ŞEHİR HATLARI
FOÇA

Sürgünler Kavşağı

Vaktiyle İyonya’nın Phokaia kenti. 19. yüzyıla dek gezginlerin ve korsanların durağı, işlek bir liman. 1800’lerde önemli bir iktisadi merkez. Müslüman ve Rum nüfus iç içe. 1914’te, “Kara Haziran” pogromunun sahnesi. Sonrasındaki sekiz yıl boyunca büyük göçlerin ve sürgünlerin kavşağı. Bugün turizm odaklı bir sayfiye kasabası. Foça’nın geçirdiği büyük dönüşümü ve demografik değişimi, “Foçateyn –Foça’nın Büyük Dönüşümü” (İletişim, 2023) adlı kitabın yazarı, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Emre Erol’dan dinliyoruz.
Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
Felix Sartiaux ve ekibi tarafından Rumların şiddet zoruyla kovulmaları sırasında çekilmiş bu fotoğraf geç dönem Osmanlı tarihi zorunlu göçleri içerisinde olayların yaşanma ânının kadraja yansıdığı nadir örneklerden. Fotoğrafın kaynağı ve aynı güne dair başka fotoğraflar için: Haris Yiakoumis

Foçateyn’i yazmaya sizi yönelten ne oldu, nasıl bir süreçte yazdınız kitabı?

Emre Erol: Bunun bilimsel, kişisel ve araştırma disiplininin dinamiklerini içeren pek çok nedeni var. Kişisel birkaç nedenle başlayayım. Türkiye’de yaşayanların aşağı yukarı üçte birinin aile tarihlerinde bugünün Türkiye’sinin sınırlarının dışına uzanan bir göç geçmişi vardır, iç göçleri de hesaba katarsanız bu oran daha da büyür. Benim ailemde de böyle hikâyeler var. Ailemin bir kısmı kaybedilen imparatorluk coğrafyasından kovularak, Foça da dahil Türkiye’nin çeşitli yerlerine yerleşmiş insanlardan oluşuyor. Yani, kitabın belkemiğini oluşturan göç temasıyla aile tarihim örtüşüyor. Fakat beni Foça üzerine çalışmaya iten tek kişisel sebep bu değil.

Emre Erol

Yüksek lisansımı yaptığım yıllarda, heyecan ve hevesle araştırma yapabileceğim bir doktora konusu arıyordum. “Tezimi yazarken edebiyata da meyledebilirim” düşüncesiyle aldığım yaratıcı yazarlık eğitimlerinden birinde, bir yöntem öğrendim: “Edebiyatta empati hissini aktarabilme hüneri geliştirebilmek için kendi hikâyenizi kurgulaştırarak çalışabilirsiniz.” Bu yöntemle haşır neşir olunca “Benimle kişisel bağı olan bir konu üzerine araştırma yaparsam doktora sürecimi daha motive geçirebilirim” diye düşündüm. O sıralarda emek tarihi, siyasi ideolojiler –özellikle sol akımlar ve milliyetçilikler– ilgimi çekiyordu. Aile bağlarım neticesinde çocukluğumun geçtiği Foça’yı merkeze alarak “Osmanlı’da sol hareketler, işçi hareketleri, milliyetçilikler ve göç konuları ile Foça arasında bir ilişki olabilir mi?” diye düşünmeye başladım.

Osmanlı’daki sol hareketlerle Foça ilişkisine bakarken, kitabın odağındaki göç konusuna nasıl uzandınız?

Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra, Osmanlı’nın birçok liman kasabasında liman işçilerinin dalgalar halinde iş bırakma eylemleri yaptığı görülür. Osmanlı Ermenilerinin İstanbul’da kolektif iş bırakma gibi eylemleri ve örgütlenmeleri üzerine bir tez okumuş ve “Acaba benzer bir tez Doğu Akdeniz liman kent ve kasabaları için de yazılmış mıdır?” diye sorgulamıştım. Foça üzerine akademik bir çalışma yapılmamış olduğunu görünce, “Bunun bir benzerini Foça için nasıl yapabilirim” diye düşünüp tarihi malzemeyi görebilmek adına belge toplamaya başladım.

Foça’da Balkan Savaşları’ndan hemen sonra, ama Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yaşanan zorunlu göç dalgasıyla ilgili farklı arşivlerden –Fransız, İngiliz ve Osmanlı arşivleri– birçok belgeyi inceledim. Bu beni Foça’nın sol hareketler ve liman işçilerinin tarihinin ötesinde, Balkan Savaşları’yla beraber yaşadığı bir “büyük dönüşüme” götürdü. Bu dönüşüm işçi hareketlerine baktığım dönemden farklı olarak ekonomik bir büyüme tarihi değil, küçülme ve yıkım odaklı bir dönüşümün tarihiydi.

Kitapta okuyucuya, Foça’da oturduğunuz bir iskemleden sesleniyorsunuz. Oradan etrafa baktığınızda günümüz Foça’sı nasıl görünüyor?

Bugün o sandalyeye oturup Foça’ya bakarsanız, temel geliri turizm olan ve son yıllarda artan bir ivmeyle kalabalıklaşan bir sahil kasabasını görürsünüz. Dinamikleri her ne kadar geçmişten farklı olsa da göç dönüştürücü bir olgu olarak karşınızdadır. Sahil hattında turizm, kasabanın çeperindeyse büyük kentlerden göçüp burada ev satın alanların talepleriyle dönüşen mahalleleri fark edersiniz. Bunun bir nedeni Türkiye’de yaşam tarzlarının “gettolaşma”sıdır diyebiliriz.

Gettolaşmadan kastınız ne?

