KIRAAT

GÜNAY ÇETAO KIZILIRMAK’LA KÖSTEBEK YOLLARI,
ÇEVİRMENLİK VE RUSÇA EDEBİYAT ÜZERİNE

Can havliyle yeni bir
ben yaratma arzusu

Birçok Rusça eseri Türkçeye kazandıran Günay Çetao Kızılırmak 2022 yazında güzel bir sürpriz yaptı, öykülerini Köstebek Yolları adıyla kitaplaştırdı. Ve Andrey Platonov’un ödüllü çevirmeni geçtiğimiz sonbahar 7. Antalya Edebiyat Günleri’nde “En İyi İlk Öykü Kitabı” ödülünün de sahibi oldu. Köstebek Yolları’nın sayfaları arasında, Rusça ve Türkçe edebiyatın yüklü dolaplarını Günay Çetao Kızılırmak’tan dinliyoruz.
Söyleşi: Şeyda Ayan
Platonov Festivali’nde Arkhangelsk Kukla Tiyatrosu, "Dönüş" öyküsü

“Ne çevirse okunur” listelerine hep ilk sıralardan giren bir çevirmenken, İletişim Yayınları’ndan çıkan öykü kitabınızla yazar olarak da heyecanlandırdınız okurları. Köstebek Yolları’nı çevirilere ara verdiğiniz bir zamanda mı, yoksa onlardan biriyle birlikte mi yazdınız?

Günay Çetao Kızılırmak: Hatırladığım kadarıyla, öykülere başladığımda Platonov’dan yaptığımız son derleme Saklı İnsan’ı çeviriyordum. Hangisine önce başladım hatırlayamıyorum, ama iki işin çakıştığı bir dönem oldu. Genel olarak çeviride epeyce tıkandığım bir dönemdi. Edebiyattan uzak düşmek istemiyordum, ama çok uzun soluklu ve dar vakitlerde yapılması gereken çeviriler için de ne zamanım ne enerjim kalmıştı. Otuzlu yaşlarım hep kitap çevirisi yapmak için zamana karşı kürek çekmekle geçti. Nasıl bir coşkuyla yaptığımı hatırlıyorum elbette. O duyguyu yeniden istedim galiba. Gönlümde de hep böyle bir aslan yatıyordu. Kitap çıkarmak değilse de bir şeyler yazmak. Kurmacayı beceremeyeceğimi düşündüğüm için hiç denememiştim. Bunu aklıma düşüren insanlar oldu. Ben de epeyce edebiyatsız, yalnız ve yorgun hissettiğim o dönemde başladım yazmaya.

Bir metaforla anlatacak olsam şöyle diyebilirdim: Çeviri kafilesi –tüm yeni kitapları, çevirmenleri, atları, çadırları ve her şeyiyle– uzaklaşıyor, bense düşmüşüm ve “siz gidin yoldaşlar, kaldım kaya başında” diye mırıldanıyorum sessizce. Kaldığım bu kaya başında biraz da öykü yazmayı deneyeyim dedim. Bilmem iyi mi oldu, kötü mü? Yorulmuş, bıkmış kendime küçük bir armağan gibi gördüm bu kitabı.

Köstebek yolları imgesi aklıma Ülkü Tamer’in bir şiirinden düşmüştü, “Külâhçı”dan. Diyor ki, “İndir kuşlarını ölünce/ Yükleyelim bir kirpiye/ Geçeriz köstebek yollarından/ Belki alınca makasımı yanıma/ Külâha göre değişen aşktan.”

İlk haberleşmemizde, Köstebek Yolları için “Bana da sürpriz oldu” demiştiniz. Neden öyle oldu?

Başlangıçta kitap çıkarma hayalim yoktu. İşin mutfağında çevirmen olarak yıllarca çalışmış olmama rağmen kitaba bir kutsiyet atfetmekten vazgeçemiyordum. “Birisi bir kitap yazacaksa o kitap şöyle, şöyle, şöyle olmalıdır” gibi iddialarım ve söylemlerim vardı. Kötü edebiyata karşı bir okur tahammülsüzlüğüm vardı. Çevirmen olarak takdir gördüğüm için yazar olarak hayal kırıklığı yaratma kaygım vardı. Yine de bir yerden sonra korkunun ecele faydası olmadı. Büyüklerin yazdıklarının gölgesinde titreyerek durmak bir yerden sonra hazin olduğu kadar komik de gelmeye başladı.

Kitaptaki son öyküde bu tür kaygılar yaşayan birinin cehennemini anlatmaya çalıştım. Yazmak ister, ama yazdığını beğenmez, araya hayat girer, çeşitli engeller çıkar, “Lanetli miyim? Mecbur muyum? Bıraktım gitti!” deyip bırakır ve bir gün tekrar yazarken ve yazdıklarını yine beğenmezken bulur kendini. Bu da böyle bir yaşam tarzı galiba. Sorudan o kadar uzaklaştım ki dönemiyorum şu an. (gülüyor) Diyeceğim, evet, sürpriz oldu, ama pek de değil.

Günay Çetao Kızılırmak

Kitaptaki 11 öyküden biri “Köstebek Yolları”. Kitaba adını vermesi uygun olmuş sanki, çünkü hepsinde bir kazarak derinlere inme, oralarda bir yerlere bakma, oyalanma hali var. Yas, aşk, işsizlik korkusu, yoksulluk, çalışma acısı, yaş alma, ölüm-kalım… Ve tabii pırıl pırıl bir mizah gündelik olana, “entipüften” şeylere dair. Sizce neler görüyor bu öyküler, neden bunları görüyor?

Köstebek yolları imgesi aklıma Ülkü Tamer’in bir şiirinden düşmüştü, “Külâhçı” şiirinden. Diyor ki, “İndir kuşlarını ölünce/ Yükleyelim bir kirpiye/ Geçeriz köstebek yollarından/ Belki alınca makasımı yanıma/ Külâha göre değişen aşktan.” Bu imgeyi kullanacağımı düşünmemiştim, ama bir şekilde öyküye girdi.

Andrey Platonov’un, “edebiyatımıza neleri alırız, almalıyız” sorusuna verdiği cevapta da bir kirpi vardı Saklı İnsan’da. “Bir kirpi gibi üzerimize yapışanları toplar ve yazıya taşırız” anlamına gelen bir şeydi söylediği. Sonradan, Ülkü Tamer’in bu dizelerini epigraf yapmayı düşündüm, ama şiirle, şiirdeki imgeyle doğrudan bağı kaybetmiştim.

“Uzak”ı yazarken insanın zamana kolay kolay yenilmeyen ruhsal sancılar yaşayabileceği inancını diri tutmak istemiştim. Belki benim için umut bu. İnsanın bir acıyı uzun uzun, derisinin tam altında duyarak taşıyabilmesi bana değerli geliyor. Acılar büyütür, besler, illaki değiştirir.

Ardından, köstebek başka öykülerde de çalışmaya başladı, dediğiniz gibi, kazarak. Gidecek yeri olmayanın kazması bu biraz. Biraz da yerin dibine geçmiş birinin. Üzüntülerden, sefaletten, gündelik hayatla temasından, bir tür utanç duygusundan, belki yeterince onurlu davranamamış olmaktan, belki bir şeyleri ıskalamaktan ve belleksizlikten ötürü duyulan utanç. Yaşlanmaktan ziyade, sona yaklaşırken bir şeyi yanlış anlamış veya o güne kadar her şeyi yanlış yapmış olmanın tedirginliği, bilmem… Genel olarak bir zamana yenilme ve alternatif bir zaman yaratma çabası olabilir. Mesela, hayal kurarak veya uzaklara sığınıp alternatif bir gerçeklik kurmaya çalışarak. İroni de bu çukurların içinde nefes alabilmenin bir yolu. Bir yerde yaşam ne kadar zorsa mizahın o kadar güçlü olması bununla ilgili olabilir.

.

Altını çizdiğimiz satırlarla ilerleyelim mi? İlk öykü “Uzak”. Selin “Bir orta yaşlıya dönüşmeden önceki son sahici kederimdir bu belki” diyerek yaşadığı acıyı sakınıyor ve uzak bir ülkede başka bir ben yaratma yoluna gidiyor. Şöyle diyor bir yerde: “Yeni bir ben yaratmayı ne kadar başarmıştım bilmiyorum, ama kendimi biraz da olsa yabancılayabiliyordum artık.” Varoluş meselesi, “ben kimdir” sorusu, onu yabancılayabilme yetisi zihninizi epey kurcalamış galiba. Şimdi, yazıldıktan bunca zaman sonra bakınca, neler düşündürüyor öykülerdeki bu dertler?

Can havliyle yeni bir ben yaratma arzusu bu. Mevcut kendine, varlığına dayanamamak… Derdin duvarına tırmanıp başka bir ufuk görme denemesi. Bir tür akrobasi. Hayatın hamlesine karşı hamle, manevraya karşı manevra, ölüme karşı satranç. Lakin toprağımızda kök salan, tohum bırakan duygular oluyor ve söktüğümüzü sandığımız yerden geri çıkıyorlar. Kendinden bir yabancı yaratmak bu yüzden çok kolay değil. “Uzak”taki mühendis kendisini de bir mühendis yaklaşımıyla yeniden kurabilmeyi istiyor, çünkü bir şeyi küçümseyebilirse küçültebileceğini, üst üste katlar çıkarak göğe ulaşabileceğini düşünüyor. Bu öyküyü yazarken insanın hâlâ boyunu aşan, ilaçlarla iyileşmeyen, zamana kolay kolay yenilmeyen ruhsal sancılar yaşayabileceği inancını diri tutmak istemiştim. Belki benim için umut bu. Kitaptaki öykülerde umut aramak gerekirse –bazen arandığını ve bulunamadığını duyuyorum– ben burada görüyorum mesela.

İnsanın hâlâ, bugün, sözgelimi açıp bir-iki sezon dizi izleyebilecekken, bir acıyı uzun uzun, derisinin tam altında duyarak taşıyabilmesi bana değerli geliyor çünkü. Bu illaki verimsiz ve tüketici bir yaşantı olmak zorunda değil, acılar büyütür, besler, illaki değiştirir. Karakterin önce zaman ve mekânda paldır küldür uzaklaşmasını, sonra parmak uçlarında tekrar kendi kendisine sokulmasını istemiştim bu öyküde.

Dil konusu bana hem çevirmenlikten hem kişisel hikâyemden ötürü çok iştah açıcı geliyor. Öğrenip de unuttuğum diller var, hiç öğrenemediğim diller var, bildiğim, ama hep bir kenarından erozyona uğradığı kaygısını yaşadığım diller ve Türkçe var. Rüyamda sıkça Rusça konuşmam gerektiğini, ama Türkçe sözcükler telaffuz ettiğimi görürüm.

Yine “Uzak”tan: “Aynı anda iki dil birden öğrenmeye çalışıyordum –daha da beter ve dönüşsüz bir şekilde kaybolmak, zihnimi adamakıllı bulandırmak için. Sömürücünün dilini öğrenmek hep daha kolaydı. Kucağında pırıl pırıl ders kitapları, arkasında bir ordu vardı çünkü. Yerlilerin dilindeki, damağımı ve genzimi gıdıklayan, tükürük bezlerimi harekete geçiren gizemli sesleri çıkarırken aynada kendimi izlemeyi severdim. Diller beni, ben dilleri garipseyerek bir arpa boyu yol aldık…” 

Kitap dolaylı ya da dolaysız dile dair çokça düşündürüyor. Ama burada sizin dille ilişkinizi konuşalım. Hem bir çevirmen hem de 13 yaşındayken doğup büyüdüğü yerlerden çıkıp gitmiş, pek tanımadığı bir ülkeye yerleşmiş bir insan olarak dille ilişkinizi… O zamanlarda olup bitenler, daha sonra çevirmenlik hayatınızı, dille ve edebiyatla ilişkinizi, üslubunuzu da değiştirmiş olabilir mi?

Elbette… Her yazan gibi ben de çok otobiyografik yazmış olmaktan korkuyorum. Ama şu da bir gerçek ki, “Uzak”ı kurarken, bir uzak tasviri yapmam gerektiğinde, post-Sovyet coğrafyanın hususiyetlerinden esinlenmek hoşuma gitmişti. Ben hiç Batı’ya gitmedim ve Batı’daki uzağı bilmem, bana göre uzak o “Demir Perde” ardındaki garip yer, kendi çocukluğum, oradaki diller karmaşasıdır.

Sonradan Orta Asyalı arkadaşlarım oldu ve onlardan da dinlediğim, bir boşlukta tesis edilmiş düzen hikâyesi vardı. Rusçanın egemen olduğu yerlerde hâlâ birçok dil yabani otlar gibi ölüme direniyor. Bir tek Rusya’nın değil, dünyanın gerçeği bu tabii ki. Topla tüfekle galip gelenlerin sonrasında pırıl pırıl kitaplardan biz üçüncü dünyalılara dillerini öğretmesi bilindik bir durum.

Güme giden kültürler ve diller biraz da bu tanıklıklar yüzünden içimi acıtıyor. Orman yangınları gibi. Selin bu yüzden yerlilerin dilini de öğrenmeye çabalasın istedim, kendim yapamamıştım bunu. Kendi yapamadığını çocuğuna yaptırmaya çalışmak gibi bir nevi…

Dil konusu bana hem çevirmenlikten hem kendi kişisel hikâyemden ötürü çok iştah açıcı geliyor. Öğrenip de unuttuğum diller var, hiç öğrenemediğim diller var, bildiğim, ama hep bir kenarından erozyona uğradığı kaygısını yaşadığım diller ve Türkçe var –dönüp dolaşıp bana kalan. Rüyamda sıkça Rusça konuşmam gerektiğini, ama Türkçe sözcükler telaffuz ettiğimi görürüm. Elbette ne zaman bir şey yazsak geçmişteki bir mürekkebe batırıyoruz kalemi.

Andrey Platonov

Bir de anadil meselesi var. “Doktor ve ben” isimli öyküden: “Anadillerini konuşurken sesleri kendiliğinden kısılırmış göçmenlerin. Herkes tarafından anlaşılmayan bir dilde konuşmak ayıp sayılırmış. Doktor böyle söylüyor. Perde arkasında ve sahnedeyken iki ayrı dilde konuşmak değilmiş sadece mesele –iki ayrı insan oluyormuşsun. Elini kolunu başka türlü kullanan, başka türlü yürüyen, farklı şeylerden bahseden…

Sizin anadilinizle ilişkiniz nasıldı? Geçenlerde Kayseri’de bir toplu taşımada kendi aralarında Çerkesçe konuşan iki kişiye kesilen ahkâmı izledik sosyal medyada. Sizin ailenizde yankıları nasıldı bu meselenin? Size nasıl yansıdı bu durum?

Çerkesçe bilmiyorum. Bizim nesille birlikte diasporada kayıp sayılır Çerkesçe. Köyden kente göçle birlikte son yaşama alanını da kaybetti çünkü. Anavatanda –Adigey’de– durum biraz daha iyi, ama orada da tehlike çanları çalıyor. Kayseri’de yaşanan olay için ne denebilir? İnternet bağlantısı kopunca çıkan dinozor çizimi gibi bir resim çıkmalı böyle anlarda.

Çerkesçe bilmiyorum. Bizim nesille birlikte diasporada kayıp sayılır Çerkesçe. Babamların nesli için konuşacak olursam, okula Türkçe bilmeden giden çocuklar olurmuş ve aralarında Çerkesçe konuştukları için azarlananlar da… Şu an gelinen noktada, eğer hedeflenen buyduysa, hedefe epeyce ulaşılmış denebilir.

Türkiye nüfusu gitgide karışıyor, artık kamusal alanda sürekli aşina olmadığımız, İngilizce olmayan, belki de pek hoşumuza gitmeyen diller duyuyoruz. Aynı şekilde Türkçe de dünyanın her yerinde dolaşıp duruyor ve belki ona da burun bükenler oluyordur. Oysa o bizim güzelim Türkçemiz. Diğer diller de başkalarının güzelim dilleri. Kendi çocuğunu sevmek yetmez, bütün çocukları sevmek gerekir. Babamların nesli için konuşacak olursam, okula Türkçe bilmeden giden çocuklar olurmuş ve aralarında Çerkesçe konuştukları için azarlananlar da… Hatta okul hayatları kötü etkilenmesin diye ebeveynler evde Çerkesçe konuşmayı kesermiş.

Şu an gelinen noktada, eğer hedeflenen buyduysa, hedefe epeyce ulaşılmış denebilir. Ama dillerin, kültürlerin direngen bir yapısı da var, bitkiler gibi, türler gibi… Hayata tutunmaya çalışırlar. Bence birkaç dili birlikte korumanın hiçbir sakıncası olmadığı gibi, klişe mi bu dediğim bilmiyorum ama, her dil elbette zenginliktir. Türkiye de dillerini yaşatabilen bir ülke olabilir, olmalıdır kuşkusuz.

Alexei Savrasov, Bir Kış Günü Eğer Bir Yolcu

İkinci öykünün adı “Ev”. Öyküdeki anlatıcı da evin ta kendisi. Edebiyatta ve kuramda evden kaçış, eve hasret, evin boğuculuğuna dair şeyler okur dururuz. Bu öykü ise sözü bizzat eve veriyor. Bir söyleşinizde, Adigey’e döndükten sonra, o kopuşun sizde bir aidiyetsizlik hissi ortaya çıkardığını söylüyorsunuz. Burada eve dair iki hat keskinleşiyor hikâyenizi dinleyen zihinlerde. Ailenizin kuşaklar sonra dedelerinin, ninelerinin ayrılmak zorunda kaldığı topraklara muhtemelen ev-yurt hissiyle dönmesi ve sizde beliren aidiyetsizlik hissi… “Ev” öyküsüyle birlikte baksak bu tarafa, neler söylersiniz? Aidiyetsizlik hissi ev ile de daha derin bir empati yapabilme yeteneği kazandırmış olabilir mi? Çünkü buradaki ev, ev hakkında derin şeyler anlatıyor bize…

“Ev”i pandemide birdenbire yazıvermiştim. Gerçi çok değiştirdim sonradan, ama iskelet o zaman oluşmuştu. Evden çok bunaldığımız bir zamanda bir bakış açısı değiştirme denemesiydi. “Sen bir de o bıkmayı kendisi ev olana sor” der gibi. Bir kere konuşturunca da susmak bilmedi ev ve çok kasvetli bir şey anlatmasına herhalde dayanamazdım o günlerde. Bu yüzden biraz muzip olmasına izin verdim.

Bendeki aidiyetsizlik hissini ise her zaman olumsuz görmüyorum. Köksüzlük de bir yaşam tarzı olabilir. İnsanların gitgide köklerinden koptukları bir dünya şekilleniyor. Herkes bir yerlerden bir yerlere kaçıyor. Demek ki göçmenlik, sürgünlük hissi giderek yaygınlaşacak.

İlginç bir şekilde, Türkiye’ye döndüğümde Ankara’ya, on beş yıl önce yaşadığım mahalleye yerleştim. On beş yıl önceki apartmanlar öylece duruyordu, alt katlardaki dükkânlar değişmişti, değişmeyenler de vardı –bir tuhafiye ve bir kırtasiye hâlâ duruyor. Veya yıllar sonra taşrada bir yere dönersiniz, evler de insanlar da sabittir. Bu kalakalma halinde bir küskünlük de var gibi gelir bana. Belki “Ev”deki evde de bir alınganlık, küskünlük var. “Gelip gidenler, gidip gelenler bilmez halimi, ama ben de onları bilemem tam olarak ve çok merak ederim, oysa onlar beni merak da etmez” diyor ev.

Öyküdeki ev, dediğiniz gibi, bir şeyleri merak edip duruyor. Evin sakinlerinden Muhsin’i anlatırken mesela, “Bir tanecik kitabı var ve okuduğundan çok esirgiyor onu. Bir kitap tam olarak neyin nesidir? Böyle şeyleri merak ediyorum” diyor ve devam ediyor: “Alman düşünür Schopenhauer kitapları ikiye ayırıyor: işe yaramaz yeniler ve değerli eskiler olarak. Bunu nereden duyduğumu söylemeyeceğim. Muhsin’le başlamadım, bir mazim var benim. Çokça boşluk kırıldı içimde, çok sözler dinledim, çokça uyuştum ve hiç uyumadım.

Evin sorduğu soruyu biz de size soralım. Bir kitap tam olarak neyin nesidir? Az önce yazamaz hallerinizi anlatırken “Bir kitap şöyle olmalı, böyle olmalı gibi iddialarım vardı” dediniz. Nelerdi onlar? Ve ne diyorsunuz Schopenhauer’in söylediği hakkında?

Çok zor bir soru. Ev de kitapların neden bu kadar özel olduğunu anlamak istiyor. Bilmiyorum. Bazen şunu soruyorum kendime: Sonuçta bu kitapları insanlar yazdı ve çoğunlukla onlarla vakit geçirmekten kaçınıyorsun veya hayattan kaçış yöntemi olarak sığındığın kitabı da hayatın içindeki birileri yazdı, ki normal hayatta kalabalığın içinde görsen, hatta baş başayken bile muhtemelen o insanları tanımaz, içlerindeki cevheri fark etmezsin –onlar da seni görmez ve sevmezler.

Demek ki, bir nevi insanları görmeden görme, onlara ulaşamadan ulaşma yöntemi okumak. Kendimiz de bir şeyler yazarak kimseye anlatamadığımızı anlatabilmeyi, görünmeden görülmeyi, bağırmadan işitilmeyi umuyoruz. Bunu “şöyle, şöyle” diye tarif edişimde gizli biraz aslında cevap. Bu devamlı değişebilen, yaşa vesaireye göre şekillenen bir bakış açısıdır. Dolayısıyla, bir gün “iyi kitap şöyledir” derken, yıllar sonra “yo, hiç de öyle değil”e savrulabiliyor insan.

