ŞEHİR HATLARI
MOSTAR-SARAYBOSNA

Duvarlar, delikler, yüzeyler

İç savaştan 28 yıl sonra, festivallerin, sergilerin, turistlerin yanıbaşında mermi izleriyle dolu duvarlar, “Tito” ve “1946” diye isimlendirilmiş wifi ağları, hâlâ başka bir dünya ihtimalini fısıldayan Partizan Akronekropolü, hassas, gergin dengeler ve savaşı çocuk gözleriyle izlemiş, anlatamayanlara anlatıcı olmuş bugünün yetişkinleri arasında Mostar ve Saraybosna sokakları, insanları…

Şeyda Ayan

5 Nisan 1992’de, Saraybosna’da yapılan “Savaşa Hayır” mitingi. Miting Sırp keskin nişancılar tarafından kana bulanacak ve iç savaşın başlangıcı olarak tarihe geçecek

Mostar Adriyatik kıyılarına kuş uçuşu 40 kilometre uzaklıkta. Etrafındaki dağlar deniz kokusunun şehre ulaşmasına engel olamamış, ama arkasından beklenen serinlikten de eser bırakmamış. Taştan şehir güveç gibi yanıyor. Göze çarpan her görüntü yerden yükselen sıcak havayla bulanıklaşıyor, buharlaşıyor. Scooter’ının üstünde beyaz entarisi, sarığı, naylon terlikleriyle iri yarı bir Arap genci uzun saçlarını ve selefi sakalını savurarak yanımızda yol alıyor. Hızı bile dimdik bedenini buharlaşmaktan kurtaramadı.

Cehennem sıcağından ve görüntüleri bir türlü netleyememekten İstanbul-Sarajevo uçağından beri bakakaldığımız sarıklı, burkalı, Hermesli, Chanelli Körfez turistleri imgesi boyut değiştirdi. Yanımızda beliren, arkamızda süzülen, saçı sakalı entarisi rüzgârla uçuşan bu genç adam, Frank Herbert’in efsanevi bilimkurgu romanı Dune’un kahramanlarından birine dönüşüverdi sanki. Taksi şoförümüz kıkır kıkır gülerken camdan sesleniyor, “Omlete dönecek beynin dostum, omlete!Dune’a Balkan mizahı.

Yeşili seviyorlar. Şelalelere geliyorlar, bayılıyorlar bakıp durmaya.” Sadece Bosna kırsalının çarpıcı yeşiline gelmedikleri belli, o da biliyor. Durup dururken “Turistlerle derdimiz yok” demesi boşuna değil. Bosna’da, Boşnaklar arasında oldukça yaygın Körfez hâkimiyetinden duyulan endişe. Bu meseleyle ilgili konuşurken neden çekingen davrandıkları ise zaman geçtikçe anlaşılacak. Yollar, hukuksuzluk ve çevre katliamlarıyla anılan kasaba büyüklüğünde lüks site inşaatlarının Arapça reklamlarıyla dolu. İnşaat firmaları Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden. Bu iki ülkenin vatandaşları dışında Katarlılar ve Suudiler de müşteriler arasındaymış.

Selefi scooter’lıyla yol ağzında ayrıldık. Bir sonraki karşılaşmamızda Dune aklımızın ucundan geçmeyecek. Araplardan ekonomiye gelen muhabbet savaşa değinmeden akmıyor. “On yaşındaydım savaş patladığında” diyor taksici, “sonra Almanya’ya kaçtık, on yıl önce döndüm”. Şanslı olanlardanmış, Mostar yakınlarındaki kasabalarını terk etmeleri için iki gün mühlet vermişler onlara.

Şehrin Hırvat tarafında büyük bir binayı gösteriyor, “lisemiz” diye. Biraz gururla, “Hırvat ve Boşnak çocuklar birlikte okuyor burada” diyor. Ayrı sınıflarda, ayrı öğretmenlerle, ayrı koridorlarda, apayrı bir müfredatla. O kadar apayrı ki, yaşadıkları ülkenin tarihi Boşnak çocuk için başka, Hırvat, Sırp çocuk için bambaşka.

Araya girip “Kim verdi bu mühleti?” diye sorsam kimlerden olduğunu da sormuş sayılır mıyım? “Biz Boşnaklar inanamadık başlarda olan bitene.” Sormadım, o söyledi. Önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılacağı üzere, sormaya pek de gerek yok ve böylesi çok daha iyi. Duymaktan hoşlanmıyorlar “Siz nesiniz?” sorusunu.

Bir tür gladyatörler seyrine gelmiş gibi ziyaretçiler ya da büyük dövüş bitmiş de kalanlarla fotoğraf çektirmek ister gibi. Bu sorunun hissettirdiği buna benzer bir şey galiba. Türkiye’den geleni ayrı, Arabı ayrı, Batılısı ayrı yerden soruyor, sakınmadan, dan diye ve aynı rahatsızlığı verebiliyorlar yıkıcı beceriklilikleriyle.

Başka bir sorudan daha hoşlanmıyorlar, biliyorum, bile bile ben de soruyorum dan diye. “Tekrar savaş çıkar mı sizce, korkuyor musunuz bundan?” Sorduğum, soracağım herkesten duyduğum, duyacağım cevap ondan da geliyor, “Hayır, asla.” Neden bu emin tonlamaya rağmen kendilerini de, bizi de rahatlatamıyor cevapları?

Bağımsızlık arzusunu sıklıkla yineleyen özerk Sırp yönetimi, acı dolu Srebrenitsa anmalarına son yıllarda denk getirilen yeni uydurulmuş Ortodoks Kilisesi bayramları ve Sırplar kadar konuşulmayan, ama burada, Hersek’te verdikleri rahatsızlıkla kendilerini mütemadiyen hatırlatan Hırvat milliyetçileri ya da hepsinin dillerine doladığı Dayton Barış Antlaşması’nın ülkeyi yönetilemez kıldığı hakikatiyle ilgili çok şey dinlediğimizi söylediğimde, “Abartmayı seviyorlar” diyor hızlıca. Arkasından, “Herkes göç ediyor, adam bulabilirlerse savaşsınlar bakalım” derken gülüyor gülmesine, ama artık tat kalmıyor takside.