Belli yaşam tarzları sosyo-ekonomik dinamiklerin neticesinde belli bölgelere yoğunlaşıyor. İstanbul’un aşırı büyümesinden ötürü, insanların huzurlu bir yaşam sürebilecekleri yerlere kaçış eğilimi ortada. Politik iklim de insanları yer değiştirmeye itiyor. Resmi verilere göre, 2022’de Foça’yı da içine alan İzmir bölgesi emlâk fiyatlarının en çok arttığı üç ilden biriydi. Bugün o iskemleden Foça’ya bakınca hâlâ göç görüyorum. Kitapta da aynı iskemleden geçmişin Foça’sına bakıyor, o dönemlerin göç olgusunu merkeze koyuyor ve kitap sonlanırken de okuyucuyu bugün yaşananları geçmişte yaşananların bilgisi ışığında değerlendirip bir muhasebe yapmaya davet ediyorum. 

Kojin Karatani, İzonomi ve Felsefenin Kökenleri isimli kitabında, Atina’da çalışmaktan memnun olmayanların İyonya Krallığı’na göç ettiğini söylüyor. Foça, antik adıyla Phokaia, İyonya şehirlerinden biri. Foça’nın antik tarihi nasıl?

Eski Foça, modern yerleşimin antik yerleşimin neredeyse tam olarak üzerine kurulduğu bölgedeki sayılı örneklerden. Bugün eski ve yeninin iç içe olmasında bilinçli belediyecilik ve Anıtlar Kurulu’nun kültür varlıklarına sahip çıkmaktaki başarısı büyük rol oynadı.

Tabii yıllar içinde kentin Osmanlı dönemi mirası ile önceki dönemlere ait kültürel miraslarından hangisinin korunmaya daha lâyık olduğu ile ilgili tartışmalar yaşandığını da belirtmeliyim. Bir dönem modern mirasın kentin daha geçmişteki mirasını ortaya çıkarmak adına gözden çıkarılmasının tartışıldığını anımsıyorum.

Günümüzde “Küçük Deniz” olarak bilinen sahil hattı, ekseriyeti 19. yüzyılda inşa edilmiş Osmanlı Rumlarına ait bina ve kültürel miraslarla doludur. O sahil hattının önündeki görkemli bir binanın önündeki hayali iskemleden Beş Kapılar Kalesi’ne bakmaya davet ettiğim okuyucu bugün de o manzaraya bakacak olursa, kalenin duvarında birbirinden farklı dört döneme ait sur taşlarını ve altında yatan antik kentin izlerini görebilir. Kalenin içinde başlatılmış bir arkeolojik kazı da Foça’nın çok katmanlı tarihini sergilemek için muazzam fırsat sunan ve müze olarak açılmayı bekleyen son derece önemli bir kültür mirası.

“Eski ve Yeni Foça” ayrımı oldukça geriye uzanıyor. Kitabınızda bu ayrımın başlangıcını 1620’lere kadar götürüyorsunuz. Foça’nın iki isimli olmasının nedeni ne?

Foça 15. yüzyılın ortasında Osmanlı kontrolüne girince, bugün “eski” ve “yeni” Foça olarak bilinen yerleşimlerin artalanları tek bir idari yapı altına alınıyor. “Teyn Osmanlı Türkçesinde sıkça kullanılan Farsça kökenli ve “ikili, iki anlamına gelen bir ek. Nitekim, Foça’nın Osmanlı idari sisteminde “Foçateyn” olarak adlandırılması da iki önemli liman kasabasını kapsayan bir idari yapıdan oluşması sebebiyledir.

Foça, 17. yüzyıl. Gravür: Cornelius de Bruyn

Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn kitaptaki referanslarınızdan. Onun yolu Foça’ya nasıl düşüyor, 17. yüzyıl Foça’sı onun gözünden nasıl görünüyor?

Cornelius de Bruyn “Hollanda’nın altın çağı” olarak bilinen dönemde dünyayı gezen sayılı gezginlerden. Bruyn Ege’nin limanlarını gezer, İzmir’i uzun uzun anlatır. İzmir’den dönüşü sırasında korunaklı bir liman ararken yolu Foça’ya düşer. Çünkü Foça limanı coğrafi yapısından ötürü hâkim rüzgârları keser, modern bir liman inşa edilmediği dönemde bile korunaklıdır.

Bruyn’ün ziyareti modern dönüşümlerin arifesinde Foça’da yaşamın neye benzediğine dair eşsiz bir pencere açıyor. Muhteşem Foça çizimleri yapmış Bruyn. İki kısa çayın Büyük Deniz’le Küçük Deniz arasındaki yarımadayı neredeyse bir ada haline getirişini betimliyor mesela. Ayrıca, kentin eski su kemerlerini detaylı bir biçimde çizmiş. Bruyn’ün çizimlerinden, izlenimlerinden modern dönüşümler öncesi bir kasaba hayatı görüyoruz Foça’da. Yazdıklarından kalenin dışında devletin elle tutulur bir gerçeklik olmaktan çıktığını ve siyasi otoritenin bugüne kıyasla ne kadar sınırlı olduğunu da anlıyoruz. Bir anlamda Foça’da imparatorluk kale surlarının içinde var ve fakat dışında yok.

Bunun anlamı ne?

Kalenin dışı devlet otoritesinden azade. Pre-modern devlet açısından bu çok normal bir şey. Ekonomik faaliyetin büyük ağırlığı kale içinde dönüyor. İmparatorluğun iç piyasası çok büyük, devlet de neredeyse tekel. Devlet bazı ürünleri –ki bu ürünlerin çoğu Foça’da üretiliyor– sabit fiyatla başkente alıyor. Önce başkentin, sonra iç piyasanın, daha sonra dış piyasanın ihtiyaçlarının karşılandığı bir hiyerarşi var. Dış piyasaya giden mal hacim olarak düşük olduğu için ekonomik olarak büyük bir payı yok.

Fakat bu tablo Foça özelinde 19. yüzyılda değişiyor. Devletin çizdiği ekonomi kurallarının dışına pek çıkılmayan bir dünya yerini sistemde delikler ve kaçakların olduğu yeni bir gerçekliğe bırakıyor. Bunun bir izdüşümü de korsanların bölgedeki aktiviteleri.