Adigey Devlet Üniversitesi’ndeki hocaların çoğu epeyce yaşlıydı ve Sovyet tedrisatından geçmişti. Değerli insanlardı. Akademik bir bilgi yüklemeyi değil, düşündürmeyi, merak ettirmeyi önemseyen hocalardı.

Yine de, genellemek gerekirse, edebiyatı ve dili önceleyen eserleri, yazanın derdini mikroskobik bir dikkatle incelediği eserleri, küçük dertleri küçümsemeyenleri, insanı merkeze koyanları seviyorum. Buna kısaca bireycilik deyip burun kıvırmak da mümkün, ama her tür etiketleme ansızın boşa çıkabilir. Ha, bir de tabii “kendinden öncekileri tekrarlamayan ve edebi manada onların gerisine düşmeyen” gibi bir tanımım vardı, önceki soruyu cevaplarken daha ziyade bunu kastetmiştim.

Ama artık –yazmanın ne kadar zor olduğunu da keşfettikten sonra– şöyle de düşünüyorum: Edebiyat doğrusal bir çizgide gelişmek ve ilerlemek zorunda değil, ilerleme de ekonomik büyüme gibi iç karartıcı bir tanım aslında. Tekrar etmek –iyi bir şey tekrarlanıyorsa–hem kaçınılmaz hem o kadar kötü bir şey değil.

Ayrıca, iyi ve kötü yargıları tek bir okur nezdinde bile, onun farklı yaş ve dönemleri için bile değişkenlik gösterebiliyor. Son olarak da, velev ki edebiyat muhteşem metinlere çıkarmayacak, oyalayacak bir heves birçok yazan için, varsın öyle olsun. Velev ki tüm yazılanlar pırıl pırıl parlamıyor, varsın öyle olsun. Yazma ihtiyacı duyuyorsa bir kısım insan, onları her şeye rağmen sevmeliyiz. Brodski’nin bir şiirinde dediği gibi, çirkin kedileri de birileri sevmeli.

Schopenhauer’e gelince, haklı, ama bunun kimseye bir faydası yok. Şaka diyorum, yeni kitapları heyecanla okuyorum, çünkü kimin neyle nasıl başettiğini, neyi nereden anladığını merak ediyorum. Kitabı genel olarak böyle işlevsel görmeye meyilliyim. Mesela yazıyı da yüzünü görmediğim sabırlı bir dinleyiciyle gevezelik edebilme imkânı verdiği için seviyorum.

“Neydi?” adlı öyküde Tolstoy anılıyor ve “değerli eskiler” bahsini yine hatırlatıyor. “Lev Nikolayeviç haklı. Aslında bazı yazarların haksızken bile haklı çıkabileceklerini düşünürüm ya da hakikat her neyse onu değiştirebilecek korkunç kudrete sahiplermiş gibi gelir.” Tolstoy ne ifade ediyor sizin için?

Klişe olmayan bir şey söylemek zor Tolstoy’la ilgili. Onu hikâyeye alışım da tesadüftü aslında. O aralar yaşamıyla ilgili bir şeyler okuyor ya da düşünüyordum. Hıristiyanlığı nasıl anladığını anlattığı bir metni vardır (“İnancım Neden İbarettir”), o kadar güzel anlatır ki, kilise dininden neden ayrı düştüğünü, o dakika inançlı bir Tolstoycuya dönüşebilirsiniz.

Bazen üslup yeterince ikna edici olabiliyor, Tolstoy buna iyi bir örnek sayılabilir, çünkü her yazdığına katılmak imkânsızdır, ama hem bu üsluptan ötürü hem de, evet, bazı sapmalara rağmen derindeki bir hakikatle temasını hiç kesmediği için ona inanırsınız. Biraz müziğe inanmak gibi ya da bir duanın ruha iyi gelmesi gibi.

Adigey’de Rus Dili ve Edebiyatı okudunuz. Edebiyat tarafına üniversitede mi dahil oldunuz, yoksa önemli miydi zaten okur olarak sizin için?

Edebiyat bölümünü seçmem çok şuurlu bir tercih değildi. Zaten o yaşta kim neyi şuurlu olarak seçer ki? Şöyle olmuştu: Türkiye’den ayrılıp Rusya’ya göçünce öğrenim hayatım bitmişti aslında. Ortaokulda yani. Sınıflarda hiçbir şey anlamadan oturduğum yıllar geçirdim. Benim için tek teselli dil zevki ve kitap okumaktı. Tabii Rus edebiyatı gibi bir ziyafet sofrasına düştüğüm için mutluydum. Lise biterken de hukuk mu okusam, ekonomi mi gibi birbiriyle alâkasız kutuplar arasında bir müddet salınır gibi yaptıktan sonra –ki çok kısa sürdü salınır gibi yapma– kendimi edebiyat bölümüne dar attım. Madem kaybettik, en azından zevkli bir şey yapalım diye düşünüyordum.

Üniversite hayatınız nasıl geçti? Nasıl bir okuldu üniversiteniz?

İlginçti. Rusça biliyordum artık, ama ana dili Rusça olan bir sınıfta rahatça edebiyat okuyabilecek kadar değil. Burası nasıl bir okuldu? Küçük bir taşra üniversitesinin –Adigey Devlet Üniversitesi’nin– en mütevazı bölümlerinden biriydi. Küçük bir binanın iki katına sığmıştı.

Hocaların çoğu epeyce yaşlıydı ve Sovyet tedrisatından geçmişti. Değerli insanlardı. Akademik bir bilgi yüklemeyi değil, düşündürmeyi, merak ettirmeyi önemseyen hocalardı.

Bölümdeki öğrenci profili ise taşranın da taşrasından gelen çocuklardı. Bazıları, dünyanın tüm edebiyat fakültelerinde olduğu gibi, başka bir yere giremeyecekleri için gelmişti oraya, ama çok yetenekli, akıllı gençler de vardı. Edebiyat derslerinde şevkle kitap tartışmalarını tenis maçı izler gibi izlerdim biraz. Ben hep geriden gelirdim, çünkü okumaya ve analiz etmeye yetişemiyordum bitmeyen dil engeli nedeniyle.

İlk okuduklarınız nelerdi Rus edebiyatından? En çok önemsedikleriniz, kendinizi yakın hissettikleriniz hangi eserlerdi?

Çatski’nin “Ya Yargılayanlar Kim?” monoloğu –Griboyedov’un Akıldan Bela adlı piyesinden ortaokul çocuklarına ezberletilen bir “babalara isyan” monoloğudur bu.

Ostrovski’nin Fırtına’sı ve Dobrolyubov’un bu piyes için yazdığı “Karanlık Krallıkta Işık Huzmesi” makalesi. Kuprin’in “Lal Bilezik” hikâyesi, Karamzin’in Zavallı Liza’sı. Sonra da Puşkin’in Yüzbaşı’nın Kızı ve Yevgeni Onegin’i aklımda ilk okuduklarımdan kalanlar… Belki bunlar ilk anlamaya başladıklarım olduğu için kalmıştır aklımda. Büyük Rus romanlarından en sevdiklerim ise Ölü Canlar, Oblomov, Babalar ve Oğullar, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Anna Karenina.