Şehrin Hırvat tarafının kıyısından sıyrılırken yenice onarıldığı belli büyük bir binayı gösteriyor, “lisemiz” diye. Biraz gururla, “Hırvat ve Boşnak çocuklar birlikte okuyor burada” diyor. Ayrı sınıflarda, ayrı öğretmenlerle, ayrı koridorlarda, bahçelerde, apayrı bir müfredatla. O kadar apayrı ki, yaşadıkları ülkenin tarihi Boşnak çocuk için başka, Hırvat, Sırp çocuk için bambaşka. Böyle bir birliktelik bu, biliyoruz, fakat bunlarla ilgili konuşmuyoruz. “Partizan Mezarlığı da bu tarafta, değil mi?” dememe fırsat bile vermiyor, “Oraya yalnız gitmeyin, kalabalık değilseniz güvenli değil” deyip kestirip atıyor.

Tito ve “bilge ruh”

Mostar’da savaş hasarlı binaların birindeki yazılama: Je li vas sramota? (Utandın mı?)

Sarajevo’da olduğu gibi, Mostar’da da ana caddelerden birinin adı Maršala Tita. “Evet, Tito sevilir Bosna’da. Hâlâ dostum, hâlâ!” Kahkahalar. “O varken, kadın-erkek herkese iş vardı, sağlık, okul, tatil, deniz, güvenlik, herkes eşit…” Eski komünist ülke nostaljilerine dair bir karikatüre konsa cuk oturacak bu laf birebir dökülüyor ağzından işte, azıcık bile mübalağa yapmıyoruz aktarırken. “Ha, ama ne yoktu? Tito’ya laf yok! O varsa, fuck off to jail, hayde!” Kahkahalar… Çok güzel gülüyor, hemen buradan ağlamaya bağlayabilirmiş gibi de bir yandan… Soykırım Müzesi’nin önünde durdu. “Fena sıcak hâlâ, müze serindir, orada takılırsınız biraz da.

Sarajevolu arkadaşımız İlma’nın Mostar sıcağına karşı uyarısını tebessümle karşılayıp “Biz Türkiye’den geldik, unuttun mu?” dememizin üstünden saatler geçti. O kadar sıcak ki, binaların savaştan kalma delik deşik yüzeyleri bile dans ediyor karşımda. Sardunyalı güzel bir Mostar evinin duvarına sabitledim bakışlarımı. Delikler yavaş yavaş yer değiştiriyor, açılıyor kapanıyor, büyüyor küçülüyor. Çarşının gölgelerine sığına sığına yürümek de kurtarmıyor insanları. Hediyelik eşyaların arasında, onlar kadar süslenmiş taşların üstünde “Don’t Forget ‘93” yazıyor Mostar Köprüsü’ne çıkana kadar.

Mimar Hayreddin’in Neretva nehri üzerine 1566’da yaptığı, halkın “iki tarafı birbirine bağlayan bilge ruh” diye selamladığı, Yugoslav mimar Bogdanović’in Partizan Mezarlığı’nı inşa ederken taşlarına dokunarak selefi Hayreddin’den yardım istediğini söylediği, Hırvat milis gücü HVO tarafından iki gün ağır top ateşine tutulduktan sonra, Kasım 1993’te yıkılan, 2004’te tekrar yapılan, bugün bu korkunç sıcakta üzerinde yüzlerce turistin sıkış tepiş fotoğraf çektirdiği ve 20 avroya nehre atlayacağını söyleyen gençlerle pazarlığa durduğu Mostar Köprüsü. Hangi taraftan vurup yıktılar seni? Şu bin metrelik haçın dikildiği Hum Dağı’ndan mı?

Savaştan önce iç içe, birlikte yaşayan Mostarlılar savaştan sonra ayrılmış, birbirlerinden yalıtılmış. Hırvatlar şehrin batısında, Boşnaklar doğusunda yaşıyor. Sırplar ise Mostar’ı terk etmiş. O “bin metrelik” tehditkâr haç da şehre en hâkim tepeye, savaştan sonra Katolik nüfuslu Avrupa ülkelerinin maddi desteğiyle yerleştirilmiş. Rivayet o ki, köprüyü yıkan top atışları şimdi o haçın dikili olduğu noktadan yapılmış. Boşnaklar için ayrılışın bu en büyük simgesi aslında 33 metre yüksekliğinde, fakat şehirde ilk önce ona bakmaya zorunlu olmanızın verdiği duyguyla binlerce metre…

Mostar’ın Soykırım Müzesi Maršala Tita (Mareşal Tito) caddesi üzerinde
Mostar’ın Soykırım Müzesi’ndeki ziyaretçi yorumları
Saraybosna’daki İnsanlığa Karşı Suçlar ve Soykırım Müzesi’nin giriş basamakları. “Hafıza kalır”
Soykırım müzelerindeki katliam tanıklarının anlattıklarını dinleyebildiğiniz telefon kulübeleri

Tanıklığın imkânsızlığına tanık olmak

Felsefeci Marc Nichanian edebiyat ve felâket arasındaki ilişkiyi elle tutulur hale getirmek için kılı kırk yardığı metni Edebiyat ve Felâket’in[1] henüz başında bir yerde sorar: “Tanıklık etmenin imkânsızlığına nasıl tanıklık edilir?” Müzenin başlama noktası diye yönlendirildiğimiz ekranda durmadan dönen videoyu izlerken buna tanıklık ediyor olabileceğimi düşünüyorum, seyirci olabilmenin bile imkânsızlığına.

İtalyan genç grup bazen görüntülerden irkilip gözlerini kaçırsa da ilgiyle izlemiyor videoyu. Arada yanında duran epey özensiz bir toplama kampı maketini kurcalıyor içlerinden biri. Genç kadın güzel lülelerini parmağına dolaya dolaya bir arkadaşının gösterdiği –ve biraz da dalga geçtiği– makete, bir videoya bakıyor. Oğlanlardan birinin yüreğini hoplatan mesaj geldi, yüzünde güller açarak telefonuna dönüyor. Ve dikkat uçtu gitti, sonunu getirmeden vazgeçtiler videodan.

Belki de son çok tahmin edilebilir olduğu içindir. Sırp milisler tarafından çekilmiş bu videoda, çayırlık bir alanda iki adam, onları izleyen silahlı milislerin kontrolünde gidip geliyor ve belli ki oraya birlikte getirildikleri ve yine belli ki çok az bir süre önce öldürülmüş otuzdan fazla sivil erkeği kollarından, bacaklarından tutarak metruk bir binaya taşıyor. Girdikleri mısır tarlasından her seferinde yeni bir ölüyle çıkıyor, ilerliyor ve geri dönüyorlar. Suratlarındaki sakinlik dehşet verici. Ya köylülerini, arkadaşlarını, ya da aile fertlerinden birini taşıyorlar. Ne ağırdan alıyorlar işlerini ne aceleye getiriyorlar ve korkuya dair iz yok bedenlerinde… Sonuncu ölüyü de taşıdıktan sonra, milisler iki adamın arkasından binaya giriyor.

John Berger aralarında dolaştığı insanlarla ve duvarlara resmedilmiş ölülerle aktardığı Ramallah-Filistin izlenimleri yazısı “Taşlar”da, “Burada ölüler yaşayanların direnmesine yardım ediyor” diyordu. Mostar’da ise hatırlanmasına. Unutulabilecek olan, unutulmaması gereken bir şeyin hatırlanmasına.

Müzede birkaç kısa video daha var buna benzer. Milislerin zevkle kayıt altına aldığı, failliklerini saklamadığı, “Bekle, ışık kötüydü” deyip işkencenin tekrarlanmasını istediği videolar. Bizim videonun sonunda ise kayda alan, biraz sonra ölü arkadaşlarının arasına katılacak iki adamın arkasından içeri giren milisleri çektikten sonra, ısrarla çağrılmasına rağmen binaya girmiyor ve kamerayı eğip kapatmak için uğraşıyor. Video burada kesiliyor. Auschwitz-Birkenau toplama kampında, gaz odası kurbanlarını fotoğraflayan ve tarihe gazla imha operasyonlarının tek görsel delilini bırakan Sonderkommando üyesi Yunan fotoğrafçı geliyor aklıma. Onun gösterdiği direnişe yaklaşan bir an mı kameraman milisin bu reddedişi? Sonu kayda almayarak? Belki onun farkında olmadığı… Belki benim zorlayarak aradığım…

Gözünü çevirdiğin yerde “Don’t forget –Remember” yazıları. Biraz dikkat gerekiyor okumak için. Pembe, sarı, yeşil küçücük not kâğıtlarıyla tutuşturulmuşlar duvarlara. Bu sakil iliştirmelere aldırmamaya çalışırken tamamen renkli notlarla kaplanmış bir odaya düşüyorum. Binlercesinin üzerinde onlarca dilde dilekler, küfürler, beddualar, akıl verenler, kahrolanlar, hiç unutmayacak olanlar, hep Bosna’nın yanında olacak Allah savaşçıları, rahmet rahmet rahmet, “Fuck Putin! No Wars!”, “Barış neden bu kadar zor?”, “Atamızın söylediği gibi, ‘yurtta barış, dünyada barış’ sevgili Bosnalı kardeşlerimiz.

Gerçekten bu odaya gerek var mıydı sevgili Bosnalı kardeşlerimiz, sevgili küratörler? Müze görevlisi genç kadın uzaktan gülümseyerek beni izliyor ve yanlış yere girdiğimi anlatmaya çalışıyor. Okları takip etseymişim bu acı şoku yaşamazmışım. Okları takip etmek istemiyorum görevli güzel kadın. Fosforlu pembe sarı yeşil kâğıtlarla gelen baş dönmesiyle de olsa, dikkatle bakıyorum müzeye hâlâ, endişelenme…

Jean Baudrillard’ın eşliğinde

Ölülerin hikâyelerinden, arkalarından söylenmiş sözlerin önünden geçiyorum. Mostar’ı savunmak için gönüllüce orduya yazılan, Katolik olmadığı için aynı ordu tarafından tutuklanıp toplama kampına gönderilen Sırp genci… En büyük hayali bir gün Rolling Stones konserine gitmek olan Boşnak kocanın ardından yakılan ağıt… Evinden almaya gelen milislerin ellerindeki listeye bakıp adının yanına “Müslüman değil, Yugoslav” yazdıran yaşlı baba… Şehri savunmak için orduya katılan komşusu bekâr Sırp babanın emanet ettiği çocuklarına sahip çıkan Boşnak anne… O da ekmek kuyruğunda öldürülünce öksüz kalan çocuklara köydeki ailesi sahip çıkmış…

Kanlı kıyafet parçalarının önünden geçiyorum, neden burada olduğu anlaşılmayan Yugoslavya’ya dair mutlu hatıraların önünden, kardeşlik ve birlik zamanlarından kalma şarkıların, şiirlerin önünden, toplama kamplarından, göç yollarından kahreden fotoğrafların önünden, gördüklerine, okuduklarına çok şaşırmış Fransız bir ailenin önünden, ağlayan yaşlı bir İngiliz kadının önünden, “I can’t believe that, I can’t…” Yaralı milislerine yer açmak için hastanedeki yaralı sivilleri öldüren Sırp komutan yüzünden aklını kaçırmış Sırp doktorun hikâyesini okumuş belli ki…

Ayşa, kızının savaşa dair anlattığı şeyleri şaşkınlık içinde dinliyor. Kafası iyice karışmış gibi, anlamadığı bir dilde yaşadıklarını anlatan öz kızını bile yabancılar gibi bakışları. O dilini kaybetmiş de, kızı nereden bulmuş onun kaybettiğini?

Jean Baudrillard “Uydurma Avrupa, eşi bulunmaz Avrupa, iki yüzlü çırpınmalarda çürüyen Avrupa Bosna’da cisimleşiyor” diye yazmıştı Susan Sontag’ın savaş sırasında Sarajevo’da Godot’yu sahnelemesi üzerine. Büyük öfkeyle, hayal kırıklığıyla, daha da büyük umutsuzlukla.

Gerçek Avrupa oluş halinde. Beyaz Avrupa, ahlâken, iktisaden ve etnik bakımdan beyazlatılmış, arındırılmış Avrupa, Saraybosna’da büyük bir zaferle kendini yeniden oluşturuyor. Hiçbir dayanışma sonuç vermeyecektir. Günün birinde beyaz Avrupa’yı ayıran sınır net olarak çizildiğinde, mucizevi bir şekilde, birdenbire her şey sona erecektir. Bosnalılar bunu çok iyi biliyor. Faşizm adı verilen ucube canavar tarafından değil, uluslararası demokratik düzen tarafından mahkûm edildiklerini biliyorlar. Bütün çok renkli, karışık topluluklar gibi, köklerinin kazınmasına, sürgüne ya da yalıtılmaya mahkûm edildiklerini biliyorlar.[2]

Yaşlı İngiliz kadın hâlâ ağlıyor. Muhtemelen oğlu olan orta yaşlı bir adam ona şefkatle sarılmış. Kadının eline sarı bir not kâğıdıyla kalem tutuşturdu ve fosforlu odaya doğru yürüyorlar şimdi… Baudrillard’ın çokça bahsettiği gibi, röntgenci ya da seyirci olmak bile yetmiyor artık, üstüne “Biz de buradaydık” demek zorundayız. İzimizi bırakmadan geçmeyeceğiz buradan da…

Bir katliam, acı, felâket müzesinden beklenen yoğun duygulanım böyle de tecelli edebiliyormuş demek. Nereye yöneleceğini şaşırmış kara öfkeyle. Bosna’da aklınıza Sontag değil de Baudrillard geliyorsa, müzede yanınızda o yürüyorsa, kaçacak yer yok ne yazık ki bu öfkeden…

Sarajevo’daki müzede gördüğüm telefon kabini burada da çıkıyor karşıma. Hızlıca girip kara perdeyi çekiyorum, ki hemen Predrag’ı arayabileyim. Predrag, küçük bir kızı vurduktan sonra intihar eden Sırp keskin nişancı. Veda mektubunda neden artık savaşmayacağını, neden ölümü seçtiğini anlatıyor. Telefonun yanındaki rehberde ona atanmış numarayı çevirince mektubu İngilizce dinleyebiliyorsunuz.

Müzenin çıkışında görevli kadın ölü çocuklara ait oyuncakları düzenliyor. Bilyeler Fatima’nın önüne gelmiş, peluş bebek Elmir’in önünde, küçük bir Kara Şimşek yere düşmüş… Çocuklar da müzeyi ziyaret edebiliyor, haliyle onların ilgisini eski de olsa bu oyuncaklar çekiyor, karışıklık bu yüzden. Genç kadın gülümseyerek teker teker oyuncakları sahiplerinin fotoğraflarının önüne yerleştiriyor. Anlatıyı absürtleştiren, anlatmaya çalışan kanıtları postitlerle susturan, interaktif bir seyir alanına dönüşmüş olanında bile, her ziyaretçinin burnunu sızlatan bir an oluyor demek bir soykırım müzesinde…

II. Dünya Savaşı zaferi sonrasında Bosnalı Partizanlar

“Arkadaşlarımızın şehri”

Mostar sokakları deniz kokuyor. Her an maviliği de bir aradan belirecekmiş gibi. Bosnalılar, tüm Yugoslavya halkları gibi, deniz tatiline çok düşkün ve çoğu için bu, yıllardır hayal olmuş. Dağılmadan sonra ülkeye kalan küçücük deniz kıyısı, bütün Adriyatik’in onların da olduğu zamanları hatırlatıyormuş en çok. Pansiyon sahibemiz Ayşa böyle söyledi. Bu yüzden de denize açılan tek şehir Neum’a hiç gitmemiş.

Sabah kahvesinde terasından Neretva’ya bakarken “Yugoslavya özlenmez mi, ama artık geri dönülemez o zamanlara” diyor. Savaşı anlatamıyor. Sohbet oraya ne zaman gelse, sorular sorulsa bile, savaşı anlatamıyor. Garip mimiklerle, sessizlikle geçiştiriyor. Savaştan hemen sonra doğan, aramızda çeviri yapan kızı çok daha hevesli dinlediklerini anlatmaya.

Marc Nichanian’ın “Tanığın kesinlikle tanıklık etmek zorunda olduğu şey, bir tanık olarak kendi ölümüdür. Hiç kuşkusuz bu, çılgınlıktan başka bir şey değil” dediği yerdeyiz şimdi. Ayşa, kızının savaşa dair anlattığı şeyleri şaşkınlık içinde dinliyor. Kafası iyice karışmış gibi, anlamadığı bir dilde yaşadıklarını anlatan öz kızını bile yabancılar gibi bakışları. O dilini kaybetmiş de, kızı nereden bulmuş onun kaybettiğini?

Konuyu kapatmak için Partizan Mezarlığı’nı sorduğumda ayılıyor. “Arkadaşlarımızın Şehri!” diyor. Mimarı Bogdan Bogdanović gibi, onlar da böyle diyormuş mezarlığa. Ayşa ve kocası hevesle anlatmaya koyuluyor. Kızları Lejla artık sadece çevirmen.

İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist Ustaşa ve Nazilere karşı savaşmış Hırvat, Boşnak, Sırp, Yahudi ve Roman yüzlerce Mostarlı partizanın ayrı yerlerde yatmalarına ailelerinin ve arkadaşlarının gönülleri razı gelmediği için, 1960’ta başlanmış mezarlığın inşasına. Kendisi de eski bir partizan olan ünlü Yugoslav mimar Bogdan Bogdanović projenin başındaymış. 1965’te açıldığında, Tito dahil kimse hayranlığını gizleyememiş. Ölülerin ve yaşayanların şehirleri birbirine bakmaya, birbirine karışmaya böylece başlamış. Mezarlık aşıkların, çocukların, ihtiyarların, hayvanların başta olmak üzere, bütün Mostar’ın sığındığı, nefes aldığı bir öbür dünya haline gelmiş.

Mart 1992’de, iç savaşın başlamasından hemen önce, Partizan Mezarlığı’nda “Savaşa Hayır” mitingi

Lejla daha sağlıklı bilgiler alabileceğimizi söylediği bazı linkler paylaşıyor. Oysa Yugoslavya ve Tito bahsinde yüzünü ekşiten, Bosnalı olmaktan gurur duyduğunu üstüne basa basa söyleyen, “Çok şükür kendi ülkemiz var artık” diye her sözü kesen babasının bile şevkle, gururla mezarlığı anlatmasından daha çok ilgimizi çeken bir şey yok şu anda. Karısı gülerek açıklıyor bu halini. Yugoslavya bayrağını kuşanıp gidermiş mezarlık ziyaretlerine, her saldırıdan sonra ya da anma törenlerinde. “Sadece onlar için” diye şerh koyuyor baba, “Mostarlı savaşçılar için.

1960’ların sonunda Partizan Mezarlığı’ndan bir görüntü ve 2000’lerdeki saldırılar sonrasındaki hali
Partizan Akronekropolü'nün girişi. Son yıllardaki yazılamalar gönüllüler tarafından silinse de hızlıca tekrar beliriyor

“Kozmo-şiirsel bir ara dünya”

Şehir beş yıl boyunca taş, keski ve çekiç seslerinden oluşan sözsüz bir türkü dinlemiş. Hırvatistan’ın Korčula adasından gelen ustalar çoğu zaman gönüllü çalışmış. Taşlar bazen Mostarlıların evlerinden, bahçelerinden sökülmüş. Herkes bir şeyler vermek istemiş, herkes elini taşın altına koymuş. Hiçbir dini sembol girmemiş mezarlığa, çünkü herkes böyle istemiş. Güneş saati, takımyıldızları, gezegenler, çiçekler, ay… Zamanın dışında bir zamansallıkmış arzulanan.

Mimar Bogdanović, “kozmo-şiirsel imgelerle süslenmiş bir ara dünya” diye tarif etmiş arkadaşlarının yattığı şehri. “Ve ben, düşen Mostarlı anti-faşist savaşçıların, deyim yerindeyse, hâlâ delikanlı ve genç kız olanların, en azından sembolik olarak rüyaların güzelliğine sahip olmaya hakları var diye düşündüm.

Bazılarının kalıntıları bulunamamış 810 partizanın yattığı mezarlık iç savaştan sonra aralıklarla saldırılara uğramış. En büyüğü ise 2022 yazında gelmiş ve 700’ün üzerinde mezar tahrip edilmiş. Onarma çalışmaları başlamış, ama insanlar umutlu değil. “Başka bir saldırıya kadar” diyorlar, “hızlıca gel ve ziyaret et.

Onları şaşırtan son saldırı değil, 2017’de uluslararası bir öğrenci grubunu maskeli ve sopalı faşistlerin epey hırpalaması olmuş. Buna benzer irili ufaklı saldırıdan sonra da mezarlık rahatça gezilecek yerler arasından çıkarılmış. Yine de, gitmemizi istememelerinin nedeni arada boy gösteren faşistler değil. Kırık dökük parçalanmış taşları, ot bürümüş, çalıdan çırpıdan kaybolmuş mezarları öyle görmemizi istemiyorlar. Çok üzgünler ve her hallerinden asıl üzüldüklerinin, dert ettiklerinin bu olduğu belli.

Küfürler, hakaretler yazıyorlar mezarlığın duvarlarına” diyor Lejla. “Siliyorlar, boyuyorlar üstünü, ama yine çıkıyor ortaya bir tanesi.” “Neler mesela?” diyorum, “Mesela, ‘Ben Ustaşayım, babam komünist. İsa Mesih adına babamı öldüreceğim!’ ya da ‘Komünist babalar komünist analar, biz geldik, üzerinize işemeye!’ gibi şeyler” diyor. “Çok gençler” diyor babası, “kandırılıyorlar, yanlış şeyler öğreniyorlar.” Fırsat gelince soruyorum, Yugoslavya’ya değil belki ama, partizanlara, mezarlığa olan sevgisinin nedenini. Tekrar bir konuşamama, anlatamama ânı. “Savaşta Mostar’da ilk vurulan yer orasıydı, biliyor muydunuz?” diyor sadece.

John Berger günleri saat saat değişen ışığın renkleriyle, toprağın sesiyle, rüzgârın nasıl estiğini tenimizde hissettirerek, baş köşelere asılmış fotoğraflardaki insanlarla, aralarında dolaştığı insanlarla ve duvarlara resmedilmiş ölülerle aktardığı Ramallah-Filistin izlenimleri yazısı “Taşlar”da, “Burada ölüler yaşayanların direnmesine yardım ediyor” diyordu.[3] Burada, Mostar’da ise sanırım hatırlanmasına. Kolaylıkla unutulabilecek olan, unutulmaması gereken bir şeyin hatırlanmasına.

“Mostarlı Che”

Mezarlığa gitmiyoruz. Lejla ile sıcağın alnına çıktık. Bizi girmediğimiz sokaklara soktu, duvarlar delik deşik. Sanki onlar artık görmüyor gibi ağır silahlardan kalma bu izleri. Duvarlar futbol kulübü Velez Mostar’ın yazılamalarıyla dolu. “Red Army 1981!” Armalarında koca bir kızıl yıldız. Bölünmeden sonra, “Bu yıldızı çıkaracaksınız formanızdan” emrini veren yeni yönetime isyan bayrağını açan ve yıldızlarına sahip çıkan taraftarı sayesinde hâlâ armalarında. O taraftarlar, Boşnak ve Hırvatlar hâlâ yan yana Velez Mostar’da. 

Neden Che’yi böyle çizmişler?” diyorum bir grafitinin önünde, “Nasıl çizmişler” diyor Lejla ve der demez kahkahalarla gülmeye başlıyor. “Çünkü öyle çizebilmişler!” İki mermi deliğinden gözlerini yaparak. “Mostarlı Che! Tanımadınız mı?

“İhtiyarlar kahvesi”ne oturduk, buz gibi kırmızı, koca bir şişe ev şarabı içtik. İstasyonu Lejla olmasa zamanında bulamazdık. Mezarlık onarılınca haber verecekmiş, öyle uğurluyor bizi. Kalabalığın içinde “bizim scooter’lı” olduğunu hemen anladığımız selefi genç peronun ortasında namaz kılıyor. İnsanlar trene geçerken hayretler içinde ona bakıyor. Yetişebilecek mi acaba? Yetişiyor. Elinde Kur’an, olduğumuz vagonda kendine yer bakıyor. Kondüktör biletlerimizi kontrol ederken gülerek “Kadınsız yer arıyor” diyor. Bulamadı, döndü ve okumaya verdi kendini, tamamen kapanarak. Avrupa’nın muhtemelen en güzel tren rotalarından birinde, göllerin, derelerin üstünden, ormanların, delik deşik köylerin ve bitmeyen mezarlıkların içinden geçiyoruz. O ise Sarajevo’ya gelmeden küçük bir istasyonda inene kadar kafasını kaldırmıyor Kur’an’dan.

Selefi İslâmcıların köylerde evler aldıklarını, kapalı hayatlar yaşadıklarını, Kur’an kurslarıyla yerel halka ulaşmaya çalıştıklarını, pek kabul görmediklerini dinledik birçok Bosnalıdan. Son zamanlardaki Selefi radikalleşmeden hoşlanmasalar da, ses çıkarmamalarının nedeninin yeniden başlayabilecek bir savaş ihtimali yüzünden olduğunu da öğrendik. Bayramlarını basan, adetlerini paganlıkla, Hıristiyanlıkla suçlayan, olmadık yerlerde belirip tebliğler yapan bu militan İslâmcılara –bunu hiçbir zaman bu açıklıkta söylemeseler de– günün birinde ihtiyaç duyabileceklerini düşünmektenmiş bu sessiz endişeleri.

Mostar bölgesi gözden kayboluyor… Faşist Ustaşaların hep güçlü olduğu Hersek’te, partizanların Yugoslavya’sından önce de hep kızıl bir adacık olarak kalmış, komünist Yugoslavya’nın kuruluş kongrelerinin çoğuna ev sahipliği yapmış güzel Mostar, Partizan Nekropolü’nün tepelerine saplanmış devasa haçıyla göründü en son, sonra gözden kayboldu gitti.

Saraybosna’daki Tito Cafe meşhur Partizan sloganı “Smrt Fasizmu, Sloboda Naradu”yla (Faşizme Ölüm, Halka Özgürlük) karşılıyor gelenleri
İç savaş boyunca birçok konser ve film gösterimiyle seyircilere sığınak olan kültür merkezi artık film festivalinin ana binası ve ofisi

Sarajevo Mon Amour

.

Sarajevo ile ayrılığımız iki gün bile sürmedi. Şehre girerken eve dönüş hissine yakın bir şey kıpırdadı içimizde. İçinde olduğumuz film festivali günleri sayesinde her yerde hepsi birbirinden güzel “Sarajevo Mon Amour” afişleri[4]. Bosnalılar tarafından çok önemsenen festivalin her anlamda ulaşılabilir hale geldiği, şehre, hatta ülkeye yayılmış olduğu, sadece film izlemek için başkente gelen trendeki insanların varlığından da anlaşılıyordu. İstanbul’da görmediğimiz, alışık olmadığımız bir hal var Bosna’da sinemaya dair.

Sarajevo Film Festivali modern tarihin en uzun kuşatması olduğu söylenen Sarajevo kuşatmasının son aylarında, 1995’te başlamış. Gelen filmler havaalanından şehre savaş boyunca sniper’lardan, top atışlarından korunmak için açılan tüneller vasıtasıyla taşınmış. Elektrik olmadığı için perdeler jeneratörlerle açılmış. Para olmadığı için filmler bir sigara, az şeker, biraz çay karşılığında izlenmiş. İnatla başlamış festival, böyle söylemişti ev sahibemiz İlma. Savaşa rağmen öyle büyük ilgiyle karşılanmış ki, devam etmemesi söz konusu olamazmış. “Festivale bağlandık, bir bağ oldu bize, gelecek günlerle yaşadığımız günler arasında.

İlma’nın yedi kuşak Sarajevolu annesi de –sıcakkanlı ve muhabbet sever bir ev sahibi olmasına rağmen– savaşla ilgili konuşulduğunda çoğunlukla susuyor. Onun yerine savaşta küçük bir çocuk olan kızı anlatıyor. 1992’de, yaşadığı ev vurulan ilk binalardanmış ve çok sevdiği onlarca insanı savaşın daha ilk günlerinde, neyin içine düştüklerini anlayamadan kaybetmiş. Ona döndüğümüzde kısacık cümleler duyuyoruz ya da yine Mostar’daki Ayşa’nınkine benzer bir sessizlik.

Maruz kaldıkları korkunç şeyler, Nichanian’ın söyleyişiyle, “dili onulmaz biçimde bozduğu” ve bu insanları dilin dışına attığı için, biz bunları daha çok, o zamanları ve hemen sonrasını çocuk gözleriyle izleyenlerden dinliyoruz. Kolayca yeni bir dil icat etmeyi bilen çocukluğun koruduğu bir şeyler var. Felaketi Bosna edebiyatının genç yazarlarından gelen harika metinlerle takip edebilmiş bizlerin akıllarına sık sık Edebiyat ve Felaket’ten parçalar gelmesi boşuna değil belki de, konuşanların kim olduğuna dikkat kesilince.

Bosnalıların Türkçe bilmemesi

İstasyondan çıkar çıkmaz şehir merkezinin biraz dışında kalmış Tarih Müzesi’yle karşı karşıya kalıyoruz. Merdivenleri kırık dökük. Çıkanları taşıyabilir mi acaba diye tereddüde düşürecek kadar kırık dökük. Kapıdan girer girmez meşhur Partizan sloganı “Smrt Fasizmu Sloboda Narodu”nun (Faşizme Ölüm, Halka Özgürlük) bilerek dökülmüş, silinmiş eksik harfleriyle selamlanıyoruz. Her giren yine de eksiksiz söylüyor sloganı. Bir tarih müzesi ne kadar iyi karşılayabilirse o kadar iyi karşıladı ziyaretçilerini.

Üst kat partizanların direniş günlerinden gururlu fotoğraflarıyla, deniz tatilinin ne denli önemli, yaz mevsiminin Yugoslavya’da ne güzel bir şey olduğunu anlatan resimlerle dolu. Orta yaşlı bir kadın, “Her şeyimiz vardı, her şeyimiz” diye sayıklıyor videoların birinde. Alt kat Yugoslavya’da yaşanan ‘68 hareketinden kareler, rock konseri afişleri ve karma evliliğin en çok görüldüğü Bosna’dan yumuşacık aşk hikâyeleriyle çabucak biten küçücük bir oda.

En alt kat, ki yanlışlıkla girmişiz, mermer bloklara yontulmuş sloganlar, heybetli büstler, heykellerle dolu. Komünist partili kadınlar, köylü kadınlar, partizan kadınlar koskoca salonlarda yüzlerce kişiye konuşuyor fotoğraflarda. Külü neredeyse düşecek sigarası dudaklarında bir adam, burun buruna geldiğimizde gülümseyerek depoda olduğumuzu söylüyor. “Rahat olun, takılabilirsiniz.

Saraybosna Film Festivali’nde gösterilen filmlerden fotoğraflar ağustos ayı boyunca şehrin duvarlarını süslüyor ve festival programını müjdeliyor. Mutlaka her duvarda olan FK Sarajevo taraftarı Vedran Puljic’le birlikte

Müzenin arkasında kalan yemyeşil bir bahçe içine saklanmış Tito Cafe’de soluklanıyoruz. Biralarımızı aldığımız barın arkasındaki kızıl afişe bu defa eksiksiz yazılmış meşhur slogan. Bahçede partizanlardan kalma birkaç tank çocuklara oyun alanı olmuş. Kafe sakin bir kalabalıkla dolu. Yan masada Türkiyeli turistler Bosnalıların Türkçe bilmemesine şaşıyor. Buna şaşıranları daha önce Başçarşı’da da görmüştük. Onlar bir de üstüne camide namaz kılan kocasını bira içerek bekleyen kadına şaşırıyordu bütün imanlarıyla. Türkçe şaşırıyor, üzülüyor, ayıplıyor Bosna’da da, ama biz şaşırmıyor, üzülmüyor, ayıplamıyoruz artık. Zira yenice okumuştuk, barış görüşmeleri için TBMM tarafından gönderilen heyete Boşnakça bilen bir tercümanın eklenmediğini ve Bosna’ya varan heyetin Türkçe konuşmayan Bosnalılarla karşılaştıklarında yaşadıkları şaşkınlığı.

Duvarlardaki suret: Vedran Puljic

Saraybosna (böyle dememizden hoşlanmadıklarını söyleyen İlma’dan ötürü hep Sarajevo dedik şimdiye kadar) öyle güzel ki… Başçarşı’nın sıkışıklığından kaçıp tüm şehri, üşenmeden tüm yokuşları arşınladıkça hep çok şaşırdık güzelliğine. Hâlâ delik deşik, hâlâ –sakinleri böyle anılmasını istemese de– hüzünlü ve çok, çok güzel.

Şaşırdığımız diğer şey, nasıl olur da her sokak, şehirdeki her köşe delik deşik, nasıl olabilmiş bu kâbus… Ara sokaklardan birinde, epey zor ulaşılan harika bir Bosna restoranının sahibi, kurşun deliklerine baktığımızda gördüğümüz ilk şeye inanmamamızı söylemişti. “Bu nedenle lütfen biraz daha dikkatli bakın ya da boşverin, hiç bakmayın.

Bakanların gördüğü ilk şey, başarısız bir barış içinde, bir arada yaşama deneyi. Yugoslavya’nın muradına erememiş Kardeşlik ve Birlik düsturu. Delilik halinde birbirini boğazlamış komşular, hatta akrabalar. Oysa yüzeylerden biraz daha derine inebildiğimizde, ne kadar becerebilirsek tabii, bu kadar basit kalamıyor olan biten. Silahların ateşlendiği güne kadar her gün sokakları, meydanları dolduranların “Savaşa hayır!” çığlıklarını da duyabiliyoruz o kurşun deliklerine biraz daha dikkatle yaklaşınca.

Tanıdığımız ya da ayaküstü sohbet edebildiğimiz diğer Sarajevoluların hep sakince hatırlattığı da duvardaki delikler için aldığımız uyarıyla aynı yerden. Bosna-Hersek’in Sırp Özerk Bölgesi’nin ekonomik olarak zor durumda olduğunu söylerken zerre düşmanlık yok hallerinde. “İnsanlar Sırp Bölgesi’nden göç etmek zorunda kalıyor, şehirler boşalıyor” derken kibrin izi yok üzerlerinde.

Şehrin duvarlarında en çok gördüğümüz suretin sahibini sorunca, çocuklarını, kardeşlerini, arkadaşlarını anar gibi, Vedran Puljic diyorlar. Ekim 2009’da deplasmana gittikleri, Hırvatların çoğunlukta olduğu Siroki Brijeg’de, şehrin takımının Hırvat taraftarlarından biri tarafından vurularak öldürülen “FK Sarajevo’nun genç, tutkulu taraftarı Vedran Puljic.” Hemen arkasından hızlıca ekliyorlar, “O da Hırvattı. Sarajevolu Hırvat.

1992 yılı için son bir umut hazırlanan bu takvim için Yugoslavya’nın en çok izlenen komedi programı olan Sürrealistler Show’un çok sevilen oyuncuları poz vermiş. Programın son bölümleri ve bu takvim “Yugoslavya’nın son çığlığı” olarak anılıyor Bosna’da

Yakın tarihe bakmak

Savaşın nedeni değil de sonucu olarak görüyorlar etnik ayrışmayı konuştuklarımız. Etnik ayrışmaya kafa tutmaya çalışanların sayısı hiç az değil –dikkat kesilmemiz gerekenin yan yana duranlar olduğunu onlardan öğrendik. Müzelerde, duvarlarda, sohbetlerde, yakın tarihe rağmen, hep buna dikkat kesildik bu yüzden. Yakın tarihi didik didik etmek, durup durup bir daha bakmak zorunda eski Yugoslavyalılar –ve onlardan öğrenecek çok şeyi olan bizler–, ancak uzağına da, daha uzağına da, depolara da… Bunun farkında olanlar az değil Bosna’da ve seslerini boğmaya çalışanların arasından uzanıyorlar bize.

Bugün 18 Ağustos, film festivalinin son günü. Ödül töreninden sonra büyük bir konserle veda edecek şehre.[6] Caddeler, sokaklar tıklım tıklım. Kuşatma sırasında en kanlı katliamlardan birinin yaşandığı, onlarca insanın öldüğü Markale pazarına İlma ile buluşmaya giderken, herkesin ne kadar özenle hazırlanmış, ne kadar mutlu olduğunu, heyecanla konseri beklediğini fark ediyoruz.

Kalabalıkları yara yara zorla ulaştığımız pazar kara erik, böğürtlen, yaban mersini dolu. Bereketli Bosna meyvelerinin lezzetiyle dolaşırken fark ediyoruz İlma’yı. Mostar güneşiyle haşlanmış cildimize gülümseyip “Vijećnica’ya, Ulusal Kütüphane’ye gidiyoruz” diyor. “Festival sergisi, kokteyli var.

1995’ten günümüze yüzlerce festival posterinin, Bosnalı sanatçılardan savaşa bakan –mizahın da eksik olmadığı– onlarca eserin birbirine geçtiği Ulusal Kütüphane, Ağustos 1992’de Sırp çetniklerin ağır top ateşi sonrası üç gün boyunca yanmış ve içindeki iki milyon eser yok olmuş. Yok olanlar arasında Sırp, Hırvat, Boşnak ve Yahudilere ait 155 bin el yazması da varmış. Aslına uygun, deyim yerindeyse gıcır gıcır yeniden inşa edilip açılması 2014’ü bulmuş. O kadar gıcır gıcır ki, eski halini duvarlara asılmış tarihçesini okusanız, fotoğraflarına baksanız da gözünüzde canlandıramıyorsunuz.

Yol yorgunluğuyla, dinlenme koltuklarının olduğu tek salonu bulup kuruluyoruz. Karşımızda yine kısa bir video. Toplu mezarlardan çıkarılmış kafatasları sabunlu sularla özenle fırçalanıyor. Toprağın kustuğu kemiklerle dolu çamurlu kazı alanları tertemiz yüksek sanatın içine karışıyor. Gördüğümüzü anlayamaz, inanamazken fark ediyoruz ki, Bosna’da sergilerin ve müzelerin düzenlenme acemiliğinden rüya sahneleri gibi anlar çıkıyor.

Tarihin kabukları

Güzel, delik deşik, geleneksel bir Bosna evinin fotoğrafını çekiyorum. İlma rahatsız, bunların onlar için anlamsız ve önemsiz şeyler olduğunu söylüyor. Bense İstanbul’a döndükten uzunca bir süre sonra bile, hâlâ binaların pürüzsüz yüzeylerinde, bahçe duvarlarında, ağaç gövdelerinde delikler görüyorum birdenbire beliren, kaybolması için gözlerimi açıp kapatıyorum. Bosna’da hafızaya kazınan görüntülerle beynim her zeminde oyun oynuyor benimle.

George Didi-Huberman, Auschwitz-Birkenau toplama kampını/müzesini ziyaretinden sonra yazdığı şiirsel denemesi Kabuklar’da, Walter Benjamin’in “Kazı ve Hafıza” metnini de anarak, arkeolojik bir bakışla, yeni bir görme biçimi yaratmanın peşine düşer. Yüzeylerin, kabukların anlattıklarıyla gördüğü şeyleri bize aktarır ve “Hiçbir şey beton bir zemine başka bir beton zemin kadar benzemez. Zemin, sağ kaldığı sürece bizimle konuşur ve tarafsız, mânâsız, önemsiz görüldüğü sürece sağ kalır. Tam da bu nedenle dikkatimizi hak eder. O tarihin kabuğu gibidir”[7] diye yazar.

Bosnalıların öylece bıraktığı, önemsiz, mânâsız gördüğü yüzeyler onlar sayesinde yaşıyor ve anlatmaya devam ediyor hâlâ. Onca hafıza mekânından, “unutma-hatırla” uyarısından sonra, gözümün önünde, aklımda delik deşik duvarlar, ağaçlar ve zeminler kaldıysa sadece, bundan. Bosna hakkında konuşmaya devam eden delikler, zeminler, yüzeyler…

[1] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felâket, İletişim Yayınları, 2018

[2]Jean Baudrillard, Saraybosna’ya acınmasın!, Express, sayı 8, Mart 1994

[3] Kıymetini Bil Her Şeyin, John Berger, Metis Yayınları, 2009

[4] Kemal Montano’nun Yugoslavya döneminde Saraybosna için yazdığı “Sarajevo ljubavi moja” şarkısının Fransızca adı yıllardır festival afişlerinin sloganı.

[5] Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası –Bosna Hersek, Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2018

[6] Festivalde 2023’te Gürcü yönetmen Elene Naveriani, yaşadığı köyün baskısına ve aşık olduğu adama rağmen yalnızlığını savunan orta yaşlı bir kadını anlattığı filmi Shashvi Shashvi Maq’vali (Blackbird Blackbird Blackberry) ile Saraybosna’nın Kalbi En İyi Film Ödülü’nü kazandı. Jüri Özel Ödülü ise transseksüel bir genç ile evsiz bir adamın baba-kız olarak Budapeşte’nin kıyılarında yeni bir aile-ev kurma çabasını izlediğimiz Fairy Garden adlı belgeselin Macar yönetmeni Gergő Somogyvári’ye verildi.

[7] Kabuklar, Georges Didi-Huberman, Lemis Yayınları, 2018