Katalan tarihçi Josep Fontana 1756-1848 Kapitalizm ve Demokrasi adlı kitabında kapitalizmin ilk zamanlarında iki ilerici evre olduğunu söylüyor. Bunlardan biri köylü isyanları, diğeri korsanların oluşturduğu, kapitalist pazara alternatif, Atlantik Okyanusu’na yayılan mübadele ağları. Korsanlar Foça’daki ekonomik sistemde nerede duruyor?

Korsanların devletin hem içinde hem de dışında olduğunu söyleyebiliriz. En yüksek parayı kim verirse onun yanındalar. Bu Barbaros Hayrettin için de böyle, adını duymadığımız nice başka Akdeniz korsanı için de.

Foça bağlamında korsanların ekonomik bir fonksiyonu var. Çünkü dış piyasadan bir talep var. İç piyasa koşullarıysa, tabiri caizse, “Bütün kuru üzümü önce başkente, yani İstanbul’a yollayacaksın” diyor. Ama dış piyasa daha yüksek fiyat veriyorsa, yerel üretici açısından korsanla işbirliği yapmak daha fazla kazanç anlamına geliyorsa, sistemde “delikler” oluşuyor. Tabii bu da riskli. Bu risk de gümrük memurlarına rüşvet vererek aşılıyor.

Korsanların Foça’yı tercih etmesinin nedeni ne?

Devletten kaçanlar için dağlar ve denizler çok kullanışlı. Denizlerde sabit durulamaz, kontrol noktaları kurulması zordur. Dağlar ise sarptır. Otoriteden kaçıyorsanız zor coğrafyalara gidersiniz. Foça da denizin kıyısında bir liman ve adalarla çevrili. Bu yüzden Foça’da korsanlığın kökleri Osmanlı İmparatorluğu himayesinden öncesine gider ve bugün dahi insan kaçakçılığı rotalarından biri olması bu coğrafi olgunun bir neticesidir.

Foça’nın ekonomik potansiyeli çok büyük. Bu potansiyeli Akdeniz ticaretinin hacmine mi bağlamak gerekiyor?

“Ege” çok sonradan ortaya çıkan bir coğrafi tanımlama. Akdeniz bir sürü küçük limanın birbirine bağlandığı bir ağ. Eski ve Yeni Foça bu ağın içinde. Foça çok uzun bir süre, güncel tabirle, bir devlet tekeli, yani devletin başat aktör olduğu bir ekonominin içinde kalıyor. Devletin ekonomik kontrolü zayıfladıkça gediklerden piyasa dinamiklerinin Foça’ya sızdığı bir denklem kuruluyor. 1820’lerden sonra çok süratli bir dönüşüm başlıyor. Bu dönüşüm tuz üretimiyle mümkün oluyor. Öyle ki, Düyûn-ı Umûmiye’nin bir numaralı kaynağı Foça tuzu.

Tuz üretimi Foça’nın ekonomik hayatını nasıl dönüştürüyor?

Foça’nın 19. yüzyılda gerçekleşen hızlı ekonomik büyümesinin ana motoru tuz üretimi. Tarım, ticaret, taşımacılık gibi faaliyetlerden de söz edebiliriz. Ancak, tuz stratejik bir ürün ve ekonomideki yeri itibarıyla liste başında. Devlet tekelinde üretiliyor. Ancak, Osmanlı devleti 19. yüzyılda Foça’daki tuz madenlerinin işletmesinde kısmi özelleştirme diyeceğimiz bir sisteme gidiyor.

Tam olarak şahsi bir mülkiyet yok, ama kişiler tuz üretiminin işletme hakkını satın alabilmeye başlıyor. İşletme hakkını alan “reis” devlete bir pay veriyor. Altyapı yatırımlarını yapması gereken de aynı kimseler. Fakat üretim aralarında kadınlarında olduğu bölgenin işçileri tarafından yapılıyor.

Bu bağlamda Osmanlı Rum vatandaşı Ioannis Fratzeskou’nun –Françesko Oğlu Yanni– hikâyesi sıradışıdır. Foça’ya yakın bir yer olan Çamaltı’nda çıkarılan tuzun tamamı Foça’ya getiriliyor. Fratzeskou Çamaltı’nda yatırımları olan bir müteşebbis. Babadan oğula geçen işletme hakkını açık artırma usûlüyle devralmış. Üretimi optimize etmek için yatırımlar yapıyor ve sonuç alıyor. Dekovil hattı ve elektrik santrali kuruyor. Ekseriyeti Rumlardan oluşan kadın-erkek sezonluk işçiler çalıştırıyorlar. Böylece tuz üretiminden inanılmaz bir servet elde ediyorlar.

Fratzeskou bugün hâlâ ayakta duran Küçük Deniz’deki en büyük yalılardan birini inşa ettiriyor. Günümüzde orası Lola Pansiyon’dur. Osmanlı gayrimüslimleri 19. yüzyıl sonunda demografik olarak baskın bir hal alınca, Rum nüfus her iş grubunda karşımıza çıkan bir emek gücü haline geliyor.

Üzüm ortakçılığından tuzun çıkarılmasına, her alanda gayrimüslimler var. Girişimci sınıfın ekseriyeti gayrimüslimler. Müslümanların pek sermayesi yok ve ekseriyetle toprak sahibi olan onlar. İmparatorluğun tamamı için bu söylenemez, ama genelde küçük ve orta ölçekli toprak sahibi Müslümanların girişimcilik yapmasına gerek yok. Çünkü modernite öncesi geçer akçe olan toprak kullanımı / sahipliği hâlâ Müslümanların elinde. Foça özelinde Müslümanların geniş toprakları var. Toprağı ortakçıya verip paylarını alıyorlar. Ama 1750’den sonra eski dünya değişmeye başlıyor. Ticaret ve sanayi esas artı değeri üreten faaliyetler oluyor ve 19. yüzyılda bu tüm gücüyle Foça’yı dönüştürüyor.

19. yüzyıl sonunda Osmanlı gayrimüslimlerinin Foça’da demografik olarak baskın hale geldiğini söylediniz. O dönemde nasıl demografi var Foça’da?

1880 gibi görece geç bir dönemde, Foça’da nüfusun henüz altı bin civarında. Bu nüfusun kabaca üçte ikisi Müslüman, üçte biri gayrimüslim. Ama bu oran takip eden çeyrek yüzyıl içinde gayrimüslimler lehine hızlı bir şekilde değişiyor. 20. yüzyıla geldiğimizde iç göç neticesinde oluşmuş bu dönüşüm İttihatçılar tarafından Yunan milliyetçilerinin yürüttüğü “kasıtlı bir demografik proje” olarak yorumlanacak. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Foça’ya göç eden Rumların çok düşük bir kısmı bağımsızlığını henüz kazanmış olan Yunanistan’dan geliyor. Foça’daki Rumların ekseriyeti İç Anadolu’nun ve Ege adalarının işsizlikle nam salmış şehirlerinden gelip “para biriktirip köyüme döneyim” diyen, ama geldiği yerde kalan bekâr Rum erkekleri.

Rum ve Müslüman ahalinin bir arada yaşadığı Foça’da çatışma emareleri, 1914’teki pogromun habercisi olaylar var mı?

Kısaca, hayır. 1914-1922 yılları arasında yaşanacak şiddet olaylarının kaçınılmaz olduğu, halkların kaderinin ayrılma noktasına geldiği söylenir. Eğer böyle bir şey varsa Foça’da etnik veya dini kimlikler arası çatışma görüyor olmalıydık ki, “çatışma pişip olgunlaştı” diyebilelim. Sistematik, tekrar eden etnik ya da dini bir çatışmanın izlerini görmedim. Ortak yaşamın şaşırtıcı derecede iç içe geçmiş olduğuna dair şeyler gördüm.

Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’nde rastladığım bir belgede, Yeni Foça’da evlerin bitişik olduğu, pencerelerinin birbirine açıldığı, Rumların genelde işlerini Türkçe konuşarak hallettiğine dair bilgiler vardı. Bu belgeyi “Muazzam bir birlikte yaşama kültürü vardı” diye okuyamayız tabii. “Müslümanlar ve Rumlar her an çatışmaya hazırdı” da diyemeyiz. Çok kültürlü, farklı sınıfların iç içe yaşadığı yaşam alanlarında her zaman rekabet olur. Ama dağlara çıkan insanlar, ayrılıkçı hareketler veya şehre gelen jandarmalar görülmüyor Foça’da.

Evlerin bitişik olduğu, pencerelerinin birbirine açıldığı, Rumların işlerini Türkçe hallettiğine dair bilgiler var. Bunu “Muazzam bir birlikte yaşama kültürü vardı” diye okuyamayız tabii. “Müslümanlar ve Rumlar her an çatışmaya hazırdı” da diyemeyiz. Fakat Foça’nın “Kara Haziran”ı İstanbul’un “Kara Eylül”ü gibidir.

Peki ne oluyor da 11-20 Haziran 1914’te “Kara Haziran” diye adlandırılan zorla göç hadisesi yaşanıyor Foça’da?

Bunu hem eldeki tüm kaynakları ilmek ilmek işleyerek ve hem de okuyucuya akademik yorum çerçevelerini sunduktan sonra kendi fikrini oluşturmaya alan tanıyarak ortaya koymaya gayret ettim. Okuyucuyu bu sorunun cevabı için kitaba davet ediyorum. Fakat kısa cevap soruda gizli. Foça’nın “Kara Haziran”ı İstanbul’un “Kara Eylül”ü gibidir.

Foça’da tabanda bir kaynama, çatışma emaresi görülmediğini belirttiniz, ama bir kırılganlık hali de tanımlıyorsunuz. Bu kırılganlığın bir nedeni Balkan Savaşları. Onun yarattığı kırılma nasıl?

Balkan Savaşları’nın Batı Anadolu açısından dört temel rolü var. Birincisi, Balkan Savaşları çok kötü barış antlaşmalarıyla bitiyor. Tarafların hiçbiri bu antlaşmalardan mutlu değil. Hepsi bir sonraki çatışmadan sonra kendi pozisyonunu maksimize etmenin yollarını arıyor.

İkincisi, Balkan Savaşları İttihat ve Terakki üyelerini zihnen değiştiren bir olay. Buna çeşitli akademik çalışmalarda “formatif tecrübe” de deniyor. Mesela, şiddetin tüm formları –meşru müdafaa da dahil– her zaman formatif tecrübedir. Yani bir insan şiddet uygulasa da buna maruz da kalsa o insan değişir. Dünya görüşü değişir.

Teşbihte kusur olmasın, bazı İttihatçıları 1990’larda terörle mücadelede görev alıp sonra siyasete giren askerlere benzetiyorum. Öyle bir insanın dünya görüşünün yaşadığı olaylardan etkilenmemesi mümkün değil. Balkan Savaşları’nın da taraflar için böyle bir etkisi var.

Balkan Savaşları uluslararası literatürde Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan savaş olarak geçiyor. Neticede, Sırp milliyetçilerinin Bosna’da yaptığı katliam Balkan Savaşları’nın yarattığı dinamikler tarafından tetiklenmiştir. Bu savaşlar dev insan topluluklarını yerinden ediyor. Örneğin, 450 bine yakın Müslüman Osmanlı İmparatorluğu’na sığınıyor. Sayılarını tam bilemediğimiz nicesi öldürülüyor.

Fakat çok önemli bir denklem var: Enver Paşa, Cemal Paşa, Talât Paşa, Mustafa Kemal Atatürk, Mehmet Reşit Şahingiray ve dönemin önemli daha nice şahsiyeti bu dönüşümlerden bireysel olarak etkilenen kimselerdir. İttihat ve Terakki yöneticilerinin üçte ikisine yakın bir kısmı doğduğu toprakları kaybetmiş ve aileleri yer değiştirmeye zorlanmış kimselerden oluşuyor.

