CHP’nin kitle tabanıyla bütünleşmesi gerekiyor.”

Ama hedefi sözünü ettiği kalabalıklarla, tabanla sınırlı görmüyor Boratav. Bu söyleşiden üç ay önce, 16 Haziran tarihli, “Seçim ve sonrası: Bazı düşünceler” başlıklı yazısını şöyle bitiriyor: “… ‘Seçim depremi’ sonrasında Sol örgütlerin hedefi işyerlerinde, mahallelerde, köylerde AKP’nin ve gericiliğin ideolojik olarak ‘fethettiği’ insanlar değilse kimlerdir?

Bu cümlenin hemen öncesinde yaptığı çağrının da altını çizelim: “Düzen muhalefetinin yarattığı kritik boşluğu doldurmak, adeta kendiliğinden Sol’a düşüyor” dedikten sonra, Ergin Yıldızoğlu’nun “bugünkü durumun içindeki güçler dengesini değiştirme potansiyeli sol harekette” sözünü aktarıp şöyle devam ediyor: “Bu potansiyeli, Türkiye Solu’nun yakın tarihinde, Üç Fidan’ın elli bir yıl önce idam sehpasındaki çağrıları simgelemişti. Öğrenip sahiplenmek, gereğini yapmak bugünkü sosyalist, komünist partilerin üyelerine, militanlarına düşüyor.

Mayıs seçimlerinin 14 ay öncesinde, Mart 2022’de, artıgerçek’teki söyleşisinde, aklın kötümserliğiyle iradenin iyimserliğini buluşturan bir uyarı ve saptama yapıyor:

Bunca yaşananlara rağmen, AKP’nin birinci parti olamadığı hiçbir anket yok. Bu basit olgu dahi muhalefeti rehavetten çıkaramıyor. Algılama bozukluğu ancak bu kadar olur! Sol muhalefet dahi TV kanallarında, gazetelerinde ‘iktidar gidicidir’ söylemini sürdürüyor. Yok ortada öyle bir tablo!

Düğümü sosyalist partileri ve HDP’yi de dahil edecek sınıfsal bir muhalefet çözebilir.

Yanıtsız sorunun muhatabı

2023 seçimlerinde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın düğümü çözememesi, başka etkenlerin yanı sıra, yeterince “sınıfsal bir muhalefet” olmamasına da bağlanabilir.

Bu “olmayış” iki meseleyi akla getiriyor. Biri, beşinci levhadaki şu saptama: “Mücadelenin içindekilerden, öznelerinden kurulamayan örgütler, dayandığı sınıfa dair politika üretmekte de zorlanıyor.

Diğeri, Korkut Boratav’ın Necmi Erdoğan’ın Kayıp Halk adlı araştırmasından hareketle dikkat çektiği durum:

“[Kayıp Halk] bugünkü toplumsal bunalım ortamında yoksularla yapılan çok sayıda yüz yüze röportajı da değerlendiriyor. Ve ortaya çıkıyor ki, büyük kent yoksullarının saflarında ‘niçin yoksulsunuz?’ sorusu yanıtsız kalıyor. Zira, yetişkin hayatları boyunca bu soruyu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar. Düzeni suçlamak bir yana, günlük hayatlarında ve çalışma koşullarında karşılaştıkları işverenleri, zenginleri veya hükümeti sorumlu görmelerine yol açacak sınıfsal refleks ve algılama melekesi dumura uğramış.

Kritik belirlemeyi tekrarlayalım: “Niçin yoksulsunuz? sorusunu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar.” Gereğini yapmak elbette “sınıfsal muhalefet”e düşüyor.

Mümkünün kıyısı

Bu fasıl nasıl açıldı, nereden buraya geldik, hatırlayalım. Bu levhayı (Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği) altıncı levhanın son paragrafı çağırdı: “Biz onları yenebiliriz, mümkündür. Bu nasıl örgütlendiğimizle, nasıl bir zekâyla yürüdüğümüzle ilgilidir. Yapılamaz gibi görünen işler yapıldı bu memlekette.” Oradan buraya geldik. Şimdi devam edebiliriz.

Sekizinci levha “Biz”. Evet, “biz” kimiz? Az önce Üç Fidan’ın idam sehpasında söylediklerini andığımıza göre, bu soruyu iki dilde soralım: “Biz kimiz / Kîne em?”

Bu çetrefil soru bu sayıdaki “21. yüzyılın şiiri” başlıklı yazıda etraflıca ele alınıyor. Burada özet geçelim. Biz: Sermaye tahakkümüne ve faşizme karşı mücadelenin “kader ortakları”, yoldaşları.

Evet, “biz” onları yenebiliriz, mümkündür. Ve evet, yapılamaz gibi görünen işler yapıldı bu memlekette. Yine yapılabilir. Elbette bu seferki koşullar geçmiştekilerden çok farklı. Ve elbette mücadelenin perspektifi, kendisini var ediş biçimi ve içeriği şimdiye cevap olmalı. Öyle olursa, yapılamaz gibi görünen yapılabilir.

Yapılamazsa tufan.

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI