TOPLUMSAL HAREKETLERİMİZİ NASIL HATIRLIYORUZ VE UNUTUYORUZ?

Direnişin saklı ihtimalleri

Son 15-20 yıldır dünyanın dört bir yanında patlayıp sönümlenen ayaklanmalara ve onların öznesi olan toplumsal hareketlere eleştirel bakış nasıl olmalı? Kuşbakışı görülen bir manzarada gözden kaçırılanlar neler? Hemzemin bir perspektife neden ihtiyacımız var? Olay’ın ne olduğunu mu, Olay’da ne olduğunu mu anlamaya çalışmalı? Walter Benjamin’in Tek Yön’deki cümleleri bize neler söylüyor?

Burak Üzümkesici
Ignacio Iturria, Yukarıdan Bize Bakıyorlar

Küresel kapitalist işleyişin iklim felâketi, yoksulluk ve savaştan başka bir vaadinin kalmadığı artık yalnızca muhaliflerce dillendirilen değil, egemenlerin de soğukkanlı biçimde itiraf ettiği bir hakikat. Egemen sınıflar işlevsizleşen demokrasi maskesini indirmek zorunda kalıp otoriter rejimleri dünyanın dört bir yanında adım adım tahkim ediyor. Diğer yandan da, uzunca bir süredir, hemen her coğrafyada, tarihte eşi görülmedik derecede büyük ölçekli ve ardı arkası kesilmeyen ayaklanma ve protestolara tanık oluyoruz.

Hükümetler ortak alınmış bir kararın ifadesiymiş gibi ya da ifadesi olarak, sokaktan yükselen seslere kulaklarını tıkamaya ve protestocuların tek bir talebini dahi karşılamamaya ant içmişcesine, ezilenlerin öfkesini bastırmak üzere giderek daha da saldırganlaşan bir tutum alıyor.

Ill Will sitesinde yayınlanan yazısında son 15 yılda yaşanan küresel ayaklanmaların panoramasını çizen Danimarkalı sanat tarihçisi Mikkel Bolt Rasmussen, toplumsal hareketlerin ne tür politik tahayyüller ortaya koyduğunu anlamaya çalışıyor. Ona göre, eylemciler mutlak bir “ret stratejisi” izleyerek, hareketlerin dinamiğine yön verecek herhangi bir belirlenime izin vermiyorlar. Mevcut politik temsil stratejilerine ve programlarına uymadığı için de, hareketlere kimi zaman antipolitik, antihareket gibi yakıştırmaların uygun görüldüğünü anlatıyor.

“Kimden neyi talep edeceksin” dercesine, kimi yerlerde bir talebin belli belirsiz olsa dahi dile getirilmediği, aynı zamanda herhangi bir muhalif politik örgütün temsilcisinin de ön plana çıkmadığı ya da çıkamadığı, politik sistemin toptan reddini savunan bir dinamiğin devrede olduğunu vurguluyor Rasmussen. Demek ki, bir mütekabiliyetten de bahsedilebilir: Temsili politik sistemin ve onun mekanizmalarının meşruiyetinin kalmadığı hem yönetenler hem de halklar tarafından uzun zamandır kabul edilmiş gibi görünüyor.

Yerel ve küresel sorunların yol açtığı tıkanma ve çıkışsızlık duygusu ise, öngörülemeyen ve hatta varlığından dahi şüphe edilen bir geleceğe dair kesif bir belirsizlik duygusuyla birleşince, adına şimdiki-zaman denen çukur anbean içine çekildiğimiz bir bataklığa dönüşüyor.

İki tutumun, “bir tohum attık, ileride mutlaka yeşerecek” ile “direndik de ne oldu, her şey daha kötüye gitti” arasında gide gele, muhtelif geçmişi hatırlama ve şimdiyi anlamlandırma biçimleriyle karşılaşıyoruz.

İçine hapsedildiğimiz bir zamansallık olarak şimdi hakkında, 1+1 Express’te Begüm Özden Fırat bir yazı yazmış, geçmek bilmeyen bir kapitalist-şimdinin tarihsel bilinci parçalamak üzere nasıl iş başında olduğunu ve şimdicilik (presentism) adı altında kavramsallaştırılan mefhumu güncel pratiklerdeki görünümleri üzerinden tartışmıştı.

Deprem sonrasında yaşanan bazı kamusal tartışmalar ekseninde kurguladığım bir yazıyla, ben de tarihsel bir şimdinin anlamını ve imkânlarını, “mücadelenin şimdisi” başlığı altında aramaya çalışmıştım. Birlikte okunduğunda, şimdiki zaman diyalektiğinin veçhelerini açığa çıkarmaya yönelik bir girişim olarak da görülebilirler belki.

Bu yazıda ise, yine tarih kavrayışlarının bugünümüze nasıl tesir ettiğine dair, ama bu kez toplumsal hareketleri odağa alarak düşünmeye çalışacağım. Şu soruyla: Toplumsal hareketlerimizi nasıl hatırlıyoruz ve unutuyoruz?

Bu sorunun peşine düşmeme hem çeşitli hareketlere katılmış insanların kendi deneyimlerine yönelik kederli ve yargılayıcı tutumlarına tanık olmak, hem de yaşadığımız sorunları küresel isyan dalgalarının etkisizliğine bağlayan, hatta toplumsal hareketlerin bir şeyleri değiştirme “kabiliyetsizliğinin” artan tahakkümün müsebbibi olduğunu iddia eden birtakım analizlerin solda gördüğü teveccüh vesile oldu.

Mevcut çıkışsızlık hissinin üstesinden gelebilmenin yol ve yordamlarını bulabilmenin tarih kavrayışlarımızla, geçmiş mücadelelerimizi nasıl hatırladığımızla da ilişkili olduğu doğruysa eğer, bu tarz analizlerde apar topar kurulan neden-sonuç ilişkilerini ve toplumsal hareketlerin eleştirel analizleri olmanın ötesine taşan boyutlarını daha çok tartışmamız gerek.

Ignacio Iturria, İsimsiz

Toplumsal hareketler ne işe yarar?

Son dönemde, küresel “krizin” önünü alabilmek üzere, politik teori alanında gelişmelerin analizini daha kısa ve öz biçimde ortaya koymaya gayret ederek ve güncel ihtiyaçlara yanıt verebileceği umuduyla, kimi pratik öneriler telaffuz ediliyor ve bunlar madde madde “tezler” formatında yazıya[1] dökülüyor. Bu doğrultuda çaba gösteren isimlerden biri de bugüne kadar politik sorunların üstesinden gelebilme yollarına dair güncel hareketleri odağına alan çok sayıda makale ve kitap yazan Fransız filozof Alain Badiou.

Badiou’ya göre mevcut durum, kapitalizmin krizindense, devrim fikrinin krizine işaret ediyor.[2] Hem yerel hem de küresel ölçekte bunca isyana rağmen mevcut işleyişin yerinden edilememesi veya alternatif bir program ortaya konulamaması anlamında bir “olumsuzlama kriziyle” karşı karşıya olduğumuzu ve Fransız Devrimi’nden 1980’lere kadar olan dönemi kapsayan devrimci deneyler döneminin “kurucu” olumsuzlamasının sona erdiğini ileri sürüyor Badiou.

Diğer yandan, ‘80 öncesinin politik yapılarının sosyalist deneylerinin başarısızlığa uğradığını, sosyalist devletlerin partiyi “komünist hareketin partisi”ne dönüştürmeyi başaramamış olduklarını söylüyor. Demek ki kriz, olumsuzlama krizi, belli bir anlamda, sadece ‘80 sonrasına özgü bir durum da değil.

Ignacio Iturria, Anahtar

Bununla birlikte, Badiou parti-biçiminin miadını 1980’li yıllar itibarıyla doldurduğu ve artık ona dönülemeyeceği konusunda net. Toplumsal ayaklanmaların yarattığı istisnai durumun sadece farklı örgütlenme olanaklarına işaret etmekle kalmadığını, ayaklanmalar sırasında başka bir zamansallığı devreye sokan deneyler yapıldığını da vurgular:

Olay”, der, “tarihi uyandırarak” kendi zamanını açar, başka bir deyişle, olağan zamanın düzenine karşı çıkması, yaşamın verili zamansal yapısının olumsuzlanması anlamında zaman-dışıdır.

Bu nedenle, “Bizim için merkezi sorun”, diye ekler, “‘zaman-dışı’sı aynı zamanda ‘parti-dışı’ da olması gereken politik örgütlenme sorunu olacaktır.”[3] Örgütlenme sorunu harekete bağlıdır, onun içinden gelişecektir. Ama nasıl?

Rosa Luxemburg’un ünlü “vardım, varım, varolacağım” formülü, Badiou’da “varolmayanlardık, artık varız, varolmaya devam edebilmemiz de bir idea etrafında örgütlenmeye bağlı” biçiminde tarif edilebilecek bir formüle dönüşür. Ayaklanmalar varolmayanların (l’inexistant) “artık varız” diyebildikleri bir moment olsa da, bu, kitlelerin politika yapmaya başladıkları anlamına gelmez.[4] Yaşanan daha ziyade “ön-politik” bir durumdur.[5]

Nitekim, ayaklanmaya yön verecek ve esas politik mahiyetini kazandıracak bir idea’nın da ona dahil olması gerekir. Aksi takdirde, ayaklanma kendi başına “katışıksız isyanın olumsuz homurtularının” ötesine geçemez.[6] Ayaklanma “ihtiyaç duyduğu politik kadroya/görevlilere kendi içinde sahip olduğu” zaman bir ufuk belirmeye başlar.[7]

Ayaklanma tarihi açan, istisnai bir an ise, müstakbel politik örgütün görevi bu istisnai âna “muhafızlık”, “bekçilik” etmektir, yaşanan geçici coşku halinin süreğen kılınması için. Onun bir kez daha devlet tarafından, “uyuklayan Tarih’in muhafızı” tarafından kapılmasının önüne geçecek bir ideanın taşıyıcısı olarak örgüte ihtiyacı vardır ayaklanmaların.[8]

“‘Olay’ın ne olduğunu değil, Olay’da ne olduğunu anlamaya” çalışmak, Olay’ın “saklı ihtimallerine dikkat kesilmek”… Şükrü Argın’ın çağrısı, Benjamin’in Tek Yön’deki cümlelerini getiriyor akla: “Üzerinde yürünen patikanın gücü, uçaktan seyredileninkinden farklıdır. Ancak patikayı yürüyerek kat eden kişi onun gücü hakkında fikir sahibi olabilir…

Bu noktada not düşmek istediğim bazı sorular: “Artık varız” deyişleri ancak bir homurtu olarak işitilen kitlelerin eylemlerinde muhafızlık, bekçilik edilecek olan şey nedir tam olarak?

Eğer parti-biçimi artık işlevsizse ve örgüt fikri dışarıdan, bilenler olarak ve temsil iddiasıyla harekete dahil olan öncü kadrolara değil, hareketin kendi içinden gelişen dinamiklere bağlıysa, ayaklanmayı “koruyacak”, ona bir “disiplin” kazandıracak özne kimdir?

Tarihi açmak, uyandırmak, zaman-dışılık, coşku halleri eğer salt spekülatif kategoriler değil, maddi kuvvetlerse, o halde bunların bağlı olduğu ayaklanmaların pratik işleyişini kavrayacak dilsel, teorik araçlarımız neler?

Badiou’nun düşünceleri, ayaklanmaları salt olumsuzluk olarak gören ve ret stratejileri üzerinden kavramaya çalışan yaklaşımlardan ayrılsa da, önerdiği komünist idea/hipotez ve örgüt gibi “ilkeleri” (ki bunlar kuşkusuz Badiou’nun “olay” felsefesi bağlamında katmanları açılabilecek kavramlar) dert etmediği sürece, ayaklanmaların nihilizme savrulmasının kaçınılmazlığına işaret ediyor.

Badiou “Günümüz Siyaseti Üzerine On Üç Tez ve Bazı Açıklamalar” yazısında ise devrimcilerin önüne “neolitik devrimden bu yana” varlığını sürdüren kapitalizmin sonunu getirme görevini koyar. Zor bir görev hakikaten. Yazısından burada altını çizmek istediğim kısım ise ayaklanmaların nedenselliğine dair çıkarımları.

Ayaklanmaların yalnızca yenilmekle kalmadığı, aynı zamanda “küresel ölçekte gelişen muhafazakâr tepkinin yeni bir suretteki göstergesinden başka bir şey olmadığını” anlatır bize Badiou ve ekler: “Söz gelimi, ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketinin ters bir etkiyle Trump’ın iktidarına yol açtığı ABD’de olan da, ‘Gece Ayakta’ eylemlerinin Macron iktidarıyla sonuçlandığı Fransa’da yaşanan da buydu.” (italikler bana ait)

Ignacio Iturria, Canavarı İmha Etmek

Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan If We Burn: The Mass Protest Decade and The Missing Revolution isimli kitabın yazarı, Amerikalı gazeteci Vincent Bevins de son yıllarda gerçekleşen isyan dalgasının mevcut politik sistemi güçlendirmekten başka bir işe yaramadığını ileri sürenlerden. Bevins, farklı coğrafyalarda bizzat tanıklık ettiği isyanlardan, görüştüğü kişilerin anlattıklarından dersler çıkararak, önümüzdeki süreçte ayaklanmayı aklından geçirenlere şöyle bir öneride bulunuyor: 

Eğer bir devrim gerçekleştiremiyorsanız ve reformları müzakere edecek konumda değilseniz, o zaman hiçbir şey yapmamayı da düşünebilirsiniz. Hatta daha iyisi, bir sonraki fırsat için en iyi duruşu sergilemek üzere örgütlenmek, analiz etmek ve strateji geliştirmektir. Bazen beklemek de doğru eylem olabilir. En basitinden yakın tarih, olası herhangi bir anda maksimum yıkımı gerçekleştirmeye çalışmamanız gerektiğini gösteriyor.”[9]

Bevins’in kitabını yazarken araştırmalarından istifade ettiğini söylediği isimlerden biri Cihan Tuğal. Tuğal Ortadoğu’nun yakın dönem siyasi tarihini ve toplumsal hareketlerini Gramsci’den ödünç aldığı ve yazdığı bir kitabın başlığına da taşıdığı “pasif devrim” kavramı üzerinden tartışıyor.

Tuğal’a göre, klasik devrimden farklı olarak pasif devrimde, “halk kesimleri devrimci söylemlerle ve stratejilerle yalnızca, ama yalnızca, mevcut tahakküm örüntülerini güçlendirmek için harekete geçirilir[10] ve nihayetinde “henüz olgunlaşmamış aşağıdan yukarıya hareketlenme, mevcut siyasal ve ekonomik yapılarca ‘soğurulur’.”[11]

Böyle olunca da, bilhassa son yıllarda örneklerini gördüğümüz pasif devrimlerle, “öz-örgütlülükler oluşturulmadan, devrimci önderlik kurulmadan” bir devrime teşebbüs etmenin bedelini ağır biçimde öder durur halklar. “Mısırlılar”, der Tuğal, “2013’te Mursi’yi devirdikten sonra meydanı orduya bırakmamalıydı ya da sonuçlarına bakılırsa, daha en baştan isyan başlamamalıydı.”[12]

Zira devrimlerin başarısızlığı düzene soğurulmayla sonuçlanmakla kalmaz, mevcut durumu daha beter bir hale sokar. Devrimlerle devrim sonrasında yaşanan gelişmeler arasına, tıpkı Badiou gibi, dolaysız bir hat çizmekte tereddüt etmiyor Tuğal. “Mısır devrimi”, der, sonuçta “tüm bölgede petrol monarşilerinin daha fazla güç kazanmasının bile önünü açmıştı.”[13]

Genel olarak 2010’ların isyan dalgaları ve “küçük burjuva” bir isyan olarak nitelenmesi gerektiğini söylediği Gezi, başarısızlığının bedelini ödemekle kalmayıp neoliberal düzeni yeniden üretmiştir mesela. Küçük burjuva sıfatı, şık giyimli, makyajlı, zaten işlerinden çıkıp direnişe gelen, ama aslında işlerini kaybetmeyi dahi riske atmayı göze alamayacak ve tek dertleri ihtiyaç duydukları “sosyal bağların keyfini” çıkarmak olan kesimlerin eylemlerdeki yoğun varlığı nedeniyle lâyık görülmelidir Gezi’ye.

Canan, İstiklal Caddesi – Direniş 2014

Tuğal’a göre, “Birbirinden kopuk olan kitlelerin büyük kısmı, protestoları başlatan sorunları kavramamışlardı bile. Çoğunlukla kendi çıkarlarını ve hayat tarzlarını savunmanın bir yolu olarak sokağa çıkmışlardı.” Bu kadar “zayıf, deneyimsiz, örgütsüz ve programsız” on binlerce eylemci, elbette barikatları da “gelişigüzel kurmuşlardı. Kötü kuruldukları için de polis tarafından kolayca yıkılacaklardı.”

Halbuki, “sorunları tek bir zincire bağlama kapasitesi” olan solcu “bir hegemonik örgüt başarılı bir şekilde müdahale etmiş olsaydı” hiç bunlar yaşanır mıydı?[14] Olsaydı eğer, belli mi olur, “belki de ikinci bir 1917’nin müjdecisi” olurdu.[15] Ama olmadı ve Tuğal sosyal medya mesajlarıyla Gezi’yi “sorgulamaya” devam ediyor: “Gezi’yi ‘mesele iki ağaç değil’ diyerek yücelten büyük bir kesimin varlığı, sonraki yıllarda milyonlarca ağacın yok edilişi sırasındaki sessizliğe katkıda bulunmadı mı?[16]

“Direndik de ne oldu!”

Toplumsal hareketlere dair bu tür bakışlar kuşkusuz yeni değil, ama eskimiyor da. Diğer yandan, hareketlerle hemzemin bir perspektiften devrimlerin politik tahayyülünü açığa çıkarmayı dert edinen çabalar da artıyor. Devrimlerin “determinist nedensellikler yoluyla açıklanamayacağını” öne süren Enzo Traverso mesaisini bu çabaya hasreden araştırmacılardan biri.[17]

Massimiliano Tomba, 19. ve 20. yüzyıl devrimlerinin metinlerine, imgelerine geri dönerek, onların canlı mirasını ortaya çıkarmak üzere bir kazı faaliyeti yürütüyor.[18] Toplumsal hareketlerin kendi dinamiklerinden türeyen kurumsal modelleri vurguluyor.

Kristin Ross 1968 Mayıs’ı hakkında yazdığı kitabın giriş bölümünü tam da toplumsal hareketleri birtakım şablonlara oturtmaya çalışan yaklaşımların eleştirisine ayırır. Ross’a göre, determinist sosyolojik analizler her daim gerçeğin, olayın, bir toplumsal hareketin “vuku bulduktan sonra ölçülmek, kategorize edilmek ve hapsedilmek için yargılandığı bir mahkeme görevi görmüştür.[19]

Hareket yenilgiye uğradıktan sonra, medyanın manipülasyonundan, resmi tarih anlatılarından, nicel araştırmalardan yola çıkıp niteliğe dair spekülasyonlar üreten çalışmalardan, sosyolojinin depolitize edici kategorik bakışlarından[20] kendini kurtarıp olayı hatırlamak, olayın nasıl farklı yönlere de gidebileceğini bir politik tahayyül olarak taşıyabilmek neredeyse imkânsız hale gelir. Örneğin, Fransa’da isyan tarihinin yeniden inşası öyle bir noktaya gelir ki, 68 Mayıs’ında “aslında hiçbir şey olmadı” dedirtir birçok insana.

Şunları söylüyor Ross: “Mayıs’ta ‘hiçbir şey olmadığı’ hissiyatı bugün kuşkusuz Fransa’da –farklı siyasi/duygusal tonlarla ve sıklıkla ifade ediliyor. ‘Hiçbir şey olmadı, kadın hareketi dışında –ve onun da aileyi içine soktuğu duruma bak.’ Yani hiçbir şey olmamıştı, ama olan her şeydense pişman olmak gerekiyordu. Bu yalnızca bir örnek. Başka bir tanesiyse şöyle: ‘Hiçbir şey olmadı, Fransız Devleti bütün o siyasal kargaşayı düzenleyip kendisine kattı ve şimdi bütün o eylemcilerin süper kariyerleri var ve hepsi BMW kullanıyorlar’ –sanki bugün BMW kullanan Fransızlar o zamanki hareketin tek katılımcılarıymış gibi.”[21]

Güncel toplumsal hareketlerin marksizmsizliğini, sınıfsızlığını, örgütsüzlüğünü, programsızlığını vurgulayıp duran marksist analizlere kıyasla, marksizmin kavramlarını ve araçlarını işler hale getirip olaya içkin diyalektiği görünür kılmayı dert edinen çalışmalar neden bu kadar az?

Bevins’in kitabında da bu tarz aktarımların örneklerine bolca rastlamak mümkün. Genellersek eğer, iki tutumun, “biz bir tohum attık, bu ileride mutlaka yeşerecek” ile “direndik de ne oldu sanki, her şey daha kötüye gitti” arasında gide gele, muhtelif geçmişi hatırlama ve şimdiyi anlamlandırma biçimleriyle karşılaşıyoruz.

Ben de Gezi’nin üzerinden zaman geçtikçe ve konusu açıldıkça birçok insandan “direndik de ne oldu!” tutumunu daha sık duymaya başladığımı söyleyebilirim (“bana hiç Gezi deme!” diyen, o günleri hatırlamaya dahi tahammül edemeyen tutumu saymıyorum bile). Sohbet ilerledikçe de, kendi deneyiminin olayla hemzemin bakış açısını temel alan bir hatırlamayı kenara bırakan ve onun yerine olayı kuşbakışı gören, basmakalıp medya tabirlerini kullanan formel, şematik bir dil içinden ifade edilen anlatıların kendine daha geniş yer bulduğunu gözlemlemek zor olmuyor çoğu zaman. Kimilerinin aklına ise Gezi, güncel politik sorunlar esprili bir dille anlatıldığı zaman geliyor. Bir tarafında mizah, yaratıcılık, zekâ üzerinden inşa edilen anlatılar (Gezi’de kollarına kan gruplarını yazıp sokağa çıkan insanların tek derdi sanki ne kadar zeki olduklarını ispatlamakmış gibi), diğer tarafında da bu anlatılarla Gezi’yi özdeşleştiren, en ufak bir politik “komiklik” gördüklerinde Gezi’yi aklına getirip politikanın ciddi bir iş olduğunu hatırlatan çatık kaşlı uyarılar arasında sıkışan bir Gezi… Ve genişleyen bir boşluk… 

“Dil engeli”

1989-90 döneminde Doğu Almanya’daki devrimci hareketin içinde yer alan Elske Rosenfeld de ayaklanmalar sırasında yaşanan deneyimle, onun hatırlanışı arasındaki boşluktan, kopukluktan bahsediyordu:

“[N]e zaman diğer katılımcılarla olaylar hakkında konuşmaya çalışsam, buna karşılık gelen bir dil bulma konusundaki ortak yetersizliğimiz hep o eksikliği veya boşluğu gösteriyordu. Aynı zamanda bunun bedensel bir karşılığı olduğu gerçeği de ortaya çıkıyordu. Konuştuğum kişiler ‘naif’, ‘ütopik’, yenilmeye mahkûm gibi egemen tarihyazımının kendi sözlüğünden dilimize soktuğu kelimeleri kullanarak kendi öz-güçlenmemizi ve vizyonlarımızı yadsıyorlardı. Halbuki o anda bedenleri bu kelimelerin içeremeyeceği şeylerle doluydu: umut, neşe, hayal kırıklığı ve acı –hepsi sanki 1990’dan bu yana hiç zaman geçmemiş gibi hızla yüzeye çıkıyordu.”

5 Harfliler’deki söyleşimiz sırasında, Elske’nin anlattıkları bana şunu düşündürmüştü:

Kendi deneyimimize dair belleğimizi diri tutacak aktif bir çabanın içinde olmadığımız sürece, (…) egemenlerin dili, senin de az önce dediğin gibi, kendimizi naif ütopyacılar olarak görmemizi sağlayacak hikâyeler, bizim dilimize de yerleşebiliyor. Gezi’de ya da farklı bir coğrafyada, başka bir dünyanın kapısını kendi elleriyle aralayıp toplumsal özgürlüğü kendi bedenlerinde tecrübe edenler, egemen söylemi yeniden üretir hale gelebiliyor. Düşünce izleğimiz örgütsüzlük, lider ya da politik programın olmayışı, iktidarı devirememek gibi kriterlere göre başarı-yenilgi spektrumuna indirgendiğinde ise, mücadelelerimizin o an farkına varamadığımız katmanlarını keşfedemiyoruz. Akabinde gelen karamsarlık ve teslimiyet duygusunun, kendi gücünü önemsizleştirmenin bununla da bir ilgisi olmalı.”

Rasmussen de, yukarıda sözünü ettiğim yazısında, toplumsal hareketlerin kapitalizmin yarattığı küresel tahribatın ve çöküşün bir eleştirisini ortaya koyduğunu, ama bu eleştirinin şifrelerini çözecek, onu okunaklı kılacak bir dile henüz sahip olmadığımızı ve bu nedenle bir “dil engeliyle” karşı karşıya kaldığımızı iddia ediyor. Başka bir deyişle, birkaç on yıldır, mevcut tüm politik programların ve ajandaların reddedildiği küresel ayaklanmaların kendine özgü niteliklerini analiz edecek dilsel araçlardan yoksun olmamıza dair bir krizden bahsediyor.

Rasmussen’in dil engeli olarak kastettiği şey ise, küresel ekonomik yapının ve üretim ilişkilerinin geçirdiği dönüşümle birlikte, geçmişin “muzaffer işçi hareketlerini” var eden bağlamlara ait dilin, “işçi” kategorisinin, hasılı alternatif bir toplumsal tasavvurun ifade bulduğu dilin devrim vokabülerinde silikleşerek görünmezleştiği saptamasına dayalı.

Rasmussen, kurucu bir yerden bu reddi anlamamız gerektiğini söyleyerek, “reddin estetiği” başlığı altında, bu ret mantığının çağdaş kökenlerini aramak üzere Maurice Blanchot ve Dionys Mascolo’nun 1950’lerde yazdığı metinlere dönüyor. Onların çalışmalarında günümüz isyanlarıyla örtüşen taraflar buluyor.

Ignacio Iturria, Ağustos

Etrafında dolaşıp durduğumuz soru

Gelgelelim, Rasmussen’in “köken” arayışı ve “ret stratejileri” odaklı analiz çerçevesi de, Rancière’in “kriz dramaturjileri”[22] olarak adlandırdığı mantığı tekrar ederek, kaybolanı, eksikliği temel alan negatif epistemolojileri pekiştirmekten öteye gidemiyor. Rasmussen’in “dil engeli” teşhisi, neyi “geride bıraktığımız”a –ki “bittiği”, “sonlandığı”, “geride kaldığı” söylenen unsurların ne ölçüde geri kaldığı da daha geniş bir tartışma konusu– o kadar odaklı ki, hep şu sorunun etrafında dolaşıp duruyoruz gibi geliyor: Nasıl kavrayacağız peki bu güncel bağlamların dilini? Doğrudan sahaya bakıp, oradaki pratikleri nasıl okunaklı kılıp kendimize kullanışlı araçlar bulacağız?

Gezi’nin hemen ertesinde, apar topar girişilen tüm o analiz telaşı içinde buna benzer bir soruyu Şükrü Argın sormuştu: “‘Olay’ın ne olduğunu değil, Olay’da ne olduğunu anlamaya” çalışmaktan, Olay’ın “saklı ihtimallerine dikkat kesilmekten” bahsediyordu Argın.[23]

Argın’ın çağrısı, Benjamin’in Tek Yön’deki şu cümlelerini getiriyor akla:

Üzerinde yürünen patikanın gücü, uçaktan seyredileninkinden farklıdır. (…) Uçak yolcusu yalnızca patikanın manzara içerisinde kendisine nasıl bir yol açtığını, nasıl onu çevreleyen kırla aynı yasalara uyarak ilerlediğini görebilir. Ama ancak patikayı yürüyerek kat eden kişi onun buyurabileceği güç hakkında fikir sahibi olabilir ve uçaktan yalnızca yayılmış bir ova gibi görünen arazinin, tıpkı komutanın emriyle cephedeki askerleri komuta etmesi gibi, nasıl her kıvrımında yeni mesafeleri, yamaçları, menzil ve istikametleri komuta ettiğini öğrenebilir.”[24]

Mücadeleyi okunabilir kılmak

Solun kültüründe muhakkak özeleştirinin, olayın muhasebesinin, ondan ders çıkarmanın önemli bir yeri vardır, lakin bu motivasyonlarla çıktığımız yol bizi mücadelelerin yargılanıp mahkûm edildiği bir yere vardırıyor ve sonunda bir strateji olmadan harekete geçmenin anlamsızlığını salık veren bir noktaya ulaştırıyorsa, belki de kavram setlerimizi, sorduğumuz soruları yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor da olabilir.

İsyanları mevcut sistemi yeniden üretmekle suçlarken, protestocuları kendi eylemlerini kınayacak, direndikleri için pişman edecek noktaya getiren anlatılarla benzer bir yaklaşımla “açıklayıcı” ve yol gösterici analizler yapılırken, “karşı-hegemonyanın” olanaklarını düşünmek için çıkılan yolda acaba tam tersine, istemeden, egemen sınıfın hegemonyası –hadi hegemonik söylemi diyelim– yeniden üretiliyor olmasın?

Araştırmacılar, sonuçlarına nazaran, isyanların nedenleri konusunda daha ihtiyatlıdır. Cihan Tuğal sosyolojinin analitik araçlarıyla, insanların neden ayaklandığına yönelik soruları ancak geriye dönük olarak yorumlayarak (açıklayarak değil) anlamlandırabildiğimizi ileri süren araştırmalara da referans veriyor.[25]

“Neden isyan ettiniz” sorusu, örneğin alkol yasağı, kürtaj yasağı, otoriter eğilim, işsizlik, güvencesizlik, kent ve çevre sorunları, nefes alacak alan kalmaması gibi birtakım yanıtlar bulabilirken, neden bu koşullarda isyan edenlerin, benzer ya da daha kötü koşullarda isyan etmediği zor bir sorudur. “Koşullar olgunlaştığında”, “başka seçenek kalmadığında”, “meşruiyet yitirildiğinde” gibi çerçeveler kimi zaman ya çok soyut kalıyor ya da farklı coğrafyalardan örnekler devreye girdiğinde açıklayıcılıklarını yitirebiliyor.

Politik hayal gücü “kolektif icat gücü” demektir. Sahada devrimcilerin icat ettiği kolektif biçimlerdir; “isimlerin icadıdır, eylemlerin icadıdır, mekânların dönüşümüdür, özerk ve hızlandırılmış bir zamanın ortaya çıkmasıdır. Deneyleri yapılan somut hayaller budur. Hayal gücü eylemdedir.

Bir protesto ya da isyan “hangi anda” kitlesel bir ayaklanmaya döner sorusuna yanıt verecek kapsayıcı, rasyonel bir teori bildiğim kadarıyla elimizde yok, ama toplumsal hareketler çalışmaları alanında artan sayıda araştırma yeni perspektifler açmayı sürdürüyor.

Belki bu noktada bir kez daha akademik araştırma yöntemlerinin, örneğin profilleri, kompozisyonları, eğilimleri görmemizi sağlayan analitik araçlarının işlevsiz olduğu gibi bir fikir ileri sürmediğimi eklemek gerekebilir, yanlış anlaşılmamak için. Araştırmaları koşullandıran kavrayış tarzlarından ve konumlanışlardan söz ediyorum daha çok.

Muradım, olaya dair saptanan nicel ve nitel veriler üzerinden üretilen rasyonelleştirme çabalarının yorumlama aşamasına geçildiğinde ne tür bir tarihyazımını ortaya çıkarabildiğine, açıklayıcı kapasitelerinin sınırlarına ve geçmişi anlamlandırma biçimlerimiz üzerinde ne tür belirleyici etkilerinin olabildiğine dikkat çekmek.

Sırf olayların önüne ve ardına bakarak, nedenlerine ve sonuçlarına odaklanarak, neyi geride bırakıp yerine neyi koymak istediği sorularına harcanan mesainin altında yatan ilerlemeci mantığın gözden kaçırdıklarını kendine dert edinen bir mesaiye ise daha çok ihtiyacımız var.

Sahiden, güncel toplumsal hareketlerin marksizmsizliğini, sınıfsızlığını, örgütsüzlüğünü, programsızlığını vurgulayıp duran marksist analizlere kıyasla, marksizmin kavramlarını ve araçlarını işler hale getirip olaya içkin diyalektiği görünür kılmayı dert edinen çalışmalar neden bu kadar az? Diyalektiğin önemi ve vazgeçilemezliği, neden-sonuç ilişkileriyle kurulabilecek basitleştirici indirgemelere karşı, olayın/durumun karmaşıklığını, onun içinde eş zamanlı hareket eden dinamikleri ve tarihselliğini açığa çıkaran bir farkındalık oluşturma vaadinde yatmıyor mu? Neden söz konusu toplumsal hareketler olunca daha iyi çalıştıramıyoruz o zaman onu?

Hareketlerin dili

Küresel hareketler eylemleri sırasında yalnızca birbirilerinin taktiklerini, stratejilerini, sloganlarını almıyor, kendi direniş geleneklerinden ve farklı coğrafyalarda gerçekleşen tarihsel devrimlerden devraldıkları sembolleri, figürleri, ruhu yeniden diriltiyorlar.

O halde bu hareketler, mimetik kapasitelerini devreye sokarak, birbirleriyle diyalog kurmayı “başarabiliyorken”, yani hem kapitalizmin hem de verili politik kurumların, yapıların, çözümlerin ve keza farklı toplumsal-ekonomik bağlamlarda geliştirilen 20. yüzyılın devrimci yöntemlerinin aşılabileceğine ve güncel ihtiyaçlara yanıt verebilecek modeller bulmaya dönük ihtiyacı vurgularken, onları nostaljik bir şekilde özlemini duyduğumuz tarihteki modellere sağından solundan çekiştirerek oturtmaya çalışıp, uymadığını görünce de mahkûm etmemeli belki de.

Gözden geçirilerek, güncel bağlamlara uygun hale getirilebilecek eleştirel kavram ve modelleri geliştirmekten, tam da praksis fikrinin ima ettiği gibi, pratiğin içinden sinyal veren tahayyülün/düşüncenin/eleştirinin kendine özgü dil dünyasını anlamaktan, onun şifrelerini çözmeye çalışmaktan bahsediyorum. Zira tarihsel materyalist bir ilgi, çıkışsızlık hissinin panzehirini ve ihtiyaç duyduğu gücü, içinde bulunduğu koşullara dair tarihsel farkındalıktan ve güncel mücadelelerden olduğu kadar, kendi tamamlanmamış devrimlerinden, yani geçmişten bugüne deneyleri yapılan gelecek hayallerinden (“ezilenlerin geleneği” der buna Benjamin) almayacaksa, nereden alacak ki?

Toplumsal hareketleri sanık sandalyesine oturtup duracaksak, şimdi verilen mücadelelerin içinde geçmişin nabız atışını nasıl duyacağız? Veya başka türlü soralım: Geçmiş mücadelelerin, bedel ödeyenlerin, ödemeye devam edenlerin ve nihayet geleceğin (“yeni”nin) kurtarılmasının şimdinin mücadelelerine bağlı olduğunu nasıl düşüneceğiz?

Eğer tarihsel(–materyalist) görevden bahsedeceksek, bunun, geçmişin o tüm yenilmiş, tamamlanamamış, ya da muvaffak olsa da canlılığını “süreğen” kılamamış devrimlerinin var etmeye çalıştığı o “yeni” tahayyülünün, şimdide “mücadele eden, ezilen sınıfların” devrimci eyleminin açtığı aralıklarda nasıl yeniden can bulduğunun peşine düşmekle bir ilgisi olmalı.

Benjamin, “her şeyin ‘olduğu gibi sürüp gitmesi’”[26] olarak yaptığı felâket tanımına Pasajlar’da bir ek yapar: geçmişten bugüne felâket, “fırsatların kaçırılmasıdır”.[27] Devrimci geçmişimizden bize seslenmeye devam eden bu fırsatları kaçırmamak için belki de önce yürünememiş patikalarda filizlenen somut gelecek hayallerinin günümüz mücadelelerindeki izlerini “okuyabilmemiz” gerekiyordur. 

Somut hayaller… Kuşkusuz salt rüyaları, fantezileri, metafizik kategorileri akla getirmemeli bu tabir. Hayalin, hayal gücünün, tahayyül, tasvir, tasavvur ile birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan görsellikle ilişkisi de dahil edilmeli onun anlam katmanlarını açığa çıkarmak için. Bir imge, bir resim veya bir durum olarak canlandırılan, tasvir edilen, göz önüne getirilen, somutlaşan şeydir burada hayal.

68 Mayısı’nın ünlü “hayal gücü iktidara” (“L’imagination au pouvoir”) sloganını böyle anlar Rancière. Politik hayal gücü “kolektif icat gücü” demektir. Sahada devrimcilerin icat ettiği kolektif biçimlerdir; “verili toplumsal kimlikleri kıran isimlerin icadıdır; rızaya dayalı düzeni tanımlayan, dolayımları parçalayan eylemlerin icadıdır; mekânların –maddi ve sembolik kullanımlarının– dönüşümüdür; özerk ve hızlandırılmış bir zamanın ortaya çıkmasıdır.”[28] Devrimin sahnesinde deneyleri yapılan somut hayaller budur. Hayal gücü eylemdedir.

Hafıza geçmişin tiyatrosudur” der Benjamin, “Berliner Chronik” metninde. Şili’deki ayaklanmaların dinamizmini Benim Hayali Ülkem (Mi País Imaginario, 2022) filmine taşıyan Patricio Guzmán için de ayaklanmalar geleceğin tiyatrosudur. Her iki durumda da, tiyatro şimdinin sahnesinde kurulan ve şimdide oynanan canlı bir olaydır. Sanatın ve devrimin sahnesinde, o içine okunabilmek üzere imgelerin yığıldığı sembolik dünyada, direnişçileri “ezilenlerin geleneğine” bağlayan, kapitalizmin “kuru, homojen zamanında” unutuluşa terk edilen o “tarihsel” hat, işte o dünyada yeniden harekete geçer. Ondaki uçucu tarih imgesini tanıyacak, kaybolup gitmeden onu yakalayacak ve okunabilir kılacak dili ve öznesini arar.

O halde, ayaklanma, devrim gibi kırılma, kopuş ya da kesinti ânı olarak nitelediğimiz durumları neyi dışarıda ya da geride bıraktığı üzerinden değil, bu kesintileri aynı zamanda pozitif, kurucu bir faaliyet olarak, biçim verici, yapılandırıcı bir kuvvet olarak düşünebilmek mümkün mü? Bir sonraki yazıda, toplumsal mücadeleler perspektifinden devrimci yöntemler geliştirmek üzere deneyler yapan iki arkadaşın, Benjamin ve Brecht’in çabalarını burada ortaya sermeye çalıştığım sorular çerçevesinde yeniden okumaya çalışacağım.  

[1] Türkçeye de çevrilen bazı metinler: Mohammed A. Bamyeh, Devrimler Üzerine On Tez, çev. Konzept & Antarktika; Ugo Palheta, Fransa’daki Eylemler Üzerine On Bir Politik Tez, çev. Halil Can İnce ve Büşra Özcan; Dylan Riley & Robert Brenner, Amerikan Siyaseti Üzerine Yedi Tez, çev. Emre Yeksan.

[2] John Van Houdt ve Alain Badiou, “The Crisis of Negation: An Interview with Alain Badiou”, içinde Continent. Year 1, ed. Jamie Allen vd., A Selection of Issues 1.1–1.4 (Punctum Books, 2012), 59.

[3] Alain Badiou, Tarihin Uyanışı, çev. Murat Erşen (İstanbul: Monokl, 2011), 130-31.

[4] A.g.e., 96.

[5] A.g.e., 114.

[6] A.g.e., 64

[7] A.g.e., 81.

[8] A.g.e., 111 ve 146.

[9] Vincent Bevins, If We Burn: The Mass Protest Decade and The Missing Revolution (New York: PublicAffairs, 2023).

[10] Cihan Tuğal, Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, çev. Ferit Burak Aydar (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2011), 16.

[11] Cihan Tuğal, Türk Modelinin Çöküşü: Arap Ayaklanmaları İslami Liberalizmi Nasıl Yıktı?, çev. Osman Akınhay (İstanbul: Agora, 2016), 26; ve ayrıca bkz. Tuğal, Pasif Devrim, 47.

[12] Cihan Tuğal, Gezi’nin Yükselişi, Liberalizmin Düşüşü: Ortak Alanlar, Katılımcı Demokrasi ve Haziran Günleri (İstanbul: Agora, 2013), 47.

[13] Tuğal, Türk Modelinin Çöküşü, 218.

[14] A.g.e., 260-90.

[15] Tuğal, Gezi’nin Yükselişi, 36.

[16] https://x.com/CihanTugal/status/1645848356500168704?s=20

[17] Enzo Traverso, New History of Revolution Offers Hope for “Our Troubled Present”, röportaj yapan Kate Blackwood, 03 Mart 2022, https://as.cornell.edu/news/new-history-revolution-offers-hope-our-troubled-present.

[18] Massimiliano Tomba, Insurgent Universality: An Alternative Legacy of Modernity (New York: Oxford University Press, 2019).

[19] Kristin Ross, Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, çev. Yağız Ay ve Fahrettin Ege (Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları), 16.

[20] Burada akademik bir disiplin olarak sosyolojiden değil, Jacques Rancière’in de işaret ettiği gibi, “olayların inşa biçimlerini, yorumlama biçimlerini ve bir şeyin olduğu ya da olmuş gibi göründüğü gerçeğine ilişkin öznel konumların” vurgulandığını akılda tutmalı. Bkz. Jacques Rancière, “68 Mayısı’nı Yeniden Siyasallaştırmak”, çev. Emre Yeksan, Textum Dergi, 21 Mayıs 2023, https://textumdergi.net/68-mayisini-yeniden-siyasallastirmak/.

[21] Ross, Mayıs 68, 39.

[22] Rancière, “68 Mayısı’nı Yeniden Siyasallaştırmak”.

[23] Şükrü Argın, Gezi’nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol (İstanbul: Agora, 2014), xviii.

[24] Walter Benjamin, “Tek Yönlü Yol”, içinde Son Bakışta Aşk, ed. Nurdan Gürbilek, Çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, 2001,  ss.51-76, burada 54. (Çeviriyi biraz değiştirdim)

[25] Tuğal, Türk Modelinin Çöküşü, 254-56.

[26] Walter Benjamin, “Central Park”, içinde Selected Writings: 1938-1940, ed. Howard Eiland ve Michael W. Jennings, c. 4 (Harvard University Press, 1996), 184.

[27] Walter Benjamin, The Arcades Project, ed. Rolf Tiedemann, çev. Howard Eiland ve Kevin McLaughlin (Cambridge, Mass: Belknap Press, 2002), 474 [N10,2].

[28] Rancière, “68 Mayısı’nı Yeniden Siyasallaştırmak”.