Çehov’un yazdığı her şey acayip. Saltıkov-Şedrin’in Bir Şehrin Hikâyesi, Leonid Andreyev’in Yahuda İskariot ve Vasili Fiveyski’nin Yaşamı, İsaak Babel’in Odessa Hikâyeleri, Strugatski Kardeşler’in yazdıkları –Tanrı Olmak Zor özellikle–, İlf ve Petrov’un mizahı, Gümüş Çağ şairleri, Sergey Yesenin, İosif Brodski, Andrey Voznesenski şiirleri, Daniil Harms’ın absürt yazını, Venedikt Yerofeyev’in sayıklamalı Moskova-Petuşki anlatısı, çağdaş kadın yazarlar Tatyana Tolstaya, Lyudmila Ulitskaya, Lyudmila Petruşevskaya’nın yazdıkları…

Post-Sovyet edebiyatı diye bir şeyden de bahsedebiliriz değil mi artık? Sadece bir zaman dilimi olarak değil, çok derinden getirdikleriyle… Saydığınız yazarlardan bazıları özellikle taşıyorlar bu yükü sanki. Ve epey de güçlü bir damar kazandırıyorlar Rusya’dan dünya edebiyatına, ne dersiniz?

Elbette var böyle bir edebiyat ve elbette o sağlam damar iyi metinler çıkması için bereketli bir zemin sunuyor. Bununla birlikte hep orayla kıyaslanacak Rus yazarları, yani klasiklerle ve Sovyet edebiyatının iyi örnekleriyle –kötüsü de az değil, “sosyal siparişle” yazılmış yığınla kitap var bu arada.

Rus edebiyatını muhteşem yapan biraz da stereotipleşmeden ve idealleştirmeden uzak olması bence. Takıntılı bir “şu iyidir, bu kötüdür” kavrayışı olmadığı gibi, Rus yazarlarında “hayır efendim, hiçbir şey bildiğiniz gibi değildir” cesareti de var. Rusya tarihindeki tüm kırılmaların, edebiyatında etkileyici karşılıkları var. Toplumu boylu boyunca, çepeçevre gören ve içinden tek tek insanları seçip anlatan bir edebi gelenek söz konusu.

Fakat artık Batı edebiyatıyla da daha ilişkili bir edebiyat var Rusya’da. Buralardan iyi şeyler çıkacaktır. Mesela Yevgeni Vodolazkin’in Laurus adlı romanı geçen yıl Türkçeye çevrildi. Çok büyük emek gerektiren bu çeviriyi Ali Rıza Dırık yaptı ve umarım okunuyordur. Okumazsak var olamaz kitaplar. Gelgelelim, bu romanda da bir mucizecilik damarı var, ki hikâyeyi bana göre zayıflatıyor. Yine de önemli bir metin, okunmasını dilerim…

Yaşınız epey küçükmüş gittiğinizde, ama tam da ortasına düşmüşsünüz post-Sovyet yaşamın. Nasıldı gördüğünüz toplumsal manzara? Neler radarınıza takıldı o günlerde?

Evet, 13 yaşındaydım gittiğimde. Yine de Sovyet ortamını biraz koklamış sayılırım. Şehirler hep birbirine benzer, çoğunun merkezinde Lenin heykeli vardır. Bizimkinde de, Maykop’ta da vardı. Evler, toplu konutlar, sokaklar tek tiptir genellikle. Gittiğiniz herhangi bir Sovyet şehrinde kendinizi yabancı hissetmezsiniz.

Hatta böyle bir Sovyet filmi vardı, Eldar Ryazanov’un Kaderin Oyunu ya da Sıhhatler Olsun filmi… Rusçası İroniya sudbı ili S Lyegkim Parom! Adam uçağa binmeden sarhoş oluyor. Yanlış uçağa binip yanlış şehre iniyor, taksiciye verdiği adresin tıpatıp aynısı tabii orada da var. Eve bir geliyor ki kendi evi değil. Oysa her şey aynı.

Şimdi çoğu sokakta küçük bakkallar filan var, o zaman yoktu, ticaret şehir pazarları ve az sayıda dükkânla sınırlıydı. O dükkânlarda da her şeyi bir arada satarlardı, defter kitap, iç çamaşırı, hediyelik eşya. Yiyecek maddesi satan yerlerdeyse kurutulmuş balık kokusu baskın olurdu. Bunları anlatırken kendimi yüz yaşında gibi hissediyorum şu an, bir de “acayip mekân” tasarımlarında kullanabileceğim malzemeyi harcıyormuşum gibi geliyor. Şaka elbette.

Orada iyi bir eğitim aldığımı düşünüyorum. Şu anlamda: Özgürlükçü bir hava vardı, ağzınızı açıp bir şey söylemekten korkmazdınız, her şey tartışmaya açıktı. Liseden filan bahsediyorum. Yani ’96, ’97 seneleri… Şimdi devlet daha kontrolcü. Milliyetçilik ekseninde bir dönüşüm var okullarda. Bunsuz büyüdüğüm için memnunum. Sovyetler’den kalan güzel şeylerden biri de en küçük taşra şehrinde bile kültür merkezi, kütüphane, tiyatro, filarmoni gibi birçok geniş alanın olmasıydı. Kültürel etkinliklere erişim ucuz ve yaygındı.

Tabii yoksul-zengin arasındaki fark çok hızlı bir şekilde açıldı ve sefalet çok hızlı hissedilir oldu birçok ailede. Oradayken, biz dışarıdan gelenlerde, hep bir “yaşasın şu hizmet de geldi” sevinci olurdu, “aynı Türkiye’deki gibi artık, filan prosedür çok kolaylaştı” derdik. Genel olarak yerlilerde de bir rahata, kolaya kavuşmuşluk hissi vardı. Yine de 1 Mayıs’larda yaşlı komünistler şehrin ana caddesinden geçerdi kızıl bayraklarla…

Tam olarak neyin içine düşüldüğü yavaş yavaş anlaşıldı. Buna rağmen komünizm çok dayatmacı ve sınırlayıcı bir rejim olarak kalmış insanların aklında. Ve yine buna rağmen “biz gençken yazları tatile değil, topluca patates toplamaya tarlalara gönderilirdik, hem çalışır hem eğlenirdik” veya “biz küçükken yazları ücretsiz kamplarda, sanatoryumlarda kalırdık” diyenlerin yüzünde hoş bir nostalji görürsünüz… Sonra biri ekler, “kampta her yer dökülüyordu” veya “o tarlalarda devlet az sömürmedi bizi çalıştırarak”.

Devlet kültür-dil-spor işlerini teşvik ederken politik açıdan kontrolcüdür. “İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla işbirliği yaptınız” gibi suçlamalarla Sibirya’ya gönderilenler çoktur. Ve bu asılsız bir suçlamayla cezalandırılma korkusu şu an da hissedilir Rusya’da. Bakınız Aleksiyeviç kitapları. Yine de seneler geçtikçe şunu daha sık duyar gibiyim, “Eskiden kolayca ev sahibi olur, ücretsiz eğitim ve tıbbi hizmet alırdık ama…” Bu ama’lar böyle gider…

Svetlana Aleksiyeviç’e biraz daha dikkatli bakalım mı? 2015’te Nobel edebiyat ödülünü “yeni bir edebi tür” yarattığı övgüleriyle aldı. Sözlü tarih, söyleşi tekniği, gazetecilikle harmanlanmış yepyeni bir edebi tür yaratımıyla ilgili siz neler düşünürsünüz?

Yeni bir edebi tür yaratıp yaratmadığı epey tartışılmıştı o zaman. Açıkçası ben de Nobel Komitesi’nin kararını garipsemiştim ilkin, çünkü bildiğimiz anlamda kurmaca değil bu. Buna karşın diyemeyiz ki, Svetlana Aleksiyeviç’in yazdığı bir söyleşiler, tanıklıklar toplamından ibarettir. Diyemeyiz ki, Aleksiyeviç sırf bir derleyicidir. Neden diyemeyiz? Çünkü gündelik dili edebi dile çeviriyor, unutulmaya yazgılı olanı belleğe kazandırıyor. Bunlar aynı zamanda edebiyatın yapmaya çalıştığı şeyler değil mi? Dil ve bellek.

Üstelik, bu “yaptığım şeyin türü ne?” kaygısı insanı felç edebilir. Yazdığım roman mı, değilse novella mı, yoksa şiir yazacağım yerde düzyazı mı yazıyorum? Bu şüpheleri yaratıcı bir insanın başına bela edip ondaki ne yapacaksa yapma potansiyelini çökertme ihtimali var. Neyse ki çoğunlukla herkes yapacağını yapıyor.

Başka bir yaftalama, Aleksiyeviç’in Nobel’i siyasi nedenle aldığının iddia edilmesiydi Rusya’da. Hiç ilgisi yok diyebilir miyim, bilmiyorum, ama aslında bir önemi olmadığını zannediyorum. Aslolan metinlerdir. “Yavaş yavaş bilemiyorum” diyor Süreyya Berfe şiirinde, bu sözü benimseyip susmalı belki…

Nasıldı onu çevirmek, neler hissettirdi? Bir söyleşinizde “Anti-komünist olarak damgalanmasından endişelenmiştim” diyorsunuz. Neydi sizi endişelendiren şeyler, neden endişelendirmişti?

Aleksiyeviç’i çevirmek kolay olmamıştı. Bebek bekliyordum, doğum iznine ayrılmıştım. Kadın Yok Savaşın Yüzünde bir hamilenin ruh sağlığı için en doğru kitap sayılmazdı. Amerikan filmi diliyle mi söyledim bunu? “–Nasılsın? –Daha iyi günlerim olmuştu.”

Bu arada, Kantemir Balagov’un kitaptaki bir hikâyeden uyarladığı Fasulye SırığıDılda / Beanpole– adlı film de muhteşem ve korkunçtu. Film savaşa katılmış, ülkelerine kahraman olarak dönmelerini bekleyeceğiniz iki genç kadını hikâye ediyordu. Döndüklerinde, cephede herkesle yatmış potansiyel fahişe muamelesi görüyorlardı. “Günün ve güncelin edebiyatı” bu aslında. Bugünün Rusya ve Ukrayna’sında benzer facialar yaşanıyor.

Endişeden kastım ise şuydu galiba: Türkiye’de söz konusu Rus edebiyatı/Rusça edebiyat olduğunda devrim yanlısı/karşıtı eleği hemen çıkarılıyor ortaya. Eleğin üstünde kalana, yani karşıt olarak görünene de pek sempati duyulmuyor. Hatta Platonov’u da eleştirel tavrı için suçlayanlar oluyor. Çevirdiğim yazarların böyle yerlerden eleştirilmelerine gönlüm razı değil, daha nitelikli, derinlikli değerlendirmeleri hak ediyorlar. Post-Sovyet edebiyatın Sovyet geçmişine bakışı da –tamamına hâkim olduğumu iddia edemem– bence çok yönlüdür, ama travmalarla yüzleşmeyen edebiyat olmaz. Travma da çok fazla Rusların ve periferisinin tarihinde maalesef.

Geçenlerde şöyle bir tweet çıktı karşımıza: “Rusça dışında bir dilde Platonov okuyanlar arasında en şanslı kişiler olabilir miyiz acaba?” Ne güzel bir şey değil mi bu bir çevirmen için? Platonov hakkında yazdığınız bir yazıda şöyle diyorsunuz: “Andrey Platonov’u yanında rahat olabileceğim az sayıda insandan biri olarak görürüm.” Çevirdiğiniz bir yazar olarak kalmamış sadece sizin için de sanırım. Şöyle devam ediyorsunuz:

İnsanın günbegün ağırlaşan kaybına yanardı. Bir başkasının acısını iyileştirmeden iyi olamayacağımızı yazardı. Büyük bir acının peşinden belini doğrultup sıfırdan yaşamanın kurallarını mühendis titizliği ve edebiyatçı vicdanıyla bizler için sıralardı. En düşkün olduğumuz bir sırada biz bunları okur ve gülümserdik. Büyük ve ilahi bir gerçeği bizimle paylaştı diye değil, hayata tekrar ısınmamızı sağlayan bir dost olduğu için. Bu yüzden de gerçekte bir dâhi bile olsa bizi korkutmadığı için.”

Mühendis titizliği ve edebiyatçı vicdanı aklımıza onunla ilgili çok şeyler getirse de, sizi bulunca sormamak olmaz, kimdir Platonov? Neden bu kadar sevdik onu sizce?

Evet, dünyanın en şanslı çevirmeniyim. Bu yüzden Platonov’la vedalaşmam zor oldu. Üstüne yeni bir şey çeviremedim. Son derleme Saklı İnsan da benim bu vedalaşamama halimden çıktı biraz ortaya. Bazı öyküleri atladığımızı fark ettim ve içimde bir huzursuzluk vardı. Sadece Platonov’u eksik bıraktık diye değil, ben de onsuz kalmak istemiyordum.

Bu arada, ölümünün üzerinden 70 yılın geçmesiyle Platonov eserlerinin telif hakları düştü ve hızla yeni çevirileri çıkmaya başladı. Yani artık Platonov da bana veda etti diyebiliriz. Tabii büyük sevinçti okurlardan güzel yorumlar duymak. Yani şanslılığımız karşılıklı okurla.

Neden bu kadar sevildi? Platonov arşivlerden 1980’lerde çıktı biliyorsunuz, ama Rusya’da da son dönemde Platonov’un yeniden keşfedilmesi söz konusu. Bu biraz cevap vermeyen, soru soran yazar gizemiyle ilgili olabilir. Bir de tarihsel bağlamın ötesine taşan büyük yazarlığı var –her satırında, gördüğü ve önemsediği mikroskobik ayrıntılarda hep insanın içini sızlatan bir şey var. Trajediyi anlatırkenki soğukkanlılığı ve metaneti belki iyi geliyor. Ve mizahı. Çok büyük imgeler kurmuş –Çevengur şehri bütün proletaryayı içine alacak bir evin temel çukuru, Mutlu Moskova’nın mükemmel, ama kaçınılmaz olarak sakatlanan bedeni, sosyalizmin kurulacağı çöl gibi– ama büyük laflar etmemiş olması var bir de tabii.  

Biz Sovyet geçmişini merak ediyoruz, anlamak istiyoruz, o ise bize ahkâm kesmeden, kendi çocuksu şaşkınlığı ve bilge görgüsüyle anlatıyor –devleri, yönetenleri, yön verenleri değil, tam olarak başına devrim düşen insanın trajedisini anlatıyor. Her daim hep onları merak ederiz en çok –“destanımızda yalnız onların hikâyeleri vardır”.  

Platonov yaşadığı ömür itibarıyla da etkiliyor bizi. Safını belirlemiş, cephesini almış, gardını koruyan biri değil, bunun bedelini de devamlı ödüyor, ama doğrularından vazgeçemiyor. Şöyle bir şey biraz: “Bunu söylemesem iyi olur, illa söyleyeceksem şöyle söyleyeyim, aman neyse bildiğim gibi söyleyeyim” diyor sanki son anda, “öleceksek ölelim” kafasıyla.

Ama “illa söyleyeceksem şöyle söyleyeyim”in de çok örnekleri var yazdıklarında ve bu –şimdi böyle değerlendirmek acımasızca belki ama– yaratıcılığını tetikleyen bir husus. Pat diye söyleyemediklerinizi bir başka şekilde ifade etmeye çalışırken gerçekten güçlü imgelere çıkıyorsunuz bazen.

Dediğim gibi, yaşadıkları da çok içimize dokunuyor. Stalin’e yazdıkları malûm, kendini aklamaya çalışan küçük bir çocuk gibi çırpınıyor iktidar karşısında. Ama cümle Stalin’lerden çok daha kıymetli bir şey var bildiği, onu da sakınıyor gözü gibi, belki bazen kendinden bile gizli saklı.

Platonov çevirdiğiniz ilk yazar değildi değil mi? Çevirmenlik nasıl başladı?

Klasikleri çevirerek başladı. Klasikleri yayımlamak görece daha masrafsız ve satmak da daha kolay. Bu nedenle Rusça çevirmeniyseniz muhakkak yayınevlerinden klasik siparişi alırsınız. Benim de öyle oldu. El yordamıyla öğrenmeye çalışıyordum ve ilk çevirdiğim kitapları seneler sonra elden geçirdiğimde ne kadar çok acemilik ve sersemlik yaptığımı fark ettim. Normaldi öyle olması. Normal olmayan onları öylece yayımlamış olmasıydı yayıncıların.

Sonra, Vladimir Makanin’in bir romanını –Underground / Zamanımızın Kahramanı’nı– yayınevine önerdiğim, hatta Makanin’le telefonda bile konuştuğum bir süreç yaşadım. Mailleştiğim ve “şurada ne demek istediniz?” diye sorabildiğim bir yazardı. Tek yazardı. Sonra da Platonov geldi ve gitmedi galiba.

Köstebek Yolları’na dönelim. “Sigara” adlı öyküde kedisi Süt’le konuşurken şunları söylüyor yazar-kahraman: “Yazıya değil ömrüme çalışıyorum Sütcüğüm. İçimdeki huzursuzluğun kaynağını arıyorum. Son zamanlarda bir baştan alma ihtiyacı var içimde, dönüm noktalarına filan değil de şöyle kıyıda köşede kalmış, az düşünülmüş küçük şeylere bir kez daha bakmak istiyorum bulunduğum uzaklıktan.

Yazıyla ilişkinizde buna benzer şeyler var mıydı? Çevirmenlikte benzer şeyler var mı, yazıyla çeviri arasındaki ilişki hakkında?

İlk kitapların bir tür iç dökme olduğu söylenir. Kısmen doğru olabilir bu. Belki daha has, esaslı bir metne geçmeden önce bir şekilde paslı suyu akıtıyoruz. Bundan çok da emin değilim açıkçası. “İkinci kitabı merakla bekliyoruz” dediklerinde, “ilk kitap tabii biraz duygusal, ama ikinci inşallah öyle olmaz” dendiğinde veya “ikincide artık kendini anlatmazsın, gerçek hikâyelere geçersin” dediklerinde biraz tedirgin oluyorum, çünkü öyle yapacağımdan, yapabileceğimden emin değilim hâlâ. Bir huzursuzluk duyduğum için yazdım –bencilce olsa bile. Çeviriyse daha huzurlu bir yer. Küçücük bir atölyede, tanıdık aletlerle, tanıdık kokular ortasında sessizce akmak gibi. Metrelerce kumaştan bir şey biçmek…

Kitap Lale Müldür’le açılıyor, “hep zor şeyler düşüyor hayatıma / yakınmayalım / ıssızlık ta baştan beri vardı” ve Turgut Uyar’la kapanıyor, “öyle sanıyorum her şey biter / bir doğurgan hücre ve / bir yanlışlık daima kalır”. “Köstebek Yolları” öyküsünde ise şöyle bir kısım var:

-Belki epeyi bir zaman köstebek yolları kazdıktan sonra geçmişte bir tarlaya çıkabiliriz… Mesela 1937 yılında bir tarlaya çıkabilseydik keşke, hoş olmaz mıydı?

-Neden 1937 hocam? Hatay’ın Türkiye’ye katılması mı?

-1937 yılında Garip şairleri ilk ürünlerini veriyor…

-Şiirle ilgilendiğini bilmiyordum.

Bloğunuzu takip edenler şiirle ilgilendiğinizi biliyor, harika şiir çevirileriniz var orada. Lale Müldür, Turgut Uyar ve Garip akımı ise kitaba girmiş. Ve söyleşinin başında Ülkü Tamer’i andınız kitabın adına verdiği ilhamla… Önemli midir bu damarlar sizin için? Rus şiirlerinden çeviriler var mı yakın gelecekte derli toplu yayınlanacak?

Şiir yazmayı çok istemiştim, ama pek olmadı. Şiir dilin gerçek manada başrolde olduğu tür. Düzyazıda da şiirselliği seviyorum aslında, kararındaysa. Bir de, ancak şiirin anlatabileceği şeyler var gibi geliyor bana. Hayatın orta yerinde yarım yamalak bir insan olarak kalmış olmak örneğin, şiirin konusudur. Tedirginlik, kuşku ve tekinsizliği en iyi şiir anlatır.

Şiir çevirisine 160. Kilometre’den şair arkadaşların teşvikiyle başladım sayılır. Gerçi denerdim arada bir. Bir seçkiyle Marina Tsvetayeva’yı çevirmeye çalıştık. “Dinle, Dinle Âdem” diye bir şiir var o seçkide ve Ariadne imgesi etrafında, Ofelya imgesi etrafında yazdığı şiirler, bir de “Şair Uzaklardan Getirir Sözü” var.

Bu şiirlerin güzelliğini fena aktarmadık sanki. Yine de şiir çevirisi çok ürkütücü bir alan. Oturup çevirip kalkamazsınız. Dönüp dönüp çevirmeniz gerek, çok zaman, sabır ve ilham gerekiyor. Kendi dilinizde yeniden bestelemek gibi. Şimdilik yeni bir toplu şiir çevirisi düşünmüyorum, ama zaman zaman Anna Ahmatova’dan şiirler çeviriyorum, yine 160. Kilometre’nin çeşitli sortileri için vesaire. Beni o işin içinde tuttukları için özellikle Ömer Şişman’a teşekkür etmeliyim, yoksa çoktan geçip giderdim herhalde.

Kendi şiirimize gelince… Doğrusu düzyazımızdan fazla okumuşumdur yüksek ihtimalle. Nedenini bilmiyorum. Beni çok çarptı özellikle İkinci Yeni ve o damara yakın şairler. Şiirimizi okurken göremediğim, ama çok derinde sezdiğim bir şeylere bir kapı açılıyor. Lale Müldür’ü düşünelim, rastgele bir yerinden açınca kafamıza bir şeyler devriliyor, eski bir dolabı açmışız gibi. “Eskil Bir Aşk Öyküsü” şiiri mesela. “Boynumda yağmurdan bir kolye/ ıslak taşlara oturuyorum bugünlerde/ bir siyam kedisi ve ben/ pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz/ eski rus bir sevgilim vardı/ başka birisini göze alamam bugünlerde/ öykü safir aynalı bir salonda geçiyordu/ her şey önce çok güzel başlıyordu/ sen, gözünde siyah bir bant, beni dansa kaldırıyordun/ ben seni portekizli bir korsan sanıyordum/ sonra ortaya çıkıyordu eski bir rus soylusu olduğun”.

Dolap benzetmesinden yola çıkarsak, sayısız eski dolap var Türkçede, içine ne zaman girseniz kaybolursunuz…

Şiir dışında Türkçe edebiyatla nasıl aranız, kendinizi yakın hissettikleriniz kimler? Maykop’a giderken yanınıza aldıklarınız, orada da kopamadığınız ve sizi Türkçe edebiyata bağlayan eserler hangileriydi? Ve Rusçaya hâlâ çevrilmemiş, çevrilmesini arzuladıklarınız?

Seneler önce kendi çapımda bir kronolojik okumayla Türkçe edebiyattaki eksiklerimi, şöyle Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ından bu yana gelerek gidermeye çalıştım. Malûm okulların çoğunu Türkiye’de okumadığım için çok vakıf değildim Türkçe edebiyata. Felâtun Bey ile Râkım Efendi ve Ahmet Mithat Efendi’nin kimini çok da ciddiyetle yazmadığı söylenen başka romanları dahi güzel geldi bana.

Buralarda öykü ve romanın emeklediği çağlarda, misal Rusya’da yazılan şeylerin görkemi, elbet o uçurum biraz ürkütücü geliyordu, lakin ben bu emekleyişi, doğruluşu, acemiliği de sevdim. Şiir geleneğinin daha köklü olması –okuyup anlayabildiğimiz yok gerçi çok eski şiiri ama– bence bugün bile Türkçe edebiyata lirik bir oylum veriyor. Uşaklıgil romanlarına –Mai ve Siyah’ı çok sevmiştim hele– geldiğimde, Mehmet Rauf’un Eylül’ünde artık ustalıkla yazılmış romanlar okuyor olmak gurur vericiydi.

Rusya’ya göçerken yanımda muhtelif şiir kitaplarının yanı sıra Tutunamayanlar vardı. Onunla yatıp onunla uyandığım uzun bir dönem oldu. Yıllar sonra yaptığım kronolojik okumada Oğuz Atay’a geleceğim ânı iple çekiyordum. Lâkin Yaşar Kemal/Orhan Kemal’ler’in döneminde takıldım kaldım. Yaşar Kemal okumakla bitmediği için belki. İnce Memed’in özellikle ilk cildi okuduğum en iyi kitaplardan biri oldu. O okumayı bir gün tamamlayacağım muhakkak. Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ı eşliğinde okuyordum.

Bu ve benzeri planlı okumalar hep bir ukde olarak, yarım yarım kaldı içimde, çünkü hep bir yere koşuyordum: şunu çevirmeye, şunları da okumaya, şunu da ihmal etmemeye. Bundan böyle istediğimi okuyabilecek olmak –yani çeviri yapmayacak olmak– içimi sevinçle dolduruyor ve muhtemelen karşıma çıkacak sinsi engellerden habersiz gibi davranmayı seviyorum…

Rusçada ise Sovyet döneminde çevrilen bir kısım eserin baskıları yok. Geçenlerde meslektaşım Mustafa Kemal Yılmaz Petersburg kitapçılarında bir Türkçe edebiyat avına çıkmış ve Orhan Pamuk ile Elif Şafak hariç pek bir şey bulamamış. Öte yandan, mesela Huzur’un çevrildiğini biliyorum Rusçaya. Belki popüler olmamıştır Pamuklar gibi… Bir başka arkadaşım –ki Rus– Oğuz Atay’ı çevirmek istiyor. Umarım bu proje gerçekleşir.

“Yani çeviri yapmayacak olmak” artık hiç çeviri yapmamak mı demek oluyor peki?

Ben her kitabı “bu sondu” diye çevirip bir süre sonra yeniden çeviri alırım genellikle. (gülüyor) Ama evet, hayalim hiç değilse biraz ara vermek, okumak, örgü örmek, belki yazmak…

Son olarak, son yayınlanan çeviriniz Platonov’un Saklı İnsan’ının son bölümündeki “Edebiyat Fabrikası” başlıklı deneme üzerine konuşalım. Oldukça şaşırtıcı, biraz ürkütücü, çokça düşündüren bir yazı. Siz neler düşündünüz çevirirken ve Platonov’un düşüncelerini izlemek nasıl bir his verdi?

O yazıyı çok eğlenerek çevirmiştim aslında. Platonov’un ciddisi-şakası karışık, “bu söylediğine ne kadar inanıyor olabilir?” şaibesi yaratabilen bir yazar olduğu kanısındayım. Kendisiyle çelişik halleri çoktur. Bir iddiaya kendi kendisini inandırmak ister gibi yazıyor bazen veya zamanın gerektirdiği şekilde yazmaya çalışıyor ki yayımlanabilsin…

Burada da “gelin madem öyle –madem ben tek başıma yazdığımda yayımlamıyorsunuz– birlikte yazalım” da diyor olabilir. “Neden olmasın? Buyurun kolektif bir çalışma sistemi kuralım, ben de kirli işi yapmaktan biraz kurtulurum böylece” de diyor olabilir, “Edebiyat kutsal ve dokunulmaz bir alan değil, onu hep beraber yapabiliriz” de demek istiyor olabilir, “Hayatın içindeki malzeme ziyan oluyor” demek istiyor da olabilir…

Platonov “Edebiyat Fabrikası”nı 1926’da yazmış. Aslında süregiden “Yeni edebiyat nasıl olmalı?” tartışmalarına katılıyor bu denemeyle. Yazıdaki birçok unsura LEF – Sol Sanat Cephesi topluluğunun önermelerinde rastlanabilir. Kolektif yaratım, edebiyat montajı, edebiyat fabrikası, yarı mamûl, faydalı ürün gibi kavramları Platonov uydurmuyor, bunlar o dönemin edebi tartışmalarında geçen terimler.

Platonov’un benzer bir edebi yaratım süreci önerirken yazarın yaratıcılığı ve özgünlüğüne yine de kıyamadığını ve onu ayrı bir kenara koymaya çalıştığını görüyoruz. Dediğim gibi, burada ironi de var, ciddi bir akıl yürütme çabası da, Platonovca bir hınzırlık da var bence, yeni toplum-yeni edebiyat polemiğine bir parça tuz ekme çabası da.

Hayata edebiyat yardım edebilir mi? Ve diğer taraftan fazlaca duyduğumuz bir söz son yıllarda, “edebiyat da derin bir krizde.” Sizce de öyle mi? Yoksa edebiyat bir şekilde yolunu bulur mu?

Hayatı edebiyata yaklaştırmak mümkün mü? Çok az kitap okunan bir yerde çok zor. İnsanlara ince şeyleri, ara tonları, sıcak kuytuları gösterebilmek için, ayrıca ötekini dinleyip anlamayı öğretebilmek için çok, çok, çok fazla yol katedilmesi lâzım.

İnsan aslında buna gayet müsait –bir çocuk yetiştiren herkes bunu bilir. Ama işte dünyanın hali hiç müsait olmuyor… Edebiyat yardım edebilir, hayatla o köprüyü kuracak sağlam temeller atılırsa… Edebiyat tarihin tekrar eden hoyrat akışını değiştiremez, ama insanlara, tek tek insanlara yardım edebilir. 

Bence edebiyat krizde değil. Kriz hissi trajik yaşam algımızın bir parçası. Asıl hayat krizde olabilir –o kadar gerisinde ki edebiyatın…

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI