2023-2024 PANORAMASI
2023’ten 2024’e geçerken karşımızdaki tablo şu: artan ekonomik sorunlar, derinleşen ekolojik kriz, büyüyen jeopolitik gerginlikler ve yükselen milliyetçi-muhafazakâr güçler. Bu kombinasyon, solun tayin edici bir güç olmadığında kapitalizmin kriz eğilimleri nereye varır sorusuna bir yanıt aynı zamanda. Yeni yıl başlarken, 2023 yapbozunun parçalarını oluşturan yukarıda sözünü ettiğim temaları ve Türkiye panoramasını sırasıyla ele alıp 2024’e uzanan bir çerçeve sunmaya çalışacağım.
2008 küresel finansal krizi dünya ekonomisini sarstı. Krizin merkez üssü olan ABD’de merkez bankası faiz artırırken finansal piyasaların çökmesi, 2008 ve 2009’da ABD ve Avrupa ülkelerinde, 2013 sonrasında da Küresel Güney’de artçı şoklarla ekonomik sorunların ağırlaşmasına neden oldu.
Kapitalizmin uzun dönemli eğilimlerine bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde görülen yüksek kârlılığın 1970’li yıllardaki krizlerle birlikte yavaşlaması ve bu yavaşlamaya karşı geliştirilen yeni kârlılık stratejileri günümüzdeki küresel kapitalist mimariyi şekillendirmiştir. 1970’lerin krizine karşı geliştirilen sermayenin uluslararasılaşması adımları, 2000’lerde küresel üretim ve finans zincirlerinin oluşmasıyla kriz dinamiklerine karşı eğilimler oluşturuyor, firma kârlılıklarında dönemsel artışlar gözlenebiliyordu.
2008’de ABD’deki finansal mimarinin çökmesi üzerine, küresel finansal zincirlerde bazı dönemsel kopukluklar baş göstermişti, ancak 2020’de pandemi ile birlikte üretim (ve tedarik) zincirlerindeki kopukluklar daha köklü dönüşümlerin yaşanmasına kapı araladı.
1970’lerden bu yana yaşanan yapısal dönüşüm süreci, ekonomik ve siyasi bir özne olarak emeğin ve solun 1945 sonrası elde ettiği siyasi ve sosyal kazanımların geri alınmasına dayanıyordu. Neoliberalizm olarak da adlandırılabilecek olan bu siyasi ve iktisadi proje, emeğin milli gelirden aldığı payın giderek azaldığı, yatırımların gerilediği ve büyüme oranlarının düştüğü bir dünya ekonomisi yarattı.
Talebi baskılayan bu eğilimlere karşı büyüme, ya borçla desteklenmiş bir tüketimle ya da ihracat kanalıyla sağlanır hale geldi. Bu iki eğilim de, gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da kötüleşmesine neden oldu. Gelir adaletsizliklerini artıran sadece günümüzdeki hâkim birikim modelleri değil. Özel olarak 2008 krizine, özellikle merkez ülkelerde verilen yanıtlar, ekonomik eşitsizlikleri daha da artırıcı etki yaptı.
Tüm bu arka plan üzerinde, 2023’e damgasını vuran küresel ekonomik gelişme, ABD başta olmak üzere, pek çok ülkede merkez bankalarının pandemi sonrası oluşan enflasyonla mücadele amacıyla faiz artışlarına gitmeleri oldu. Ancak, pandemi sonrasındaki enflasyon büyük ölçüde tedarik zincirlerindeki kopukluklardan ve enerji fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanıyordu. Faiz artışları bu iki sorunu çözmede etkisiz bir araç olsa da, ana akım politika tepkisi yine aynı kanaldan şekillendi ve enflasyon faiz artışlarıyla kontrol edilmeye çalışıldı.
Oysa, özellikle enerji fiyatlarının düşmesi ve ABD ve Avrupa ile Çin arasındaki lojistik maliyetlerinin pandemi öncesi dönemdeki seviyelere gerilemesi enflasyonun kontrol altına alınmasında en önemli etkenler olurken, Çin deflasyonun eşiğine kadar geldi. 2023’ten çalışanların bakiyesine kalan ise pek çok ülkede reel ücretlerin gerilemesi oldu.
2023’ün yaz ayları pek çok ülkede yüksek sıcaklık rekorları kırarak geçti. Sıklaşan büyük yangınlar ve sel felâketleri Türkiye dahil birçok ülkede görüldü. Artık küresel ısınmanın ve ekolojik tahribatın bazı sonuçlarını, verilerle anlatılmaya gerek kalmadan bizzat gündelik hayatlarımızda deneyimliyoruz. Bu aciliyetle beraber, karbon salımını düşürme hedefi küresel düzeyde politika yapıcıların gündeminde yer almaya başladı. İklim krizinin kabul edilmiş olması önemli bir gelişme olarak görülebilir. Ancak, buna karşı nasıl mücadele edilebilir sorusuna verilen ana akım yanıtlar, soruna piyasa kuralları çerçevesinde çözüm bulmayı amaçlıyor.
Firmalara verilen çevreyi kirletme kotaları ve bunlara dayanılarak üretilen ve ikincil piyasalarda işlem gören türev ürünler ile petrole dayanan enerji ve üretim sisteminin değişmesi pek mümkün görünmüyor.
2023’te, ekolojik kriz karşısında alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesi, altyapının yenilenmesi ve sanayinin yeniden yapılanması gibi üç temel adımdan oluşan geniş kapsamlı yatırım programları, ABD ve Avrupa’da güncel olarak temel büyüme stratejisini belirler hale geldi. “Yeni yeşil anlaşma” olarak adlandırılan bu yatırım paketleri yeşil sanayilerin teşvik edilmesini amaçlıyor.
Çoklu kriz ortamının en doğrudan sonucu, sanayi politikalarının geri dönüşü oldu. Enflasyonla Mücadele Yasası ve Çip Yasası, ABD’deki post-neoliberal yönelimin en somut görünümlerinden. Bu iki yasa yeniden sanayileşme hedefini hayata geçirmeye ve bunu yerli üretimi teşvik ederek yapmaya çalışıyor.
Karbon salımını sınırlamaya dönük bu adımlarla belirlenen hedeflere ulaşmak neredeyse imkânsız olsa da, derinleşen ekolojik krizin katalizör olmasıyla kamu tarafından yapılacak geniş kapsamlı yatırımların yeniden gündeme gelmesi mümkün oldu. “Devletin geri dönüşü” tartışması, başka eski tartışmaları ve açmazları da beraberinde getirdi.
Bunlardan en önemlisi, özel mülkiyete ve buradan türeyen bir hak olan özel girişimcilerin yatırım kararlarına doğrudan müdahale etmeden, yatırımlar nasıl istenilen alanlara aktarılabilir? Esasında, “Kapitalizmde planlamanın sınırı nedir?” sorusuyla karşılaşıyoruz.
Bu eski soru, 1945 sonrasında geç kapitalistleşen ülkelerdeki kalkınma planlamasının da temel sorunuydu. Yatırımların üretken olmayan alanlardan üretken alanlara yönlendirilmesi, kalkınma planlarının temel amacıydı. Ancak, çok az ülke bu amaca ulaşabildi.
Bunun temel nedeni, kapitalizmde planlamanın genellikle vergi düzenlemeleri ya da teşvikler gibi araçlarla uygulanmaya çalışılmasıdır. Bir başka ifadeyle, disipline edici planlamanın yokluğunda, kapitalistler için yatırım kalıplarını değiştirmek için çok az neden vardır.
Bu eski tartışmanın güncel versiyonu, firmaların yeşil dönüşüme doğru yönelmelerini sağlayacak tedbirlerin neler olacağı üzerine yoğunlaşmaktadır. 2023’te yeni yatırımlara girişmek için var olan risklerin devlet tarafından üstlenilmesi gibi bazı adımlar ya da firmalara kâr garantilerinin verilmesi gibi bazı temel politika araçları giderek daha fazla tartışılır hale geldi. Ancak, atılması gereken adımların halen uzağındayız.
Ekonomik sorunlar, hayat pahalılığı krizi ve ekolojik kriz, büyük güçler arasındaki jeopolitik mücadelenin yeniden yoğunlaştığı bir küresel ara rejim döneminde karşımıza çıkıyor. Küresel ara rejim, eski hegemonik devletin hâkim pozisyonunun ekonomik alanda gerilemesine rağmen bu rolü oynayacak yeni bir aktörün henüz ortaya çıkmadığı dönemler için kullanılabilir. (Geçtiğimiz yıl 1+1 Express sayfalarında bu kavramı kullanarak küresel politik ekonomiyi ele almıştım, dileyenler detaylar için oraya bakabilir, burada detaya girmiyorum.)
ABD’nin Çin’in muazzam ekonomik gelişmesine karşı korumacı dış ticaret politikasına geçmesi, dış politikasının ağırlık merkezini doğuya çevirmesi ve nihayetinde Çin’den gelen ekonomik ve teknolojik rekabeti karşılamak için adımlar atması, Obama, Trump ve Biden yönetimleri açısından bakıldığında, bir süreklilik olarak görülebilir.
Buna karşılık, muazzam ekonomik büyüme temposunun karşılaştığı aşırı üretim/birikim krizini sermaye ihracıyla çözmeye çalışan Çin, bunu Kuşak ve Yol Girişimi ile bir jeopolitik fırsata dönüştürmeye çalışıyor.
Arka planda süren bu güç savaşı, pandemi sırasında daha da belirginleşti. Salgınla mücadele önlemleri çerçevesinde üretim ve dolaşımın yavaşlaması, bir ucu Çin’e bağlanan tedarik zincirlerinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. ABD’nin Çin rekabetine karşı korumacılık önlemlerine başvurmasına Avrupa da katıldı. Avrupa Birliği, tedarik ve ticaret sistemlerini Çin’den ayırmaya yönelik adımlar atacağını ilan etti. ABD ve Avrupa Birliği’nin takip ettiği politikalarda daha çok dost ve müttefik ülkelere yatırım yapılması ve tedarik zincirlerinin kısalması temaları daha çok gündeme geldi.
2023 bu bağlamda, 2022’den kalan jeopolitik gerginliklerin sürmesine sahne oldu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi de, G7 ülkelerinin Rusya’ya karşı ilan ettiği ekonomik yaptırımlar da 2023’te sürdü. Ekonomik yaptırımların ilk başlarında belirginleşen Rus ekonomisinin çökmesi, enflasyonun patlaması ve bu yolla Putin rejiminin içerden yıkılması gibi beklentiler boşa çıkmış oldu.
2023’ün son ayları ise Hamas’ın İsrail’e yönelttiği saldırılar sonrasında İsrail’in Gazze’ye yaptığı bombardımanlarla şekillendi. Her ne kadar savaş bölgesel bir nitelik kazanmasa da Filistin sorununun harlanması, Ortadoğu’daki jeopolitik gerilimleri yeniden açığa çıkardı.
Henüz ABD’deki kadar kapsamlı ve büyük bütçeli olmasa da, Yeşil Yeni Anlaşma Avrupa’nın da büyüme stratejisini şekillendirmeye başladı. Bu gündemin de, tıpkı ABD’de olduğu gibi, soldan ve sağdan destekçileri var.
Bu çoklu kriz ortamındaki siyasi doğrultuya baktığımızda, 2023’te Hollanda’da faşistler en çok oyu aldı, Arjantin’de ise şok terapisi uygulamaya girişen bir “aşırı-liberal” başkan oldu. Mısır’da Sisi rejimi hâkimiyetini korurken Türkiye’de muhalefet büyük bir seçim hezimeti yaşayarak iktidarı yeniden AKP’ye teslim etti. Her ne kadar seçim yılı olmasa da, Almanya’da faşistler (AfD) kamuoyu yoklamalarında en çok oy alan ikinci parti seviyesine yükselmiş durumda.
Bu tablonun iki istisnası Avrupa’dan ve Latin Amerika’dan geldi. Polonya seçimlerinde liberallerin liderliğindeki koalisyon sekiz yıldır hükümette olan milliyetçi-muhafazakâr Hukuk ve Adalet Partisi iktidarını devirmeyi başardı. Brezilya’da ise Lula yeniden iktidara geldi.
Elbette her bir ülkenin kendine has siyasal, kurumsal ve sınıfsal şekillenişi var. Ancak, neoliberal piyasa reformlarını uygulayan ülkelerde tipik olarak görülen, bu reformların işçi sınıfının kurumsal, siyasal ve toplumsal gücünü geriletmesi ve bu gerilemenin işçi sınıfı etrafında örgütlenen solu nefessiz bırakmasıdır.
Solun ana akımlaşarak neoliberal reform programını sahiplendiği ve temel sorunlara herhangi bir alternatif çözüm öne süremediği durumda, siyaset kültür savaşları tarafından şekillendirilmektedir. Kamu harcamalarının gerilemesi ve firmaların kârlılık stratejileri nedeniyle yatımlarını farklı ülkelere kaydırmaları ya da uluslararası rekabet nedeniyle oluşan işsizlik, güvencesizlik ya da eğitim, sağlık ve sosyal yardım sistemlerinde ortaya çıkan sorunlardan kaynaklanan hoşnutsuzluklar milliyetçi ve muhafazakâr güçler tarafından kullanılmakta ve giderek artan göçmenler ve göçmen emeği, bu sorunların nedeni olarak resmedilmektedir.
Kemer sıkma programlarıyla ve hayat pahalılığı kriziyle boğuşan kitlelere bir ekonomik alternatif önerilememesi, yabancı düşmanı faşistler tarafından rahatlıkla kullanılan bir siyaset zemini yaratmaktadır. Kısacası, çoklu kriz ortamı ve bunun yarattığı sorunlarla nasıl baş edileceği, sağ siyasetin çeşitli tonlarınca şekillendirilmektedir.
Çoklu kriz ortamının en doğrudan sonucu, sanayi politikalarının geri dönüşü oldu. Özellikle ABD’de, Biden yönetiminin pandemi sonrasında geçirdiği Enflasyonla Mücadele Yasası ve Çip Yasası, ABD’deki post-neoliberal yönelimin en somut görünümlerinden. Bu iki yasa, bir yandan Çin’le rekabet edilen alanlarda korumacılığı teşvik ederken, diğer yandan yeniden sanayileşme hedefini hayata geçirmeye ve bunu yerli üretimi teşvik ederek yapmaya çalışıyor.
Dahası, Çin ile rekabette stratejik görülen çip üretimi gibi alanlarda büyük kamu desteklerinin seferber edildiği bir devlet müdahalesi sistemi kurulmaya başlandı. Son olarak tüm bu değişim, altyapının yenilenmesi, dijitalleşme ve yeşil sanayilere yatırım yapılması gibi, “yeşil büyüme” stratejisinin parçası olarak kurgulandı.
Bu anlamıyla Biden yönetimi, post-neoliberalizmin sol kanadına ait bazı unsurları içeriyor denebilir. Ancak bu post-neoliberal programın çoklu kriz ortamının temelinde yatan kapitalist üretim modelinin kendisiyle hesaplaşmak yerine, onun ortaya çıkardığı arızaları törpülemeye çalışmakla yetindiğini belirtmek gerekiyor.
Diğer yanıyla, bu post-neoliberal program sadece sol tarafından değil, farklı gerekçelerle de olsa, sağ tarafından da destekleniyor. Örneğin, özellikle ABD’deki Cumhuriyetçiler de yerli sanayiyi korumayı Çin ile rekabette bir jeostratejik adım olarak görüyor.
Benzer şekilde, teknolojik dönüşüm için önemli olan kritik metaların üretiminde bir ucu Çin’e ulaşan tedarik zincirlerinden uzaklaşarak yerli üretimi teşvik etmek, dış politika önceliklerinin şekillendirdiği bir iç politika adımı olarak görülebilir.
ABD’deki bu ikili yapı Avrupa’da da mevcut. Henüz ABD’deki kadar kapsamlı ve büyük bütçeli olmasa da, Yeşil Yeni Anlaşma Avrupa’nın da büyüme stratejisini şekillendirmeye başladı. Özellikle Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmaya yönelik yatırımlar, kamu bürokrasisinin dijitalleşmesi, karbon salımı düşük sanayilerin desteklenmesi ve buna uygun finansman koşullarının yaratılması temel gündemler arasında. Bu gündemin de, tıpkı ABD’de olduğu gibi soldan ve sağdan destekçileri var.
Son olarak şu vurguyla tamamlamak istiyorum: Post-neoliberalizm projesi henüz tam olarak şekillenmiş değil. İçeriği yeni sanayi politikaları ve yeşil yeni anlaşma ile doldurulsa da, bu yeniden yapılanmanın çoklu kriz dinamiklerine çözüm bulması, özellikle kapitalizmi aşacak bir patikayı aralaması gibi bir durumla henüz karşı karşıya değiliz.
Şimdilik elimizde olan, 2008 krizine kadar hâkim paradigmayı oluşturan piyasa reformları ve liberal demokrasiler ikilisinin tarihin sonunu oluşturduğu iddiasının sonuna gelindiği. Buradan sonrasını şekillendirecek olan, gerek ulusal gerek küresel düzeyde geliştirilecek siyasi ve iktisadi projelere bağlı olacak.
Gerek ultra-düşük faiz politikası, gerekse Mehmet Şimşek programı reel ücretlerin düşürülmesine dayanıyor. İlkinde enflasyonun patlaması reel ücretleri eritirken, ikincisinde ücret baskılaması enflasyonla mücadele adına yapılıyor. Faiz artışlarının sonuna gelindi. Esas mesele enflasyonun kontrol edilmesinden sonra başlayacak.
Türkiye’de 2023’e damgasını vuran seçimlerdi. O nedenle yıla seçim öncesi ve sonrası şeklinde iki dönem olarak bakmak daha uygun olacak. Bu ikisi arasındaki süreklilikleri ve değişimleri ele alabiliriz. Değişimlerden başlayalım.
En önemli değişim faiz politikasında görüldü. Bunun temel nedeni düşük faiz politikasının sınırlarına gelinmiş olmasıydı. 2021 sonrasında girişilen ultra-düşük faiz politikası, bir yandan enflasyonu patlattı, ancak diğer yandan firma kârlılıklarını ve yatırımları artırdı, işsizliği azaltarak ilave istihdam yarattı. Daha çok insanın daha ucuza çalışmasını sağlayan bir ekonomik tercihle 2023 seçimlerine gidildi. Düşük faiz politikası ve bunun getirdiği istihdam artışları amacına ulaşarak AKP’ye seçim kazandırmış oldu.
Ancak, sermaye kontrollerinin uygulanmadığı bir ekonomide ultra-düşük faiz politikasının sınırı, ödemeler dengesi krizi riskinin artmasıdır. Yani, ekonominin daraltmaya girmeden işleyişi için gerekli olan döviz girişinin sağlanması zorunluluğu, faizler yabancı sermaye çekecek kadar cezbedici olmadığında, önemli bir kısıt haline geliyor. Seçim sonrasındaki faiz artışları esas olarak bu sorunu çözmeyi amaçladı ve bunda kısmen başarılı oldu. 2023’ün son ayındaki veriler tahvil ve hisse senedi kanallarından sermaye girişlerinin başladığını ve Türkiye’nin risk priminin düştüğünü gösteriyor.
Sürekliliklere gelirsek, iki başlıkta toparlayabiliriz. İlk başlık, ekonomi yönetiminin uyguladığı politikalarla ilgili: Döviz kurunun kontrollü bir şekilde yönetilmesi ve seçici kredi politikasının uygulanmasına devam edilmesi hususlarında seçim öncesi ve sonrasında bir süreklilik var.
İkinci başlık ise ücret politikasında. Gerek 2021-2023 arasındaki ultra-düşük faiz politikası, gerekse 2023 seçimleri sonrasında uygulanmaya başlanan Mehmet Şimşek programı reel ücretlerin düşürülmesine dayanıyor. İlkinde enflasyonun patlaması reel ücretleri eritirken, ikincisinde ücret baskılaması enflasyonla mücadele adına yapılıyor.
2024 yılına girerken faiz artışlarının sonuna gelindiğini söyleyebiliriz. Ocak ayında yapılacak son bir artıştan sonra faizin uzun bir süre hareketsiz kalması olası. Bir yandan sermaye girişlerinin sürmesi, diğer yandan da ekonomik yavaşlama ve baz etkisi nedeniyle enflasyonun gerilemesi bekleniyor. Ancak, esas mesele enflasyonun kontrol edilmesinden sonra başlayacak.
2013 sonrası dönemi şekillendiren temel dinamik, Türkiye kapitalizminin bir yapısal kriz konjonktüründe olmasıydı. Bu yapısal kriz somut olarak, takip edilen birikim/büyüme stratejisinin ne olduğunun belli olmaması ve uygulanan politikalarda sıklıkla görülen zikzaklar olarak açığa çıktı.
Birikim/büyüme modeli krizi, önceki modelin kendisini sürdüremez hale gelmesi, ancak yeni modelin henüz net olarak şekillenmediği durumlarda ortaya çıkıyor. Türkiye’de 2002-2013 arasında, sermaye girişlerine dayalı ve iç talebin sürüklediği bir büyüme modeli vardı. Sermaye girişleri sonucunda değerlenen TL bir yandan enflasyonu kontrol etmeye yardımcı oluyor, diğer yandan da ithalatı kolaylaştırdığı için cari açığın artmasına neden oluyor. Sonuçta, kronik cari açık, yerli üretim yapısının aşınması ve yüksek işsizlik gibi sorunlar, bu modelin temel sorunları olarak ortaya çıktı.
Bu modelin sürekliliği için gerekli olan sermaye girişleri, 2013 sonrasında ABD’nin para politikasını değiştirmesi sonrasında yavaşladı. Ekonomi yönetimi, 2013 sonrasında ne zaman ekonomik büyümeyi canlandırmak için faiz indirimine gitse, bir döviz krizi ile karşılaştı. 2020’de pandemi döneminde ve 2021 sonbaharında yapılan faiz indirimleri sonrasında TL’nin sert bir şekilde değersizleşmesi, bu tip denemelerin en son örnekleri olarak görülebilir.
2024’te ekonomi yönetiminin hedefleri harfiyen hayata geçse dahi, bu durum bizi 2013 yılına, yani birikim/büyüme modeli krizinin başlangıcına götürecek. Faiz artışları ile başlayan süreç sermaye girişleriyle desteklendiğinde, TL göreli olarak değerlenmeye başlayacak.
Bunun sonucunda ise yüksek cari açık ve yüksek işsizlik eşliğinde oluşan yeni bir kriz konjonktürü karşımıza çıkacak. Tıpkı 2002-2013 arasında olduğu gibi.
2013 sonrasındaki bu birikim/büyüme modeli krizi, iktidar bloku içindeki farklı sermaye fraksiyonlarının kendi önceliklerini (büyüme stratejilerini) toplumun öncelikleri olarak sunmaya çalıştığı, ancak bu çabada tam olarak başarılı olamadığı bir dönem olarak görülebilir.
Bir anlamda “sermayenin iç savaşı” tarafından şekillendirilen bu dönemde muharebenin düğümü para politikası olmasına rağmen, iki farklı sermaye kesimi tarafından desteklenen iki büyüme/birikim modeli var karşımızda. Bir yandan büyük sermayenin desteklediği, Avrupa Birliği’ne uyumu hedefleyen ve bol teşvikli sanayi politikasını da içeren bir Yeşil Dönüşüm programı, diğer yanda daha küçük ölçekli sermaye kesimlerinin desteklediği ve ülkenin mevcut üretim yapısına basarak büyümeyi hızlandırmayı amaçlayan bir büyüme/birikim stratejisi.
Burada vurgulamamız gereken, her ikisinin de bir sermaye stratejisi olduğu ve emeğin konumunun her iki stratejide de temel olarak değişmediğidir.
Bu yapısal kriz, emekten yana ve aşağıdan yukarı örgütlenmiş bir eko-sosyalist strateji için kapı aralar mı sorusu için henüz erken olabilir. Daha ziyade 2024 yılında ve sonrasındaki uzun seçimsiz dönemde AKP yönetimi sağ/otoriter post-neoliberalizmin özgün bir örneği haline gelebilir. Eğer bu gerçekleşirse otoriter konsolidasyon sürecinin ekonomik bağlamı da kurulmuş olacak. Ancak, gerek Türkiye’de, gerekse dünyada çoklu kriz ortamından çıkış, ancak onu doğuran kapitalist üretim tarzının aşılacağı alternatif toplum modellerinin inşası ile mümkün olacak.