Can Dündar’ın Mustafa isimli bir belgeseli vardı. Filmin açılış sahnesinde Mustafa Kemal için şu lafı ediyordu: “Sürgünde bir yurt hayali.” Çok 12’den bir laf. Çünkü Anadolu bir anlamda İttihatçıların coğrafyası değil. Tabii burada tüm İttihatçıları değil, ekseriyeti muhacir bir tarihe sahip yönetici kadroları kastediyorum. Anadolu aslında Osmanlı coğrafyasının tek ve en önemli bileşeni de değil o tarihte. Hatırlayalım, Osmanlı’nın küçülmesiyle elde kalan bakiye Anadolu olunca, Anadolu’nun anlamı ve milli kimlikteki yeri değişecek. Muhacir politik figürler aslında sürgünde yeni bir yurt yaratmaya çalışan insanlar.

Balkan Savaşları Türkiye’yi kuracak kadroda dev bir zihinsel dönüşüm ve travma yaratıyor. Tarık Zafer Tunaya Türkiye’de Siyasal Partiler kitabında der ki: “İttihat ve Terakki Makedonyalı bir nüfus kâğıdına sahipti, onun kurucu tecrübeleri oradadır.” İttihatçılar bu paradigmanın içinden Foça’ya bakıyorlar. Pogromu anlamak için Talât Paşa’yı, onu anlamak için bu tarihsel arka planı bilmek gerekir.

Balkan Savaşları’nın temel rollerinden üçüncüsü de şu ki, Yunanistan Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu savaşlardan sonra Ege’de oluşan yeni rekabet ortamında birbirine savaş açmak üzere. Bunun için iki taraf da deniz hâkimiyetini sağlamayı bekliyor. Çünkü Balkan Savaşları’nda Osmanlı, bir Osmanlı vatandaşı da olan Georgios Averoff’un bonkör bağışıyla Yunan Krallığı’nın satın aldığı tek bir gemi yüzünden Çanakkale’den çıkamamış, bunun yarattığı müthiş bir travma var. Donanma Cemiyeti büyük oranda buna bir tepki olarak kuruluyor. Zorla ve gönüllü olarak gayrimüslimlerden ve Müslümanlardan bağış toplanıp Averoff zırhlısını Ege’de yenebilecek bir gemi alınmaya –ki bir süre sonra onlar “Yavuz” ve “Midilli” olarak gelecekler– çalışılıyor. Kim gemi üstünlüğü ele geçirirse savaşı o başlatacak gibi bir hava var.

Balkan Savaşları sonrasında Midilli ne Yunanistan’a ne Osmanlı’ya bağlı olacak, bağımsız olacak diye bir beklenti de oluşuyor. Böyle de bir müzakere var. Oradan da bir iç rahatsızlığı var Osmanlı’nın ve Yunanistan’ın. Midilli son anda Yunanistan’a gidince, savaş çıktı çıkacak hali var. “Savaş çıktı çıkacak” halinin askeri tarihte, uluslararası diplomaside bir anlamı vardır. Çatışma kaçınılmazsa herkes ilk hamle yapan taraf olmak gayretine girer. Buna “ön alma” deniyor. İki taraf arasında güven ortadan kalkmışsa ve çatışma olacaksa ilk vuran olmak istersiniz. İki taraf açısından da bu durum kararların radikalleşmesini getiriyor.

Yunanistan tarafında, Osmanlı’ya sınırı olan yerlerdeki Müslümanlar zorla bir yerlere kovulmaya çalışılıyor –savaş çıkarsa o cephe demografik olarak Yunanistan’da olsun diye. Benzerini Osmanlı Batı Anadolu’da yapıyor. Bir taraftan Atina’da müzakere var, öte tarafta sahadaki gerçekliği değiştirmek için bir kovuşturma operasyonu. Foça tüm bu rekabetin ortasında şiddet olaylarının en sert yaşandığı yer oluyor.

Dördüncüsü, Balkan Savaşları toplum içinde karşılıklı güvenin zedelenmesine neden oluyor. Bunun temel sebebi de medya. Dönem gazetelerine baktığımızda, “Bizi arkamızdan vuran gayrimüslimler” söyleminin çok fazla yaygınlaştığını görüyoruz.

Pogromun Foça’da nasıl yaşandığı bir fotoğrafla da kayıt altına alınıyor. Kitapta öyküsüne yer verdiğiniz, o esnada Foça’da olan arkeolog Felix Sartiaux’un kayıt altına aldığı “o an”a, Kara Haziran’a gelirsek, Sartiaux ve ekibinin oradaki varlığı bize ne anlatıyor?

İnsanlara kitabı anlatırken “Avrupalının ne işi varmış Foça’da?” diyorlar. Ben de onlara espriyle karışık diyorum ki, “adam bir Instagramer”. Şu an Instagram için turistik olarak bir şeyler çekmeye Foça’ya gelen bir insan pogromla karşılaşsa canlı yayında kaydeder. Sartiaux da öyle yapıyor.

Sartiaux Foça’ya resmi izinle geliyor. O dönem Avrupalı arkeologlar bir arkeolojik bulguyu ilk bulan –mesela Foça’daki İyon kentine dair bulgular–, müzesine ilk taşıyan, makalesine ilk yazdıran olmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Osmanlı’nın da canına minnet, bu rekabette taraflara imtiyazlar sunarak diplomatik avantajlar kazanıyor. Yani Sartiaux Osmanlı’nın izniyle Foça’da.

Şunu da unutmamak lâzım tabii, ister fotoğraf olsun ister yazılı kaynak, her tarihi veriye eleştirel yaklaşmak zorundayız. Sartiaux iki sefer Foça’da bulunuyor. Biri 1913-14 yıllarında, biri de Yunan ordusunun işgali sırasında. Her iki seferde de görsel kaynak bırakıyor. 1913-14’te bıraktıklarını raporlaştırıyor, gazete haberi yapıyor. Bunlar çeşitli kitaplara referans oluyor. Gördüğü olayları ilk yazdığı kayıtları sözlü tarihle, fotoğraflarla, Osmanlı arşivinde olanlarla üst üste koyduğunuz zaman büyük oranda örtüşüyor.

İttihat-Terakki demografi mühendisliğini dış dünyanın tepkisini çekmeyecek şekilde yapmaya çalışıyor bir süre. Fakat 1915’te durum değişiyor. Mehmed Reşid Şahingiray anılarında söylüyor: “Batı Anadolu’da ne kadar başarılı olduk, hiç kimsenin burnu kanamadan emellerimize ulaştık, ama Vilayet-i Sitte’de [altı doğu ilinde] bunu yapamadık.

Fakat Birinci Dünya Savaşı çıktıktan sonra, Sartiaux ilk tuttuğu notlarını değiştiriyor ve kitapta tartıştığım şuna benzer bir ifade kullanıyor: “Ben o günlerden şunu da hatırlıyorum, kovuşturmalar başlayıp çeteler Foça’yı sarmadan bir-iki gün önce, Musevi ailenin kapısına işaret kondu, onlara hiçbir şey yapılmadı. Çünkü İzmir’deki Rahmi Bey [İttihat-Terakki üyesi, 1913-1917’te Aydın Vilayeti valisi] aslında Sabetaycı, gizli Museviydi.”

Bunu Birinci Dünya Savaşı sırasında yazıyor Sartiaux. Yani antisemitizm Avrupa’yı kasıp kavururken, daha önce hiç bahsetmediği bir şeyden bahsetmeye başlıyor ve Foça’da yaşananları Musevilerin de dahil olduğu bir komplo gibi kurguluyor.

Evet, Sartiaux çok önemli, söylediği şeylerin çoğu başka bir kaynakta doğrulanabilen şeyler, özellikle fotoğraflara yazdığı rapor bu şekilde. Fakat tarih ilerleyip Birinci Dünya Savaşı çıkınca, savaş propagandasının etkisi altında, bütün İttihatçıların Musevi olduğu iddiasını da gündeme getirebiliyor.

Dolayısıyla, herhangi kaynaktan biri Sartiaux. Ama en önemlisi, kovuşturma ânının kameraya yansıması. Orada da şunu görüyoruz: Kolluk kuvvetleri hiçbir şey yapmıyor. Foça’yı yağmalayan çeteciler yerel halktan değil. Bunlar galeyana gelmiş muhacirler de değil, çünkü onlar o an İzmir limanında karantinada. “Biz Osmanlı Balkanları’ndan kaçtık, şiddet gördüğümüz için bilendik, bunun intikam hırsıyla geldik” anlatısı Meclis’te tartışılacak, ama realite sivillerin sivillere gösterdiği bir tepki değil. Önce çeteler geliyor, halk kovuluyor. Sonra onların yerine boş evlere muhacirler yerleştiriliyor. Yerel halkı kovan çetecilerin nereden geldiğine, nereden bulunmuş olabileceğine dair ancak spekülasyon yapabiliriz. Bir belge yok ortada. Ama, bugün de olduğu gibi, devlet bu tip işleri yaparken hukukun gri alanına düşmüş insanlarla çalışır. Öyle bir grup olduğunu öngörmekte bir beis yok.

Bazı araştırmacılar diyecekler ki, “Bu çeteciler Trablusgarp Savaşı ile Balkan Savaşları sırasında ete kemiğe bürünmeye başlayacak olan ve sonradan Teşkilat-ı Mahsusa’yı oluşturacak grubun nüvesidir”. Ama o biraz gri alan ve spekülasyon. Akla yatkın olsa da bunu kaynaklarda net göremiyoruz. Kovuşturma birkaç gün sürüyor. Kovuşturmaya direnenler şiddete maruz kalıp öldürülecekler. Ama kitlesel olarak insanların öldürüldüğü, sivillerin sivillere şiddet uyguladığı bir durum yok. Organize bir kaos var. Silah zoruyla evleri boşaltılan insanlar limana götürülüyorlar, limanda bulunan gemilere bindirilip imparatorluk sınırlarının dışına yollanıyorlar. Bu muameleye maruz kalanlar herhangi bir savaş, ayaklanma ya da şiddet olayına hiçbir suretle katılmamış sivil Osmanlı vatandaşları.

52 kişinin öldürüldüğünü söylüyorsunuz kitapta…

Evet, belgeler üzerinden ulaşabildiğimiz tahmini bir sayı bu. Daha fazla da olabilir, çünkü giden nüfus 16 bin, fakat binlerce insandan bahsetmediğimiz de aşikâr. Direnenler, kaçamayanlar ve yaşlılar öldürülüyor. Bir kısım insan yaşananların stresiyle ölüyor. Travmatik olaylar var. Bir 19. yüzyıl tarihçisi olarak bunun tam 19. yüzyıl işi bir demografik mühendislik olayı olduğunu söyleyebilirim.

Gidenlerde geri dönme isteği baki ama, değil mi?

Foçalı Rumlar gitme nedenlerini tam anlamıyorlar. Balkan Savaşları Foça’da olmuyor ki. Haziran 1914, savaş bittikten sonraki tarih. Barış imzalanmış. Nereden çıkıyor bu iş? Yunanistan’la bir savaş yok. Tapuları ellerinde, malı mülkü komşuya emanet ederek gidiyorlar. Midilli zaten yeni Osmanlı toprağı olmaktan çıkmış, çok yakın Foça’ya, Foça’dan bakınca görünüyor. İnsanlar “Gidip geri geleceğim” diye gidiyor. 1919 Yunan işgaliyle de geri dönüyorlar. Bu sefer yerlerine yerleştirilmiş muhacirler kovuluyor. Sonra ulusal mücadele Foça’yı tekrar kontrol altına alınca bu sefer Rumlar ikinci kez kovuluyor. Bir kez daha yoğun şiddet yaşandığını öngörüyoruz. Kayıt yok, sadece tarihten İzmir’e yürüyüşlerinin çok olaylı olduğunu anlayabiliyoruz. Yine de geniş miktarda insan Yunanistan’a ulaşmayı başarıyor.

Yunanistan’a tekrar gittiklerinde nelerle karşılaşıyorlar, hâlâ geri dönüş umudu var mı?

Yunanistan’a ikinci kez geri gittiklerinde hâlâ mallarının sahipliği ellerinde. Ancak, 1923 Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra işler değişiyor. Lozan’a kadarki bütün göçleri kapsıyor anlaşma. Dolayısıyla, Balkan Savaşlarını da kapsıyor. Literatürdeki tabirle, “Uzun Cihan Harbi” diye bir gerçeklik var. Bunu “Savaş halinde oldu bunlar” demek için söylemiyorum. Foça’da savaş hali yokken oldu bunlar. Ama makro düzeyde, 1911’den 1922’yi kadar imparatorluk neredeyse sürekli savaş halinde. Foça değil, ama imparatorluk öyle. Yönetici sınıf da bunu bu şekilde yorumlayarak hareket ediyor. Bu bütün dönemi kapsayacak ve ancak o zaman “Biz geri dönmeyeceğiz” diyecek gidenler. Ama Lozan’a kadar çoğunluk geri dönmemek gibi bir ihtimal düşünmüyor.

Bu zorunlu göç dalgasında bazı sayıları tam olarak bilmiyoruz. Ama Talât Paşa’nın tuttuğu istatistikleri, grafikleri içeren, ölümünden sonra ortaya çıkan ve Murat Bardakçı tarafından 2008’de, Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi adıyla kitaplaştırılan kara kaplı bir defteri var. Talât Paşa’nın yapılanları soğukkanlı bir şekilde kayda geçirmesi için ne dersiniz? Sizin için nasıl bir kaynak oldu o defter?

Çeşitli raporları, uluslararası gözlemcilerin verilerini, Osmanlı arşivlerini kullanıyordum. Rakamları üst üste koyduğumda, Batı Anadolu geneli için 1914 yılı özelinde minimum 150 bin ila 190 bin arası bir insanın yerinden edildiğini tahmin ediyordum. Doktora tezim bitmek üzereyken Murat Bardakçı’nın Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi kitabı çıktı. Koştum aldım. Küsuratına kadar, net bir biçimde söyleniyordu kitapta. Benim tahmin ettiğim aralığa neredeyse denk geliyordu: 163 bin 975 kişi. Birçok kaynakla örtüşen bir aralık. Sayıyı o anlamda güvenilir buluyorum.

Peki, böyle bir kitabın varlığı bana ne söylüyor? Birincisi, 19. yüzyıl bürokratının eğitim kapasitesini ve dünya görüşünü anlamak açısından çok önemli. Sayılar, istatistik, bilimsel yaklaşım; milliyetçilik, millet yaratma mücadelesi, çok kötü yorumlanmış bir evrim teorisi, ya da sosyal Darwinizm. “Güçlü olanın hayatta kalması” yön veriyor düşünceye.

Fakat vicdan mı diyeyim, iç muhasebe mi, Talât Paşa defteri saklıyor. Siz bundan gurur duyarak yapıyor olsaydınız –ki Nazi Almanya’sı bunu gurur duyarak yapacak– konferanslar yapardınız üzerine. Ama burada bir cürüm hissi de var bence. Saklı çünkü defter. Eşine emanet edilen bir bavulun astarından çıkıyor. Bunun sebeplerini Cihan Harbi yenilgisi ve ardından gerçekleşen yargılama süreçlerinde görmek de mümkün tabii. Ama unutmayalım, bazı İttihatçılar ölüm ânına kadar yaptıklarından gururla bahsedecekler. Bunun belki de en çarpıcı örneği, anılarında bundan bahseden Mehmet Reşit Şahingiray’dır.

Nasıl bir anlayış görüyorsunuz burada?

İttihatçılar Balkanlar’ı kaybettikten sonra “Biz imparatorluk olarak hayatta kalamayacağız, ulus devlet olmalıyız” diyorlar. Bunun formülünü kendi dünya görüşleri çerçevesinde sayısal, istatistiksel olarak çalışıyorlar. Hiçbir yerde gayrimüslim, gayri Türk unsurun belli bir nispetin altında konsantre olmaması lâzım diye düşünüyorlar. Bu nispet ne olmalı, yüzde 5 mi, yüzde 10 mu, bunun üzerinden bir toplum mühendisliğine girişiyorlar. Makedonya tecrübesi her kararlarına yön veriyor.

Öte yandan, şunu da söyleyeyim: Dış dünyanın tepkisini çekip bir savaşa neden olmaması için bu demografi mühendisliğini olabildiğince şiddete meyil vermeyecek şekilde yapmaya çalışıyorlar bir süre. Fakat 1915’te tabii durum değişiyor. Bunu nereden biliyoruz, Mehmed Reşid Şahingiray anılarında söylüyor: “Balıkesir’de, Batı Anadolu’da ne kadar başarılı olduk, hiç kimsenin burnu kanamadan emellerimize ulaştık, ama Vilayet-i Sitte’de [Altı doğu ili: Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Bitlis] bunu yapamadık.”

Orada da yine dünya görüşüne dair bir şey yakalıyorsunuz. Onların gözünde bu bir milletin var olma savaşında bilimsel metodla, sayılarla, istatistiklerle yapılan bir “çalışma”. İngilizcede dehumanisation deniyor, baktığınız şeyi rakam olarak görme, insan olmaktan çıkarma hali. Talât Paşa’nın not defteri bu anlamda önemli.

Lozan’ın 100. yılındayız. Kitaptaki başlıklardan biri de Sürgünlerin Kavşağı Foça: Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in İlk Yılları”. Lozan’ın Foça’ya yansıması nasıl oluyor?

Lozan Foça’yı bir sürgünler kavşağı haline getiriyor. 1914-22 arasında, yani savaş bitene kadar gidip gelen göçler dalgası var. Hatta en sonunda muhacirlerle Rumlar denklemine mübadiller de eklenecek. Peki, bunun sonuçları neler? Birincisi, dev nüfusların hareket ettiği coğrafyaların tamamında, ekonomik bilgi birikimi yok oluyor. Örneğin, Makedonya’da tütün işçiliği yapan bir kimse yerinden edilip Batı Anadolu’ya geldiğinde kendisine bir zeytinlik ya da üzüm bağı veriliyor. O ne yapıyor? Gerçek hikâyelerden yola çıkarak söylüyorum, üzümü veya zeytini söküp yerine tütün dikiyor. Ama tütün yeterince verimli olmayınca toprağı terk edip başka yere göç ediyor. Yani ekonomik bilgi birikimi ve haliyle artı değer potansiyeli kayboluyor. Ekonomi değişince beraberinde kültür ve başka şeyler de değişiyor.

1914-22 arasında gidip gelen göçler dalgası var. Hatta en sonunda muhacirlerle Rumlar denklemine mübadiller de eklenecek. Peki, bunun sonuçları neler? Birincisi, dev nüfusların hareket ettiği coğrafyalarda ekonomik bilgi birikimi yok oluyor. Beraberinde kültür ve başka şeyler de değişiyor.

İkincisi, kültürel bilgi birikimi yok oluyor. Şehirdeki mimari doku, müzik tarzı, yemek tarzı, yaşam tarzı büyük oranda siliniyor. Bugün Foça’da bir pazarlama aracı olan mimari, yeniden üretemeyeceğimiz bir mimari. Çünkü onu üreten insanlar burada değil. O anlamda da bir kaybolma, bir eksilme var. Karşı taraf için de denklem farklı değil. Midilli’de Molyvos var. Mardin’e benzeyen bir yer. Yunan mimarisinden çok farklı. Oranın da bütün turistik pazarlama aracı artık olmayan bir Osmanlı kent dokusu. O da onu metalaştırıyor ve yeniden üretemiyor.

Lozan kültürde homojenleşme de yaratıyor. Bazıları için iyi, bazıları için kötüdür bu. Ama günün sonunda bu homojenleşme yirmi yıl falan yaşıyor. Foça’dan çıkanların çoğunun gittiği yerler anakara Yunanistan, Selanik ya da Midilli. Orada tıpkı Türkiye’de olduğu gibi homojen bir milli kimlik ve nüfus inşası var. Peki sonuç ne? Buralarda şu an sadece Yunanlar yaşamıyor. Amerikalılar, Avrupalılar geliyor, Almanlar yazlık alıyor, Suriye ve Afrika’dan gelen göçmenler var. Tekrar çok kültürlü yerler oldular.

Foça’ya gelelim. Kökleri köy boşaltmalara kadar giden dönemde Kürt ailelerin yerleştiği bir yer oldu. Sonra turizm patladı, İç Anadolu’dan, Güneydoğu Anadolu’dan ekonomik temelli göç aldı. 2013-16’da, ekonomik kriz ve devalüasyondan sonra şehirli, eğitimli nüfusun göç ettiği bir yere dönüştü. Daha sonra pandemi geldi ve tekrar büyükşehirlerden göç aldı. Suriye İç Savaşı’nın etkileri de ortada.

.

Tekrar Foça’daki o iskemleye otursanız, konuştuklarımız ışığında Türkiye’nin ahvali için ne dersiniz?

Kitapta okuyucuya şöyle diyerek bitiriyorum: “Bakın, bu daha önce oldu. Foça’da, haziran ayında hiç kimse bir anda kasabanın çeteler tarafından çevrileceğine dair bir fikre sahip değildi. Hadi olmuş olsun, ondan sonraki (1911-1922 arası) neredeyse 11 yıl sürecek bir savaş dönemini kimse düşünmüyordu.” Toplumsal değişimler biraz böyle kaynama anlarında gelir. Önümüzde ciddileşecek bir iklim göçü var. Şu an çok gündemimizde değil, ama bundan en çok etkilenen yerlerden biri olacağız.

Daha Kürt sorununu çözememiş, nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini mutlu yaşatma konusunda sıkıntıları olan bu ülkenin kültürel çeşitliliği daha da artıyor. Bu kötü bir şey tabii ki değil. Fakat plansız, mutlu etmeyen, mutabakata dayalı olmayan ve rıza oluşturmayan bir sistem var. Toplumsal sözleşme çok kültürlülük nedeniyle değil, bu nedenle çok ciddi bozulma tehlikesi altında.

Toplumsal sözleşmeden kastım şu: Bir ülkede iki şey olursa iç savaş riski yükselir: Toplumsal gruplar temsiliyet bulamadıklarını düşündüklerinde ve siyasi partiye aidiyet, partinin önerdiği politikalar üzerinden değil de kimlik üzerinden olduğunda. Türkiye’deki değişim bu riski barındırıyor. Böyle olması pekâlâ kaçınılmaz değil, ama risk yüksek. Bu ikisi bir araya gelince Güney Afrika oluyorsunuz. Çünkü kazanamayan parti kazanamayan fikir olmuyor, kazanamayan insanlar oluyor. Bu çok patlamaya hazır bir şey.

Göçü alan, bunu soğuran, demokratik çoğulcu bir şekilde yeni bir toplum kurmaya çalışabiliriz. Ama öyle bir şey yok ufukta. Hâlâ çok merkeziyetçi, tek kimlik vurgusu yapan formüller var. Hadi onu yapmayacaksan göçü kontrol etmen lâzım, onu da yapmıyorsun. Eski Foça’dan Midilli’ye doğru açık denizde botu patlatılıp Yunan sahil güvenliği tarafından ölüme bırakılanlar Türkiye taraflarına düşünce getirilip tellerin arasına koyuluyor. Oradan kamplara aktarıldıklarını tahmin ediyorum. Altı yaşındaki oğlum, “Bu insanlar nereye gidecekler baba?” diye sormuştu. Durdum, çünkü bilmiyordum. Reyhanlı’da olsa biliyorum, ekseriyetle sınırın öte tarafına ve geldikleri yere. Geçmişte büyük insani bedeller ödenerek yaratılmaya çalışılan tek renkli toplumlar artık yok. Ama nereye gitmek istediğimizle ilgili pusula da net bir yön göstermiyor. Bu belirsizliğin yaratıcı değil, yıkıcı sonuçları olmasından çekiniyorum.

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI