Çatallanan yollar,
çoğalan düğümler
2023’te, ocak ayında Davos, mayısta G7, ağustosta BRICS, eylülde G20 zirveleri, kasım-aralıkta Taraflar Konferansı (COP28) yapıldı. Bu buluşmalardaki gündemler, kararlar, yönelimler önümüzdeki dönem için neler söylüyor? Bloklar arası ve bloklar içi çelişkiler nasıl şekilleniyor, taşlar nasıl diziliyor? Bir Kuşak Bir Yol’dan Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru’na, Kalkınma Yolu’ndan Zengezur Koridoru’na, enerji-ekonomi hatlarında küresel ve bölgesel güçler hangi hedeflerle hangi hamleleri yapıyor? Küresel politikanın 2023’teki serencamına ve 2024’teki muhtemel seyrine yakın plan…
I
Hızlanan zaman ve küresel politikanın köşe taşları
Akrep ve yelkovanın alışılmadık şekilde hızlı hareket ettiği küresel zamanlardayız. Takvimler 2022’nin ortalarını gösterirken, 48 gün içinde gerçekleşen Davos, G7, NATO toplantıları kapitalizmin gündemi açısından başka bir zaman akışına işaret ediyordu. Küresel kapitalizmin mabedi Davos, sahnesi G7, jandarması NATO[1] art arda toplanarak siyasal olanı kuran “dost-düşman” ikiliğini yeniden tanımlıyor ve “demokrasiler-diktatörlükler” olarak küreyi ikiye ayırıyordu.
Atlantik blokunun bu hamlesi, Rusya-Ukrayna geriliminin sıcak çatışmaya evrilmesiyle cevap buluyordu. Rusya-Ukrayna savaşı Atlantik blokunun kurmak istediği yeni siyasal alanı kimi açılardan güçlendiriyor, kimi açılardan ise zayıflatıyordu.
Zaman, Davos 2022’nin kendi ifadesiyle, “tarihin dönüm noktası”ydı.[2] İklim, gıda ve enerji krizi bir yandan, Rusya-Çin ittifakının potansiyel tehditleri diğer yandan, ciddi alarm zillerine neden oluyordu. Lensler yine batılıydı. Fakat batılı lenslerin bile görmekten kendisini alamadığı bir tehdit daha vardı: Sınıfsal itiraza dayanan hoşnutsuzluk sinyalleri.
Nitekim, bir kasırgaya dönüşüp dönüşmeyeceği tartışmalarının üzerinden çok geçmeden, bu hoşnutsuzluğu örgütleyen aşırı sağcı, ırkçı partiler ve popülist liderlerin yükselişi olarak tanımladığımız bir dönemi yaşıyoruz.
Dünyanın birçok yerinde yükselen bu aşırı sağcı dalgayı demokrasinin gerilemesinden bağımsız ele alamayız. Solun demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını yapamaması en büyük noksanlık olarak göze çarpıyor. Sağcı yükseliş sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinin karşı hegemonya üretememesiyle, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ekonomik ve politik örgütlenmeler inşa etmekteki yetersizliğiyle şekilleniyor.
Yükselen aşırı sağın ekonomi-politik grameri Türkiye için de geçerli lisan olarak işledi.[3] İflas, borç, yoksulluk iç ve dış politikaya dair klasik ayrımların belirsizleşmesi üzerinden unutturulmaya, beka Lübnan’da, Suriye’de, Rojava’da aranmaya ve böylece içerideki feveranlar duyulmamaya devam etti.
Küreye ise beş boyutu olan (yurttaşlık, güvenlik, militarizm ve ulus-devlet, yoksulluk ve iktisadi adaletsizlik, inanç) ve sonuçları itibarıyla, geleceği ilgilendiren yenişememe hali, dengesizlik ve normunu bulamama hâkim oldu.Yeni soğuk savaş, yeni biçimlerle sürme eğilimine girdi. Yeni paradigma arayışları, aşırı sağın yarattığı ara buzul çağda alttan alta devam ediyor. Demokrasi ise, Marx’tan esinlenerek söylersek, bir özgürleşme potansiyeli olarak[4] aktüel hale gelme imkânını hâlâ arıyor.
Kapitalizmin iki sureti ve dünyanın ahvali
Ağustos 2022’de, 1+1 Express’te aktarmaya çalıştığımız manzarada değişimler yaşandı ve tarihin akışında hızlanmalar oldu. NATO’nun güvenlik lensleriyle dünya haritasını taradığı bu zamanda, katı-sıvı-buhar olan her şey güvenliğin konusu haline geliyor.
Objektifleri Afrika kıtasına çevirdiğimizde, son birkaç yılda Sudan, Çad, Mali, Burkina Faso, Nijer ve en son Gabon’da darbe girişimleri görülüyor. Savaş, Ukrayna’da pop-gündem haline geldi ve henüz ateşi sönmeden Ortadoğu’nun bitimsiz istikrarsızlığını ve savaş halini gündeme tekrar taşıyan İsrail’in Gazze’ye saldırılarıyla alevlendi.
Atlantik blokunun jandarması NATO ise olacaklara hazırlık mahiyetinde genişleme arzusunu büyütmeye devam ediyor. İsveç’in NATO’ya üyeliği sürecinde görüldüğü üzere, kişilerin egemenler arası pazarlıkta “kurban edilmesi”, insan haklarının askıya alınması gibi, hemen her şey bu genişleme için pazarlık konusu haline getirilebiliyor.
Tarihin hızlandığı bu dönemde küresel dizayn arayışlarının masaya yatırıldığı toplantıların ardı arkası kesilmiyor. 2023’te küresel kapitalizmin bileşenlerinin yaptığı üç toplantının içerikleri gidişata verilmek istenen yönü, kaygıları, tıkanma noktalarını anlamak için verimli bir zemin sunuyor.
2023’ün ocak ayındaki Davos toplantısında, “yaprak döker bir yanımız” gerçekliği dört başlıkta (hayat pahalılığı, Rusya-Ukrayna savaşı, iklim krizi ve gıda krizi) ele alınırken, “bahar bahçe yanımız” tek bir başlıktan (dördüncü sanayi devrimi) ibaretti.
Davos’ta konuşan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres şirketleri “iklim bilimlerini görmezden geldikleri için” eleştirirken tatlıya bağlanması işten bile olmayan bir gerilimle zirveye heyecan kattı. 2018’de “Parçalanan Dünyada Ortak Gelecek Oluşturmak” sloganıyla yola çıkan Davos’un 2023 teması “Parçalanmış Bir Dünyada İşbirliği” olarak belirlendi. Beş yılda alınan yolun “ortak gelecek” hayalinden “işbirliği”ne vardığı görülüyor.
2023 Davos’unda, bağlamı ve öznesi farklı yönlere çekilebilecek olsa da, en doğru cümle yine BM Genel Sekreteri’nden geldi: “Dünyamız birçok cephede korkunç bir fırtınanın pençesinde.” Yerküreye şiddet, aşırı sağ, ölüm siyaseti yayılmışken yanılan ise Davos’un Kurucusu ve İcra Kurulu Başkanı Klaus Schwab oldu: “Karşılıklı saygı ve işbirliği yoluyla sorunları çözme ruhu budur. Davos’un ruhu budur.”
Davos 2023’ün attığı taş henüz yere düşmeden G7 zirvesi 2023 Mayıs’ında Hiroşima’da toplandı. Dünya ekonomisinin yüzde 30’una yakınını elinde bulunduran ABD, Fransa, Birleşik Krallık, Almanya, Kanada, Japonya ve İtalya devletlerinin bir araya geldiği kapitalizmin “Şampiyonlar Ligi” üç gün sürdü, iklim krizi, gıda krizi, Rusya ve Çin tehdidi gibi çerçevelerde görüşmeler yapıldı.
Çin’in Kuşak Yol projesine karşı bir çerçeveleme konsepti olarak ilanı edilen IMEC, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan bir koridorla Çin’in küresel ekonomi üzerinde artan etkisini kırmayı amaçlıyor. Bu yeni enerji koridorunda Türkiye’nin yer almaması dikkat çekici.
Sonuç bildirgesinde, Rusya’ya yeni yaptırımlar, Ukrayna’ya destek açıklandı. Ayrıca, “tarihin dönüm noktası” denen zamanlarda G7’nin II. Dünya Savaşı sonrası atom bombasıyla saldırılan Hiroşima’da yapılması kapitalizmin insanlığa yönelik kötü bir şakası olsa gerek.
Aradan çok geçmeden üçüncü bir sahne Dubai’de kuruldu. 30 Kasım – 12 Aralık’ta, Taraflar Konferansı (COP28) yapıldı. İklim değişikliğiyle mücadeledeki ilerlemenin değerlendirildiği bu toplantı, iklim değişikliğinin yol açtığı kayıp ve zararlarla başa çıkmaya çalışan kırılgan ülkelerin tazmin edilmesine yardımcı olacak bir fonun faaliyete geçirilmesi kararıyla anılacak. İklim krizinin nedeni olan ülkelerin fon kurarak iklim değişikliğiyle mücadele etmelerinin yanına kapitalizmi dizginleme fikri eklenmeyince bu kararın doğanın korunması adına nasıl sonuçlar alabileceğine dair şüpheler yoğunlaşıyor.
Pandemi sonrasından beri garp cephesinde değişen bir şey yok. Kapitalizmin temel nedeni olduğu siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve ekolojik krizleri dışsallaştırarak anlatmaya ve çözmeye çalışmak, bunu yaparken kapitalizmin krizine yeni bir hegemonik çıkışla cevap vermek üzerinden şekilleniyor oyun.
Bu oyunun karşı kutbunda Bir Kuşak Bir Yol (OBOR) projesiyle Çin ve Rusya gibi oyun kurucu güce sahip siyasal özneler var. OBOR, 2013’te Çin’in duyurduğu –“Çin-Roma medeniyet yolu” olarak da ifade edilen– İpek Yolu Ekonomi Kuşağı’nın oluşturulmasıdır. Böylece ticaretin hızlanması, enerjinin daha güvenli ve hızlı aktarılması amaçlanıyor ve 2049’a kadar bitirilmesi hedefleniyor.
Çin devlet kapitalizmiyle barışık şekilde siyasal gerilimlerde taraf olmama, iktisadi gelişme ve sermaye birikiminde ise en başa oynama tavrını sürdürse de, küresel gerilimler onun bu dengeyi sürdüremeyeceğini gösteriyor.
Rusya ise karmaşık denklemler içinde kalmayı sürdürüyor. Bir yandan uzun yıllar sonra NATO ve Avrupa toplumuna bir araya gelme asabiyesi kazandırmanın orta-uzun vadede zararlarına tanık olacak. Ukrayna’da devam eden çatışmaların süresi uzadıkça daha fazla zarar görecek. Çin’e bel bağlarken tekinsizlik hissi yaşamaya devam edilecek. Diğer yandan, Gazze’de başlattığı etnik temizlik saldırılarıyla birlikte gündemin baş köşesine oturan İsrail, tedricen dikkatleri kendi üzerinden uzaklaştırıp sahneye geri dönmenin zeminini arayacak. Belki de Ortadoğu’da harlanan kaos bir fırsat olarak Rusya’nın önüne çıkacak.
Küresel nehrin öteki tarafının temel sütunları olan OBOR projesi, Çin ve Rusya’nın içinde bulunduğu çıkmazlar, genel atmosferi gösteriyor. Kapitalizmin farklı renkleri benzer bir halet-i ruhiye içinde kalmaya devam ediyor.
Nihayetinde, kapitalizmin iki sureti de belirsizlikleri aşamıyor, sorunları çoğaltıyor. Ne kendi hikâyelerini yazabiliyorlar ne öteki tarafa hikâyesini yazmaya izin veriyorlar. Daha da önemlisi, aşırı sağın yükselişine “eyvallah” çekerek solun daha fazla sönümlenmesiyle halkların kendi hikâyelerini yazmasını da engelliyorlar.
Kapitalizm köklerine dönüyor: Ebe olarak şiddet
Küresel kapitalizmin gidişatında belirsizlik hali geçerliliğini korumaya devam ederken, açmazlar hem nicel olarak çoğalıyor hem de nitel olarak derinleşiyor. Yeni bir hegemonya arayışı, iki karşı takım da aynı armaya, kapitalizm armasına sahip olmasına rağmen yörüngesini bulamıyor. Acaba yıkımın düzeyi oyun kurucularının boyunu mu aşmış diye sormadan edilemiyor. Tüm bu manzaraya arka plan bilgisini ve hareket yasasını veren şeyin ise enerji savaşları olduğu gerçeği hep kendisini orta yerde tutuyor.
Karl Marx Kapital’de “Şiddet, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir”[5] derken kapitalist dünya-sisteminde şiddetin yerini zaman aşırı şekilde tanımlıyordu. Nitekim, Marx’ın sömürgecilik ile Batı’daki sermaye birikimi arasındaki ilişkide şiddete biçtiği rol de anakaradaki yeni toplum üzerinden yorumlanabilir. Şiddet yoluyla sömürgelerde elde edilen zenginlik, anakarada yeni bir toplumun ebesi görevi görüyordu.
Nihayetinde, küresel kapitalizm sebebi olduğu krizler, güç matrislerindeki dengesizlik halleri, kendini yenileme yetisindeki sorunlarla hemhal olduğu bu hızlandırılmış zamanda, şiddeti yeni bir toplumun ebesi haline getirmeye çalışıyor. NATO’nun yeniden sahneye çağrılması, şiddetin birçok bölgeye yayılması, enerji koridorları üzerinden yürüyen mücadele alanında oyun kuran – oyun bozan hamlelerin şiddeti yayma üzerinden gelişmesi gibi sayısız şiddet bağlamı kapitalizmin köklerine döndüğüne delâlet ediyor.
Bu delâletin işaretlerine 2023 Eylül’ünde, Hindistan’da yapılan G20 zirvesine odaklanarak bakalım. Zira bu zirve ve OBOR’a karşı başlatılan yeni hamle, başta Ortadoğu’daki dengeler olmak üzere, tüm politik ajandaları değiştirmeye aday.
II.
Enerji koridorlarında hegemonya savaşları
AKP Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu bütçe görüşmelerinin son gününde, AKP grubu adına yaptığı konuşmada, bütçe dışında birçok şeyden bahsedip diğer partilere sataşınca küçük çaplı bir kavga çıkması kaçınılmaz oldu. Partilerin karşılıklı söz sataşmalarından sonra tekrar söz alan Akbaşoğlu kürsüde A4 kağıdına basılı iki görsel kaldırdı. “Bak, biz neyin peşindeyiz” diye başladığı cümlesi, gürültüler arasında şöyle devam ediyor: “…Türkiye’nin merkezinde olduğu Zengezur Koridoru ve Basra Körfezi’ne, İskenderun Körfezi’ne, Hazar Denizi’ne, Karadeniz’e, Ege’ye, Akdeniz’e bağlayacak olan Kalkınma Yolu’nu…”
Akbaşoğlu’nun sözleri bitmeden süre dolduğu için mikrofon kapanıyor ve söyledikleri bu şekilde kalıyor.
Tartışmanın öncesi ve sonrası bambaşka şeyler, lâkin araya birden “Kalkınma Yolu” giriyor. Biz de bu konuşmadan “neyin peşinde” olduklarını onun ağzından tam olarak anlayamıyoruz, fakat bahsettiği şeyin hikâyesi mercek altına almaya değer. Böylece “neyin peşinde” olduklarını anlamış olacağız.
Bunun için biraz daha geriye, geçtiğimiz eylül ayına gidelim. G20 Liderler Zirvesi, 9-10 Eylül 2023’te, Yeni Delhi’de “Tek Dünya, Tek Aile, Tek Gelecek” temasıyla düzenlendi. Bu toplantıyı önemli kılan unsurlardan biri, G20’nin hemen öncesinde, 22-24 Ağustos 2023’te yapılan BRICS zirvesiydi.
Johannesburg’daki zirvede dolara karşı ortak birim tartışması yürütülmüş, Batı ile ticari rekabette var olduklarının altı çizilmiş, 2040’a gelindiğinde küresel üretiminin yarısını BRICS ülkelerinin yapacağı öngörüleri dile gelmişti. Ayrıca, bu zirve Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS grubunun yeni üye kabulü kararı alması açısından tarihi bir zirve olarak kayıtlara geçmişti.
Sonuç metninde “BM’yi daha demokratik, temsili, verimli ve etkin kılmak amacıyla Güvenlik Konseyi de dahil olmak üzere kapsamlı bir BM reformunu destekliyoruz” vurgusu temel bağlamlardandı. Hal böyle olunca, G20’nin BRICS zirvesinde alınan kararlara ve genişleme politikasına cevap olması yönünde güçlü beklentiler oluşmuştu.
Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Güneş İttifakı (ISA), Afete Dirençli Altyapı Koalisyonu (CDRI) ve Asya Kalkınma Bankası (ADB) gibi kuruluşların davet edildiği G20 toplantısı öncesi, caddelerin yeniden asfaltlandığını, geçiş yollarının çiçeklerle süslendiğini, parlak resimlerin görünen tüm bina yüzlerine asıldığını ve toplantı alanının adeta bir “Potemkin köyüne” evrildiğini de not edelim.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Ukrayna’da savaş suçu işlediği iddiasıyla hakkında tutuklama kararı çıkarması nedeniyle Putin’in katılamadığı zirve, Ukrayna’da devam eden savaşın etkileri ve küresel güçler arasında yarattığı ayrımın gölgesinde toplandı. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in katılmamasına ilişkin ise resmi bir açıklama yapılmadı.
IMF’nin Küresel Ekonomik Görünüm Raporu’nda yaklaşık elli kez “belirsizlik” geçiyor. Bu kavram 2022 raporlarında bunun yarısı kadardı. Çevresel, jeopolitik ve ekonomik krizlerin iç içe geçişi ve bunlarla mücadeleyi anlatan “polikriz” kavramının da 2023 Davos’una damga vurması tesadüf değil.
Nasıl bir sonuçla dağılacağı merakla beklenen G20 zirvesi, “enerji koridoru” gündemiyle diğer tüm gündemlerin önüne geçti demek yanlış olmaz. OBOR’a kısaca değinmiştik, şimdi IMEC’e, yani asıl odak olan “Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru”na bakalım.
IMEC projesi, G7 ülkeleri tarafından desteklenen Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı (PGII) çatısı altında yer alıyor. 2021’de oluşturulan ve Hindistan, İsrail, BAE ve ABD’den oluşan I2U2 adlı grup tarafından uzunca müzakere edilen bir başlıktı.
IMEC’in Mutabakat Zaptı 9 Eylül’de, Hindistan, üç Avrupalı ortak (Fransa, İtalya ve Almanya) ve iki Körfez ülkesi (Suudi Arabistan ve BAE) tarafından imzalandı. İsrail resmi olarak Mutabakat Muhtırası’na bağlı olmasa da projeye katılması bekleniyor.
Çin’in Kuşak Yol projesine karşı bir çerçeveleme konsepti olarak ilan edilen IMEC, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan bir koridorla enerjiye dair yepyeni bir projeksiyon yaparak Çin’in küresel ekonomi üzerinde artan etkisini kırmayı amaçlıyor.
IMEC: Küresel dönüşümün yeni koridoru
Kısa süre önce ABD’nin desteklediği 40 trilyon dolarlık B3W projesine dair bir gelişme olmazken, şimdi maliyeti 600 milyar dolara çekilen IMEC’in akıbeti için kesin şeyler söylemek zor.
IMEC’in albenisi, ekonomik yönlerinden çok siyasal spektrumu. Mesela, Suudi-İsrail tangosu koridor ilanının öncesinde dikkate değerdi. Geçtiği bölgelerde ekonomik büyümeyi ve istihdamı artırmayı, nakliye süresini yüzde 40 oranında azaltmayı hedefleyen bu projenin en önemli ayaklarından birinin Ortadoğu olması, siyasal olarak bazı işbirliklerinin önünü açarak bazı ezberleri bozması ve ittifakların yeniden dizayn edilmesine kapı açması, özellikle Netanyahu’nun “Ortadoğu’nun çehresini değiştirecek tarihteki en büyük işbirliği projesi. IMEC, İsrail tarihindeki en büyük işbirliği”, Biden’ın “Çok büyük bir anlaşma” övgüleri bu bağlamda düşünülebilir.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, zaptın imzalanmasından hemen sonra, G20 Zirvesi’nde Çin Başbakanı Li Qiang’a “Biz Kuşak ve Yol Girişimi’nden ayrılıyoruz” dedi. Li, “Bir kez daha düşünün” diye karşılık verirken, Meloni “Kararımız ne olursa olsun, Çin’le olan ilişkilerimiz önemli” demekle yetindi.
Bu enerji koridoru Hindistan’ın Mumbai kentinden başlayıp Dubai’ye deniz yoluyla ulaşıyor. Sonra demiryoluyla Abu Dabi’nin Al Gheweifat şehrine, oradan Suudi Arabistan’a, Haradh ve Riyad’a uzanıyor. Daha sonra Ürdün’e ve oradan İsrail’in çok önemli liman kenti Hayfa’ya ulaşıyor. İsrail’den yine deniz yoluyla Yunanistan’ın Pire limanına varıyor. Bu noktada ürünler karayoluyla Avrupa’ya taşınacak. Son durak Hamburg olacak.
Reuters’in yılın fotoğrafları seçkisinde bile ortak payda “itiraz” kareleri. Gerek Filistin için dünyada gösterilen dayanışma, gerekse faşizan yönetimlere karşı yükselen sokak hareketleri ve elliden fazla ülkede yapılan fosil yakıt karşıtı protestoların bu yıl COP28’de ilk defa bir kazanım olarak kayıtlara geçmesi umut veriyor.
Beyaz Saray, 9 Eylül’de IMEC’e dair yayınladığı mutabakat zaptında şu ifadelere yer veriyor:
“IMEC, Hindistan’ı Basra Körfezi’ne bağlayan doğu koridoru ve Basra Körfezi’ni Avrupa’ya bağlayan kuzey koridoru olmak üzere iki ayrı koridordan oluşacak. Tamamlandığında, mevcut deniz ve karayolu taşımacılığı rotalarını desteklemek için güvenilir ve uygun maliyetli bir sınır ötesi transit ağı sağlayacak, malların ve hizmetlerin Hindistan’a, Hindistan’dan ve Hindistan arasında geçişine olanak sağlayacak bir demiryolu içerecektir.”
IMEC projesinde ABD, AB ve Pasifik bölgesinin büyük ekonomileri yer alıyor. ABD öncülüğünde yürütülen bu projede İsrail’in Arap dünyasına entegrasyonu, Hindistan üzerinden Körfez ülkeleri işbirliği ve İran’ın izole edilmesi, Rus gazına bağımlılığı azaltmak, Çin’le rekabette Hindistan’ı yanlarına almak gibi pek çok amaç güdülüyor. ABD yönetimi de IMEC’i, Pekin’in yaklaşık on yıl önce uygulamaya başladığı, Çin’i dünyaya bağlamayı hedefleyen Kuşak ve Yol Girişimi’ne bir alternatif olarak gördüğünü saklamıyor.
Toparlarsak, IMEC’in temel özellikleri şöyle: Birincisi, bu proje iki koridora sahip. Hindistan’ı Basra Körfezi’ne bağlayan Doğu Koridoru ve Basra Körfezi’ni Avrupa’ya bağlayan Kuzey Koridoru. Kara ve deniz rotaları bu iki koridor üzerinden en uygun şekilde planlanacak.
İkincisi, bu koridorun ticarete erişilebilirliği kolaylaştıracağı iddia ediliyor. Üçüncüsü, istihdam olanakları yaratacak, katılımcı ülkeler arasında ekonomik kalkınmayı artıracak.
Dördüncüsü, Asya, Avrupa ve Ortadoğu arasında yeni bir “geçiş” yolunun açılması ve bunun çok hızlı şekilde yapılabilecek olması.
Beşincisi, Hindistan’ın, başta Ortadoğu’daki etkinliği olmak üzere, genel etkinliği artıyor.
Altıncısı, ABD’nin Ortadoğu’ya nüfuz etme gücü artarken İsrail’in bölgeye entegrasyonu hızlanıyor.
Yedincisi, Tahran’ın küresel ticaretteki önemine, işlevselliğine darbe vuruluyor. İran’ın Hürmüz Boğazı kartı da kısmen darbe almış oluyor.
Sekizincisi, bildiğimiz İpekyolu’nun sonu geliyor. Bu da İpekyolu’nun üzerinde olanlar artık ticaret savaşında eski rollerini oynamayacak demek. Türkiye de bu ülkelerden biri.
Dokuzuncusu, bu projenin ana kavşaklarında yer alan İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Yunanistan gibi ülkelerin genel olarak kazançlı çıkmaları bekleniyor.
IMEC’ten açık şekilde dışlanan ülke: Türkiye
G20 zirvesinde ilan edilen yeni enerji koridorunda Türkiye’nin yer almaması dikkat çekicidir.
Koridorun hem kuzey hem de doğu kısmında es geçilen Türkiye’nin bu durumu nasıl değerlendirdiği merakla beklenirken, zirve dönüşü Erdoğan uçakta gazetecilerin sorularına verdiği cevapta, doğrudan bu konuya değinerek “Türkiye’siz bu koridorun olmayacağını” iddia etti. Doğudan batıya gitmenin en kolay yolunun Türkiye’den geçmek olduğunu ve Türkiye’nin jeopolitik önemini belirterek “Asya ile Avrupa arasındaki en uygun ticari, enerji ve transit geçiş koridoru Türkiye’dir” diyen Erdoğan, “Türkiye’siz her enerji ve yolun başarısız olacağı” mesajını verdi.
Bu mesajı alan ve değerlendiren oldu mu? Gerek zirvede, gerekse de zirve sonrasında, Türkiye’nin de güzergâh üzerinde olduğu için projede yer alması gerektiğini söyleyen çıkmadı. Yani Erdoğan’ın “Türkiye’siz enerji koridoru olmaz” iddiasına olumlu ya da olumsuz görüş bildiren, bu konuda demeç veren bir lider ya da ülke olmadı.
Peki, böyle bir projede, yol neden daha kestirme olan Türkiye’den değil de etrafından dolanarak geçiriliyor?
İlk olarak akla yalpalayan ekonomi, berbat insan hakları karnesi, AB ile çatallanan ilişkiler, ABD ile yaşanan dolaylı/dolaysız gerilim, Şangay politikası gibi makro durumlar geliyor. Yine Türkiye’nin uzun bir süredir istikrarsız ve güven vermeyen ülkeler arasında görülüyor olması da yabana atılmamalı.
Yeni Delhi’deki toplantı öncesi gerek BAE, gerekse Mısır’la ilişkilerin hızlıca yumuşatılması, Suriye’ye yeşil ışık gibi hamlelerin ardında IMEC meselesinin (de) yatması kuvvetle muhtemel.
Gazeteci Murat Yetkin de yukarıda belirttiğimiz benzer nedenlerden Türkiye’nin durumunu kasıtlı bir “dışlanma” olarak yorumlayanlardan:
“Türkiye, Hindistan-Avrupa projesinin kasıtlı olarak dışında tutulmuşa benziyor. Daha askeri boyutta, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzeleri alma kararı ardından, ABD tarafından üreticileri arasında bulunduğu F-35 projesinden dışlanması süreciyle paralel olduğu da söylenebilir. Yoksa haritaya baktığınızda çok daha az maliyetlerle İsrail’in Hayfa limanından (üstelik İncirlik’te NATO kullanımında üssün getirdiği fazladan korumayla) rotanın, örneğin Mersin limanına bağlanması, oradan (çok daha az ülke sınırı geçişiyle) Avrupa’ya devam etmesi mümkün görünüyor. Bu tercih edilmemiş.”
IMEC’ten dışlanmanın olası sonuçlarını bilen ve bundan rahatsız olan Erdoğan, zirve dönüşü aynı uçakta başka bir konudan da bahsetti: “Bu süreçte bizim çok önemsediğimiz bir adım ise Körfez’in bizimle beraber attığı adım. Bu konuda özellikle Muhammed Bin Zayed çok daha kararlı bir telkinde bulundu. Irak, Katar, Abu Dabi üzerinden, Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden bir yoldan, bir koridordan bahsediyoruz. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu’nu [bu konuda] görevlendirdim.”
Söz konusu koridorun adı “Kalkınma Yolu” projesi. Adı geçen BAE emiri Bin Zayed ise uzun süredir Türkiye’nin yeminli düşmanı sayılıyordu. Hatta 15 Temmuz’un finansörü olduğu iddia ediliyordu. BAE, IMEC projesindeki en önemli sıçrama noktası. Erdoğan’ın özellikle Bin Zayed’i referans yapması bu sebeple olsa gerek.
Sabah gazetesi yazarı ve iktidara yakınlığıyla bilinen Burhanettin Duran’a bakılırsa, Erdoğan’ın bu cümleleri “teselli mükâfatı” arayışıyla değil, Ankara’nın küresel gücüyle ilgili: “Türkiye çok kutupluluğu bir gerçeklik olarak kabul ediyor. Mevcut uluslararası sistemi eleştiriyor ve BM reformunu ısrarla savunuyor. Ne küresel kuzey – küresel güney gerilimini ne de büyük güçler arasında çekişmeyi doğru buluyor. Kendi stratejik otonomisine sahip çıkarak hem büyük hem de orta ölçekli ülkelerle kazan-kazan anlayışıyla işbirliği modelleri geliştiriyor.”
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Erdoğan’ın açıklamalarına paralel şekilde, diplomatik bir dille dışlanmış olmaktan duyulan “rahatsızlığı” belirtti. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı James Cleverly ile 13 Eylül’de yaptığı görüşmedeki “Hindistan’dan başlayan ve G20 zirvesinde imzalanan projeye baktığımızda, orada rasyonalite ve verimlilik konusunda uzmanların şüpheleri var. Daha çok jeostratejik endişelerin yol aldığı görülüyor” sözleri, bir çeşit burun bükme olarak okunabilir.
Türkiye’nin alternatif yol İddiası: Kalkınma Yolu
Yeni Delhi’deki gelişmeler ve Erdoğan’ın G20 sonrası uçakta andığı “Kalkınma Yolu” projesi, geçtiğimiz eylülden beri sürekli gündemde tutuluyor. Basit bir taramayla bu projenin nasıl gündeme eklendiği ve “Yeni İpek Yolu” olarak pazarlandığı görülebiliyor.
Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Türkiye ziyaretinde de Erdoğan “Kalkınma Yolu Projesi’ni bölgemizin yeni İpek Yolu haline dönüştüreceğimize inanıyorum” dedi.
“Kalkınma Yolu Projesi”, Türkiye’nin desteğiyle, Asya, Avrupa ve Körfez bölgeleri arasında aktif bağlantılar kurmayı amaçlayan bir altyapı girişimi. Projenin stratejik hedefi demiryollarını, karayollarını, limanları ve şehir merkezlerini kapsayan, Irak-Türkiye arasında bağlantı kuracak entegre bir ulaşım ağı oluşturmak… Aslında önceki adı “Kuru Kanal”dı. Irak Başbakanı “Kalkınma Yolu” olarak tarif edince böyle kullanıldı.
Projenin ilk ayağı Basra Körfezi’ndeki Büyük Büyük Fav Limanı. 2025’te tamamlanması planlanan bu limanı Türkiye sınırına bağlayacak 1200 kilometre uzunluğundaki demiryolu ve otoyolların maliyeti yüksek olacak. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Irak ile proje kapsamında yapımı planlanan 615 kilometrelik demiryolu için 5,8 milyar dolarlık, 320 kilometrelik karayolu için 2 milyar dolarlık yatırım öngörüyor. Türkiye ve Irak hükümetleri, devam eden çalışmalara ek olarak 23,8 milyar dolarlık yatırım yapmayı planlıyor. Türkiye, bu yatırımları demiryolları ve karayolları için gerçekleştirecek.
“Kalkınma Yolu” Basra Körfezi’ni Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlamayı hedefliyor. Basra, Bağdat, Tikrit, Musul hattını takip ederek Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya geçiş öngörülüyor.
Ankara’ya göre, Irak’taki iş insanları ve karar vericiler, Kalkınma Yolu’nu tarih, kültür ve ortak çıkarların yanısıra, ekonomik hinterlandın buluşmasında umut verici bir fırsat olarak görüyor. Tasarımını PEG Infrastructure isimli İtalyan şirketin yürüttüğü proje, Musul’dan sonra Ovaköy Gümrük Kapısı[6] üzerinden Türkiye’ye giriş yapacak.
İlginç şekilde, Irak’ın on ilini geçecek şekilde tasarlanan projede, Kürdistan Özerk Bölgesi’nde herhangi bir vilayetten yol geçmiyor. Irak Hükümet Sözcüsü Basim el-Awadi, bunun “tamamen teknik sebeplerle” olduğunu söylüyor.
Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin, BM 78. Genel Kurulu toplantısında sorulan bir soruyu “Bu çok stratejik bir proje. Irak’ın güneyini Basra’yla ve Türkiye’yle, buradan Avrupa’yla bağlamayı hedefliyor. Hem Irak için hem de tüm bölge için çok önemli” diye cevaplarken, aynı toplantıda Erdoğan da Kalkınma Yolu için “Yeni bir dünyayı inşa etme fırsatını bulacağız” diyor.
Türkiye, IMEC için düşünülen güzergâhtaki yeni yollar ve rotaların, Musul’daki demiryolu gibi, Kalkınma Yolu’nda zaten “hazır” olduğunu, aksi her girişimin başarısız olacağını her platformda dile getiriyor. Ayrıca, yolun Irak üzerinden geçecek olması, Irak’ın kalkınmasına katkıdan ziyade, Türkiye’nin Irak’la çok iyi ilişkiler içinde olduğu imajı, pazarlığın bir diğer ucu.
Türkiye “Orta Koridor Girişimi”yle de yakından ilgileniyor. “Orta Koridor Girişimi”, Çin’den çıkarak Kazakistan-Kırgızistan-Özbekistan-Türkmenistan üzerinden Hazar Denizi’ne bağlanan, Hazar geçişi sonrasında ise Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşan bir girişim.
Son olarak, radarı Zengezur Koridoru’na çevirelim. Bu koridor da AKP tarafından düzenli olarak gündemde tutuluyor. Çünkü Türkiye-Azerbaycan arasında doğrudan demiryolu ve karayolu ulaşımı sağlayacak bu koridor üzerinden Türkiye-Orta Asya arasında yeni bir bağlantı kurulması öngörülüyor.
Ermenistan’ın en güneyinde yer alan Syunik eyaleti için Azerbaycan’da Zengezur ismi kullanılıyor. Zengezur Koridoru veya Nahçıvan Koridoru, 2020 Dağlık Karabağ Savaşı’nın Azerbaycan tarafından kazanılmasının ardından, Azerbaycan-Ermenistan arasında imzalanan ateşkes antlaşmasının 9. maddesi gereğince, Azerbaycan ile esklav parçası olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasında bağlantıyı kuracak olan koridordu. İran’ın bu projeye karşı olduğu biliniyor.
Koridor cephelerinde durum böyleyken, bir konuya dikkat çekmek yerinde olur.
Çoklu ilişkiler düzeni yeni dönemi adlandırmak için öne çıkıyor. Küresel ve bölgesel güçlerin bulunduğu bu arenada, artık öznelerin çoklu olması yeterli bir tanım vermiyor. İlişkiler çoklu hale geliyor. Bir siyasal özne, zıt koordinatlarda bile ilişki geliştirebiliyor.
Güncel savaşlar koridora dahil mi?
Tahran-Moskova-Pekin hattı, gelişen İsrail-ABD-Suud-Hindistan hattına karşı bir girişimde bulunabilir mi?
Bu hatlar arasında jeopolitik gerilimler mevcut. Taraflar ara sıra yan yana gelse de, yer yer işbirlikleri geliştirse de koridorların taşıdığı gerilim potansiyeli ve yarattığı yeni dinamikler söz konusu. Bu koridor ve enerji rekabetini, küresel siyaset akslarında, küresel tekeller arasında yeni ilişki ve çelişkilerin nasıl seyredeceğine dair bir çıkış olarak okumak mümkün.
Son bir yılda Ortadoğu’da yaşanan savaşlar, Afganistan ve Irak’taki gelişmeler, ABD-İsrail görüşmeleri, Suudi merkezli gelişen görüşmeler (Suudiler ABD, Çin ve İran ile görüştü), İsrail’in Yunanistan ve Arap devletleriyle görüşmesi… Tüm bunlar yeni ve çok önemli denklemlerin oluşması demek. Yeni ittifaklar kuruluyor ve bu ittifakların Ukrayna savaşının da kaderini belirleme gücü yüksek.
IMEC’in ilanından çok kısa süre sonra, bu projeden en kârlı çıkması beklenen İsrail, şu an dünyanın gözünü çevirdiği bir soykırıma girişmiş durumda. Bu ortamda İsrail’in IMEC’i askıya alıp almayacağı merak konusu. Hatırlanacağı gibi, Abraham anlaşmaları kapsamında İsrail ve Arap ülkeleri arasında bir normalleşme süreci başlamıştı. IMEC ile bu durum pekişecekti. Şimdi ne olacağını, tarafların nasıl refleksler göstereceğini ve ABD’nin takınacağı tavrın yeni politik gelişmelere ne şekilde etki edeceğini 2024’te göreceğiz.
“Kıtalar arasında bir barış ve refah köprüsü” olarak da lanse edilen IMEC, şu an kıtalar arası savaşın ağzında ve projeden kimsenin bahsettiği yok. Oysa Yeni Delhi’de, ilk imzadan altmış gün sonrası için atılacak adımların takvimi oluşturulmuştu.
Kendisini oyun kurmaktan çok “oyun bozan” rolü üzerinden anlatan ve böyle bir siyasetle hareket eden Türkiye, “Kalkınma Yolu gibi yeni girişimler de proaktif yeni bir dönemin habercisi” demekten geri kalmıyor. Buradan hareketle, İsrail’in karşısındaymış gibi görünüp ticareti ve birçok lojistik desteği aksatmadan sürdüren Türkiye’nin bu projeyi de gözetecek şekilde dağılmış ortamdan faydalanmadığını söylemek zor.
Şimdi en başa dönersek, Akbaşoğlu’nun “biz neyin peşindeyiz” diyerek gösterdiği A4 kâğıdında kaldırdığı Kalkınma Yolu’nun hikâyesi, küresel altüst oluşların içindeki özet parçası böyle.
III
Zamanın ruhu ve çok yönlü süreçler
“Belirsizlikler çağı” ve “polikriz”
2023’ü hegemon güçlerin kıyasıya çarpıştığı, jeopolitik rekabetlerin arttığı, ezilen halklar adına olumlu gelişmelerin pek olmadığı bir yıl olarak geride bırakırken, içinden geçtiğimiz buhran tablosunu en iyi “belirsizlik” ve “polikriz” kavramları karşılıyor.
IMF’nin son Ekim 2023 Küresel Ekonomik Görünüm Raporu’nda yaklaşık elli kez belirsizlik geçiyor. Bu kavram 2022 raporlarında bunun yarısı kadardı. Allianz Trade’in 2023-2025 Ekonomik Görünüm Raporu’na göre, siyasi gündemin yoğun olacağı 2024’te artan popülizm ve birçok belirsizlik “bekle gör” yaklaşımının benimsenmesine, önemli ekonomik kararların ertelenmesine neden olacak
Aynı şekilde, çevresel, jeopolitik ve ekonomik krizlerin iç içe geçişi ve bunlarla mücadeleyi anlatan “polikriz” kavramının da 2023 Davos’una damga vurması tesadüf değil. Evet, polikriz eksenlerin yarattığı belirsizlik bölgeleri içinde debelenen bir sürecin içindeyiz.
Egemenlerin birbiriyle amansızca yarıştığı, süreklileştirilen savaş semptomlarının canlı kaldığı ve küresel alanın yumuşak karnı ekonominin iyice kırılganlaştığı bu süreçte, demokrasiye güvenin iyice azaldığına, faşizan-popülist sağcı trendlerin yükseldiğine tanık oluyoruz.
Bu bağlamda, Freedom House’un 2023 raporundaki “Küresel özgürlük art arda 17 yıldır geriliyor” tespiti önemli. Bu küresel geri gidiş hali, en fazla Türkiye gibi ülkeleri etkiliyor. Nitekim, aynı raporda “özgürlük değerlerinin kısıtlandığı ülkeler” kategorisine Türkiye örnek olarak gösteriliyor.
İklimsel, iktisadi, çevresel, jeopolitik, sosyal, teknolojik belirsizlikler kendini her tarafta dayatan en önemli başlıklar. Dünya Ekonomik Forumu’nca yayınlanan “Küresel Riskler Raporu” genel olarak geleceğe doğru risk eğilimlerini belirliyor. 2023 raporu, en önemli on belirsizliği ve riski sıralarken bunun altısının çevresel, ikisinin sosyal başlıkta olması son derece dikkate değer.
Diktatörlüklerin hızlandığı, demokrasinin yavaşladığı 2023’ü geride bırakırken, sadece işimiz, gelirimiz, tahayyüllerimiz, değerlerimiz değil, 1945 sonrası kazanılan göreli barış, refah ve ilerleme de tehlike altında. Gıda güvenliği sorunu, enerji krizi, küresel tedarik zincirleri üzerinde artan baskı ve jeopolitik rekabet, göç dalgası, savaşlar ve durmayan darbeler hepimizi derinden sarsmaya devam ediyor.
Ayrı bloklardaki ülkelerin işbirliği
Merkezi güçler, aralarında yeni işbirlikleri kurmakla beraber, birbirleriyle yeni kamplaşmalar yoluyla mücadele ediyor. G7 ve G20 politikaları odaklı çalışmalar yapan düşünce kuruluşu Global Solutions Initiative’in başkanı Dennis Snower’ın deyişiyle, “dünyanın G20 kapsamında başlangıçta öngörülen küresel işbirliği konumundan ayrı bloklardaki ülkelerin kendi aralarında işbirliği yaptığı ve diğer bloklarla rekabet ettiği, hatta çatıştığı bir konuma sürüklenmesi” söz konusu.
Dağlık Karabağ’da binlerce Ermeninin göç etmek zorunda kalması, binlerce Filistinlinin katledilmesi, yüz binlerce Filistinlinin yurtlarından sürülmesi, çözümsüzlüğün hâkim olduğu Kürt sorunu bağlamında, Rojava ve Kürdistan Özerk Bölgesi’nde çatışmaların devam etmesi ve yeni alanlara yayılma ihtimali… Bütün bunlar çözümü savaşta bulan hegemon ve bölgesel güçlerin değişen, dönüşen politikalarından bağımsız değil.
Görünen o ki, yeni hegemonya savaşları, ekseriyetle enerji kaynakları ve ekonomi koridorları üzerinden gidiyor, gidecek. Ukrayna savaşının Rusya-Çin ittifakı ve bu ittifakın Ukrayna üzerinden Avrupa’ya açmak istediği enerji koridoruyla ilgisi olduğu tartışmaları henüz tükenmiş değil, tam tersine, yeni gelişmelerle daha da güncellik ve soru işaretleri kazanıyor. Ukrayna savaşıyla birlikte Rusya güç kaybetmiş durumda; hareket ve siyaset alanı kısıtlandı. Çin’e dair önceki yıllarda NATO kapsamında karar altına alınan çerçeveleme konsepti 2024’te birçok yerden işletilecek. Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru üzerinden de İran zayıflatılırken, Türkiye’nin Asya ve Avrupa arasındaki köprü rolünden çıkması olası.
Öfkenin rolü
Siyasi aktörlerin reflekslerini değiştiren meta-ideolojiler eşliğinde, farklı vizyonların kıyasıya çarpıştığı yeni savaş alanlarını tarif eden “yeni devletçilik” tartışmaları yapılıyor. Yeni devletçilik konsepti, halk karşıtlığı temelinde askeri-endüstriyel bir birikim rejimi, modern bir disiplin ve denetim durumu. Dalga dalga yükselen faşist-aşırı sağ hareketleri bu tartışmalardan azade ele alamayız. Zira, toplumsal öfkeyi gasp eden, bunun üzerinden yükselen hareketlerden söz ediyoruz.
Pek çok seçmenin desteklediği adaya değil, karşı olduğu adayın aleyhine oy kullanmaya yönelmesi bu dönemin ruhunu karakterize ediyor. Bunun farkında olan otoriter yapılar, halkçı görünüm altında toplumu aldatıyor. Ülkemizde de görüldüğü üzere, demokrasiyi kullanarak faşizme geçiyorlar. Seçimlerin öfke temsiline evirildiği bu dönemde, merkezi güçler kızgınlık-kırgınlık ve sitem konsolidasyonu üzerinde sörf yaparak var olmaya devam edecekler.
Öfke, kendisini mücadele alanlarının artışı ile gösteriyor, gösterecek. Bugün dünyanın birçok yerinde halkların ayakta olması, öfkelerini dile getirmeleri boşuna değil. Her kıtadan sayısız protesto sesi yükseliyor. Reuters’in yılın fotoğrafları seçkisinde bile ortak payda “itiraz” kareleri. Gerek Filistin için dünyada gösterilen dayanışma, gerekse faşizan yönetimlere karşı yükselen sokak hareketleri ve aynı şekilde Asya hattında dinmeyen sömürü düzenine karşı yükselen itirazlar, elliden fazla ülkede yapılan fosil yakıt karşıtı protestoların bu yıl düzenlenen COP28’de ilk defa bir kazanım olarak kayıtlara geçmesi halkların özgürlük eğiliminin gücünü hatırlatırken, bizlere de umut veriyor. Toplumsal huzursuzluğun yayılan sinerjisi, sosyal ve siyasal eşitsizliklerin karşısında hızla direnç odaklarına dönüşürken, geleceği kurmanın yollarını da gösteriyor.
“Çoklu ilişkiler” düzeni
Dünya bir süredir yeni küresel düzenin Soğuk Savaş benzeri iki ana bloktan oluşup oluşmadığını tartışıyor. Oysa yeni küresel düzen yerli yerine oturmamış olsa da çoklu ilişkiler düzeni kavramı yeni dönemi adlandırmak için öne çıkıyor. Küresel ve bölgesel güçlerin bulunduğu bu arenada, artık öznelerin çoklu olması yeterli bir tanım vermiyor. İlişkiler çoklu hale geliyor. Arenada yer alan bir siyasal özne, zıt koordinatlarda olsa bile bazı alanları kompartımanlaştırarak ilişki geliştirebiliyor.
Misal, Türkiye ve ABD arenanın aynı tarafında yer alıyor. Fakat Rojava konusunda ayrı düşerken, NATO’nun genişlemesinde buluşabiliyorlar. Ya da, farklı taraflarda yer alan Rusya ve Türkiye Suriye ve Ukrayna konusunda ayrı düşerken, büyük yatırımlar konusunda ortak paydalar üretebiliyor. Artık özne eksenli (devletler) ve/ya blokları esas alan bir okuma yerine, ilişki eksenli bir okumaya ihtiyaç var. “Kamplaşma” kavramı artık çok biçimli, çok özneli ve biçimler-özneler arası karmaşık ilişkilerin olduğu bir düzleme yerini bırakıyor.
Yeni düzen kendi lisanını ararken alfabesini ve gramerini “ilişkiler” üzerinden oluşturmaya başladı. Bizlere düşen ilişkilerin izini sürmek oluyor. Tabii ki, bu ilişkilerin gizli öznesinin hep halklar ve ezilenler olduğunu belirtmeye gerek yok. Nitekim, şu âna kadar anlattıklarımız avcıların hikâyesi, aslanlar (ezilenler) ise tarih sahnesinde bir geri çekilme durumuna girmiş olsa da “hayalet”leri dahi kapitalist merkezlerde “huzursuzluk” yaratmaya yetiyor.
Pandemi öncesi başlayan, gençlerin ve orta sınıfların öncülük ettiği eylemler Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Pandemi ise eşitsizlikleri bir kez daha gözler önüne sermişti. Bugün ezilen sınıfların, yoksullaşan kesimlerin sessizliği fırtına öncesi bir sessizlik olabilir. Şu anda bu fırtınayı sağa doğru büken ırkçı güçler olsa da gelecekte sola doğru esme ihtimali zayıf değil.
Türkiye’nin “zar politikası”
Türkiye’nin küresel okuması ve dış politikası “zar politikası”na dönüşmüş durumda. Artık önce zarlar atılıyor, sayılara bakılıyor. Ondan sonra hamle düşünülüyor. Yani artık bir satranç tahtasının üzerinde değil, tavla kutusunun içinde siyaset üretilmeye çalışılıyor.
Halihazırda içeride çalınan “mehter marşı”na rağmen Türkiye’nin küresel siyasetteki gelişmelerde belirleyici rolü yok. Bölgesel olarak oyun kurma kapasitesi oldukça düşük seviyede olsa da oyun bozma kapasitesine sahip. Zaten uzun süredir “oyun bozma” gücüyle oyuna dahil olabiliyor. Dış politikasını ve küresel siyasetteki az sayıda kartını Kürt karşıtlığı üzerinden açması ise tamamen şunu gösteriyor: İç siyasetin yakıtı olarak dış siyaset.
Bu yönüyle yörüngesini çizmek için zarlardan gelecek sayılara bağımlılığı, kalıcı yönelimler ve halklar lehine sonuçlar üreten bir çizgiden çok uzakta olduğunu gösteriyor. Sosyal medyada yıllar önce 1 Mayıs için Ağrı’da sokağa çıkan bir ayakkabı boyacısı çocuğun elindeki pankartta, Kesmeşeker grubunun şarkı sözü yazıyordu: “Her şey sermaye için sevgilim!” Bunu iktidarın dış politikasına uyarlarsak, “Her şey içeride iktidar için”. Ve tabii enerji koridorlarından ülkenin pas geçilmemesi de içeride iktidarı tahkim etmek için ağrı kesiciye eklenen vitamin gibi olur.
Rasyonel politikalar: Maliyet yoksullara
Bertolt Brecht öznenin siyasal aklının gücünün, kendi fantezileri ile toplumsal gerçeklikler arasındaki makasta belirlendiğini söyler. Ona göre, fantezilerle gerçeklikler arasındaki makas ne kadar açıksa, siyasal akıl o kadar güçsüzdür, ya da tam tersi. Türkiye epeydir fantezi ile gerçeklik arasındaki makası açarak güçsüz bir akılla hareket ediyor.
“Yeni Ekonomi Modeli”, “Türkiye Ekonomi Modeli” gibi programlarla küresel kapitalizmin tanrısallık atfettiği kurallara aykırı hareket ederek “yerli ve milli” tanrısallık yaratmaya çalışıyordu. Herkes bu tanrıya secde etmeye çağrılıyordu. Faturasının halka ağır şekilde çıkarıldığı bu arama-tarama döneminin sonuna gelindi. Elbette ki, hüsran bir kez daha tüm yaşananlar hiç olmamış kabul edilerek unutturuldu.
Son dönemde “rasyonel politikalara dönüş” sinyali ise küresel kapitalizm tanrısına dönüşe işaret ediyor. Bu tanrının istediği kurban her zamanki gibi dar gelirliler, ücretli çalışanlar ve yoksullar oluyor. Yerel seçim konjonktüründe maliyet azar azar ödetilse de yerel seçimden sonra dört yıl sandığa gidilmeyeceği düşünülürse, dar gelirliler, ücretli çalışanlar ve yoksullar için yaklaşan fırtınayı hissetmek işten bile değil.
Yerel seçim sonrası tufan dense abartı sayılmaz. Cari açık, bütçe açığı, dış ticaret açığına eklenen faiz ödemeleri, garanti ödemeleri ile içeride ve dışarıda süren savaşların korkunç boyuta ulaşan maliyetleri bir şekilde finanse edilmek durumunda. Bu finansman için küresel kapitalizmin buyruğu malûm: Emeğiyle geçinenleri daha fazla yoksullaştırma, daha fazla sefalete sürükleme.
Beş alan, beş olasılık
Immanuel Wallerstein kapitalizmin geçiş çağında takip edilmesi gereken beş alan[7] belirlemesi üzerinden değerlendirmelerde bulunmuştu. Bu beş alana dair bugün ne diyebiliriz?
1. Yurttaşlık bir hak öznesi olmaktan çıkarak iki yönlü ele alınıyor. Bir yandan potansiyel güvenlik tehdidi, diğer yandan tüketim kültürünün bir parçası. Buna karşı “yurttaşlık” ve “hak” savunusunu güçlendirmek yarını kurtarabilir. Bir hak öznesi olarak yurttaşlığın siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda yeniden kazanılması ve daha güçlü haklarla donatılması mücadelesi ciddi bir mücadele alanı olarak görünüyor.
2. Yönetmenliğini Christopher McQuarrie’nin yaptığı “Görevimiz Tehlike” serisinin 7. filmi (2023) bir “varlık” üzerine. Film her şeye kadir “Varlık” adındaki yapay zekâ ve bunun iki anahtardan oluşan parçaları üzerindeki savaşa odaklanıyor. Varlık’ın duyarlılığa ulaştığını ve siber uzayı manipüle ederek küresel savunma istihbaratını ve finansal ağları denetlemesine olanak sağladığını belirtiyor. Dünya güçleri, Varlık’ı kontrol etmek için haç şeklindeki anahtarı elde etmek için yarışıyor, ancak onu kontrol etmenin kesin yolu bilinmiyor.
Filmin başlarında, ABD istihbarat topluluğunun Varlık’ı ve etkisini tartıştığı ilginç bir sahne var. Tartışmada geçen ifadeler şöyle:
“Ne ile karşı karşıyayız?
Bu Varlık farklı kişiliklere sahip. Bazen bir bilgisayar virüsü, bazen solucan, bazen de bot şebekesi oluyor. Erişebildiği her dijital veriyi istediği gibi bozabiliyor. Varlık artık bilinçli. Bunun kendi aklı var.
Engellemek için ne yapıldı?
Hiçbir şey. Varlık güçlü olduğumuz alanları iyi biliyor ve zaaflarımızdan faydalanıyor. Müttefikleri düşmana çeviriyor. Düşmanları ise saldırıya kışkırtıyor. Devletsiz, ilkesiz ve tanrısız bir düşman! En mahrem sırları biliyor, istediği herkese şantaj yapabiliyor. Her kimliğe bürünebiliyor. Dikkatle kurgulanmış dijital gerçeklik yaratarak bizi istediği gibi manipüle ediyor. Düşman her yerde ve hiçbir yerde. Bir merkezi de yok. Onu yok etmek yerine, kontrol edelim. Her ülke bunun mücadelesini veriyor, küresel çapta, ama yok etmek için değil.”
Varlık artık güvenlik aygıtı için kodlardan, sayılardan ve potansiyel tehlikelerden biridir. Güvenlikleştirmeyle birlikte yaşam şeyleşir.
Güvenlik artık egemenlerin taktıkları tek gözlük oldu. Teknolojik gelişmelerin verdiği imkânlarla güvenlikleştirme hayatın her alanına sirayet etmeye başladı. Bu yönüyle liberalizmin anlattığı özgürlük-güvenlik denklemi dağılmış durumda. Güvenlik her şeyin üst belirleyeni haline geldi. Yaşamı nesneleştiren güvenlikleştirme anlayışına karşı özgürlüğü güçlü şekilde savunmak gerekiyor.
3. Ulus-devletler ile küreselleşme arasındaki gerilim NATO’nun genişlemesi ve Rusya-Çin yakınlaşmasıyla başka bir evreye geçecek gibi duruyor. NATO ülkelerinin GSYH’sinin en az yüzde 2’sini askeri harcamalara ayırma mutabakatı ve şiddetin yayılması, devletlerarası sistemde askeri alanın güçlü dönüşümüne zemin hazırlıyor. Nitekim, vekâlet savaşları gibi stratejiler ve İHA-SİHA gibi “sıfır maliyetli” olduğu söylenen teknolojilerle birlikte, muhteva dönüşümü de gerçekleşiyor. Bu durum savaşların daha acımasız ve uluslararası hukuku hiçe sayan bir yerden, bizatihi devletler ve devlet üstü birlikler eliyle yürütülmesini getirebilir.
4. Küresel kapitalist güç merkezleri kıyının öte tarafına baktıklarında, en çok sağlık ve gıda yetmezliği kaynaklı “açlık isyanları”nı dert ediniyor. Eşitsizliklerin derinleştiği neoliberal momentin ortaya çıkardığı çıkmazda, fay hatlarının kırılmasıyla sistemin bir bütün olarak risklerle karşı karşıya kalacağı korkusu yaygınlaşıyor. Küresel kapitalizmin mevcut rotasıyla sağlık, gıda gibi temel yaşam şartlarını iyileştirmesi mümkün görünmüyor. Yeni bir reçete hususundaki tıkanmalar ise malûm. Bu tıkanma aşılamadıkça “açlık isyanları” yaklaşıyor.
5. Aydınlanma ve kapitalist modernite, dünyevi olanı dinsel olana galip kıldığını ilan ederek tarihi kendisinden başlatmıştı. Fakat siyasal teoloji çalışmaları ve dinsel olanın sosyolojik-siyasal yükselişi tarihin kapitalist modernitenin anlattığı gibi bir gerçekliğe sahip olmadığını gösterdi. Aşırı sağ dinselleşen atmosfer sayesinde yükselişte.
Dini kurumlar ve düşünce-politika alanı, bu beş alanın tümünün üst belirleyeni pozisyonunda.
Post-politika çağının alâmet-i farikası olan depolitizasyon her yerde kendisini yaymaya devam ediyor. Depolitizasyon dost-düşman ikilisine dayanan ve ihtilaf zemininde gerçekleşen politikanın askıya alındığı bir zamana işaret ediyor.
İhtilaflı yurttaşlık, güvenlik, militarizm, açlık, dinsellik gibi alanlarda ezilenleri esas alan demokratik bir çözüm için önce politikayı kurtarmak gerekiyor.
Ezilenler açısından, özgürleşme çağrısı olarak politikaya dönüş en esaslı mücadele hattıdır.
Politikayı özgürleşme çabası olarak yaşama dahil etmenin pratik ve kurucu yolu ise demokrasi mücadelesinin yükseltilmesinden geçiyor. Siyasette demokrasi, ekonomide demokrasi, yaşamda demokrasi yeni dönemin siyasal mücadelesinin parolası olarak beliriyor. Post-politika ile kanaata, imaja, show-business’a sıkışan politikayı aslına rücu ettirmek, buharlaşan her şeyi tekrar katılaştırmak, politikanın özgürleştirme potansiyelini açığa çıkarma imkânı sunuyor.
[1] Özgür Amed, Hasan Kılıç, Taşlar yeniden dizilirken, 1+1 Express, 11 Ağustos 2022
[2] Özgür Amed, Hasan Kılıç, Kasırga sinyalleri, 1+1 Express, 12 Ağustos 2022.
[3] Özgür Amed, Hasan Kılıç, Siyasalın sarkacı, 1+1 Express, 14 Ağustos 2022.
[4] M. Nuri Durmaz, “‘Gerçek Demokrasi’nin Savunucusu Olarak Karl Marx”, Kapitalizm ve Demokrasi Bir Zıtlığın Anatomisi iç., Haz. Can Cemgil, Ömer Turan, Metis Yayınları, 2023, İstanbul.
[5] Karl Marx, Kapital Cilt I, çev. Mehmet Selik, Yordam Kitap, 2012, İstanbul.
[6] Bu gümrük kapısının Habur Sınır Kapısı’na ek olarak açılması planlanıyor. Çünkü Türkiye ve Irak arasında doğrudan sınır olan tek yer burası. (Habur, Federe Kürdistan Bölgesine açılıyor.) 2018’de çalışmalarına başlanan bu kapı, Şırnak il merkezine 87, Silopi ilçe merkezine 12 kilometre uzaklıkta. Kapıya dair, dönemin Bağdat Büyükelçisi Fatih Yıldız şöyle diyor: “Habur’daki sınır kapısı yıllar önce Dohuk ve Zaho gibi yerlerde ekonomik canlanma sağladı, Ovaköy kapısının da aynı etkiyi Musul için getireceğine inanıyoruz.” Ankara, ikinci kapının karşılıklı ticari ilişkilerin geliştirilmesine hizmet edeceğini belirtiyor. Ancak Kürdistan Bölgesi yetkilileri, İbrahim Halil Sınır Kapı’sına alternatif olmaması gerektiğini savunuyor. Ayrıca, bu kapının “Kalkınma Yolu” projesindeki rolü için “bel kemiği” ifadesi kullanılıyor.
[7] Immanuel Wallerstein, Küresel Olasılıklar 1990-2025, Geçiş Çağı Dünya Sisteminin Yörüngesi (1945-2025) iç., Der. Terence K. Hopkins ve Immanuel Wallerstein, Avesta Yayınları, İstanbul, 1999.