KIRAAT
KEDİ BEŞİĞİ, ŞAMPİYONLARIN KAHVALTISI, VESAİRE

Kurt Vonnegut bir robottur, senin gibi, benim gibi…

Kedi Beşiği’nin 60., Şampiyonların Kahvaltısı’nın 50. yıldönümü şerefine, Kurt Vonnegut’un hayatı ve eserleri arasında bir gezinti…
Burak Uluer

Baştan söyleyeyim, bu yazı rahatsız edici sözler içerir ve yazım tarzı pek de nazik değil. Onun dilini kullanmadan Kurt Vonnegut Jr.’ı anlatabileceğimi sanmıyorum. Dolayısıyla ben de Vonnegut’un tarzına, sözcüklerine ve can yakan üslûptaki kara mizahına mümkün mertebe sadık bir dil kullanmaya çalıştım. Dediğim gibi, rahatsız edebilir. Bana kızacak olursanız, ben de altına kaçırmış iki yaşındaki bir çocuk gibi “Ben yapmadım, Miki yaptı” derim, diyorum, dedim bile.

Merhaba diğerleri,

Size evrenin göt deliğinden sesleniyorum. Burada ben, Kurt Vonnegut Jr, köpeğim Butter ve sekiz milyar civarında bilumum tipte ve meşrepte insan bir arada yaşıyoruz. Bok içindeyiz ve her şey çok pis kokuyor, ama biz alıştık. Kimse kimseyi anlamıyor çünkü herkes başka bir “dil” kullanıyor. Lirik zırvalara milli marş adı verip uğrunda parmağımızı bile oynatmadığımız zaferlerden gurur devşiriyoruz kendimize. Yeni yeni yerler keşfedip ilk iş oranın yerlilerini öldürüyoruz, olmadı köle yapıp satıyoruz. Kıçımızı yırtarcasına çalışarak veya suç işleyerek veya birbirimizi öldürerek veya bedenlerimizi satarak elde ettiğimiz paranın bize değer kattığını sanıyoruz. Velhasıl, bok içinde badem yaşıyoruz bir şekilde. Vesaire.

Vonnegut’a sorarsanız göt deliği şöyle bir şey:

Vonnegut’un keçe uçlu kalemle çizdiği bu ve bir sürü illüstrasyonundan anlayacağınız gibi, kendisi daha çok yazdıklarıyla tanınıyor. Ona kalsa yazılanların komikliğine kapılmamızı bu çizimlerin acemiliği önlüyor. Bana göre ise bunlar bize, kurduğumuz uygarlığın ne kadar sakil, kaba ve basit olduğunu gösteriyor. Kurt beni dinlemiyor, çünkü öldü o. Öldü, vefat etti, yaşama gözlerini kapadı, geberdi, hayata veda etti, cızlamı çekti, ebedi uykusuna yattı, mortingen oldu, vesaire.

1922’de doğup ilkgençlik yıllarında Nazilikte kariyer yapması, doktor Mengele’nin çırağı olması, bir sürü Yankee öldürmesi veya Hitler’e hızla selam verirken omzunu incitmesi gayet olasıyken, Vonnegut’un büyük büyükbabasının 1800’lerde Amerika’ya göç etmesi buna engel oldu.

Yazım stili, ironik ve satirik kara mizahı, parodilerle eklektik bir bütün çıkarma yeteneği ve karakterlerinin sivriliği Vonnegut’u sembolleştirdi.

Hatta bütün aile şakır şakır Almanca konuşabiliyorken bizimki bu dili hiç öğrenmedi. Daha yedi yaşındayken bulunduğu gezegenin onun yaşadığı bölümünde ekonomik kriz çıktı. Bütün aile o güne kadar sefahat içinde yaşar, ağabeyi ve ablası özel okullara falan giderken, sıra ona geldiğinde geçim zorluğundan devlet okuluna yazdırıldı. Dersler kolaydı, o da klarnet çalmaya başladı. Klarnet ince, uzun, sopa gibi bir borudur. Bir ucundan üfleyince diğer ucundan ses çıkar, İki ucu arasında bir sürü metal düğme vardır. Bu düğmelere basınca da farklı sesler çıkar. Kurt, bu yolla bir sürü ses çıkarmıştır.

Evdekilerin talebiyle biraz da “faydalı bilim” yapmak için Cornell Üniversitesi’nde biyokimya okumaya başladı. Haliyle bu kadar fayda Vonnegut’un üstünde eğreti durdu ve zamanının çoğunu okul gazetesinde yazmakla geçirdi. Arada yedek subay kurslarına yazılmıştı, ama hem fiziksel hem de kafa yapısı açısından dandik bulunduğu için yedeğin de yedeği bir konuma düştü. Bununla ilgili hiçbir şey çizmemiştir.

Kurt Vonnegut’un zenci olmadığını söylemiş miydim? Öyle.

Bunlar olurken Avrupa’da ve Asya’da ve Afrika’da falan millet birbirini öldürüyordu. İsa doğmadan 2200 yıl önce, neolitik dönemden bu yana, gezegenin dört bir yanında hem kutsal bir işaret hem de iyi şans sembolü olarak kullanılan Svastika’yı bayraklarına taşıyan bir grup sağa sola saldırıp onların yaşadığı alanlara çöküyordu. Çünkü “kötü kimyasallarla doluydular”.

Sanırım bayraklarındaki işaret sadece onlara şans getiriyordu ve neşeleri yerindeydi. Diğer herkes ve özellikle Yahudiler, zenciler, eşcinseller, Çingeneler çok mutsuzdu. Başkasının başına gelen kötü bir olaya veya talihsizliğe sevinmek anlamına gelen “Schadenfreude” kelimesi sadece Almancada bulunmaktadır ve durumu çok iyi ifade etmektedir. 

Japonlar da durur mu? Onlar da kıskançlıklarından “Kamikaze” kelimesini bulup cümle içinde kullanmışlardır: Japon Kamikaze pilotları Pearl Harbour’ı bombaladı.

Kurt mizahı bir silah gibi kullanır. Bizi yöneten muktedirlere namlusunu doğrultup “bahşettikleri” ve direttikleri bu yaşamı mizahıyla kurşunlar. Bu tamamen bir nefsi müdafaadır. O nefs insanlığın onurudur.

İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının altındaki gerçek sebebin lengüistik bir çekişme olduğunu ilk defa burada açıklıyorum. Yazıya başlarken ben bile bilmiyordum, gerisini siz düşünün.

Ancak, Japonların unuttukları bir şey vardı. Pearl Harbour Amerika adlı olgunlaşmamış, zorba ve kendininkileri fark etmeyip herkesin sivilcesini sıkmaya uğraşan bir ergenin toprağıydı. Haliyle bu ergen kahveden bulabildiği herkesi toplayıp savaşa girdi. Tesadüf o ki, Vonnegut da o esnada normalde gitmediği bu kahvede üzgün üzgün oturuyordu. Üzgündü, çünkü annesi ölmüştü, hem de Anneler Günü’nde. Annesini öldüren kişi ona bolca uyku hapı ve alkol içirmişti. Aynı kişi 22 yıl önce de Vonnegut’u doğurmuştu. Doğurmuştu, çünkü Evrenin Yaratıcısı tarafından öyle programlanmıştı. Vesaire.

Japonların saldırısı sonucu savaşa giren mahallenin asabi ergeni, Vonnegut’u tam ters yöne, yani Avrupa’ya gönderdi. Terslik sadece bununla da kalmadı ve Kurt, diğer bir sürü askerle birlikte Almanlara esir düştü. Almanlar onlara kötü davrandı. Kötü kimyasallarla dolu oldukları için en başta esir tutuldukları Dresden’deki dünyaca ünlü Frauenkirche’yi göstermemek, az ve pis yemek vermek, soğukta deli gibi çalıştırmak, onlarla sürekli Almanca konuşmak gibi bilumum işkenceye tabi tuttular. Bir zaman sonra Amerikalılar gelip şehri dümdüz etti. Frauenkirche sizlere ömür!

O esnada Kurt, tutuldukları ve çalıştırıldıkları mezbahada (Mezbaha Beş) bulunan soğuk hava deposunda bir sürü hayvan kadavrasıyla birlikte bombardımandan korunuyordu. Ayakları dondu. Sonradan bu ayak donması ona Amerikan ordusunun önem sıralamasında sondan ikinci madalyası olan Mor Kalp madalyası getirmiştir.

.

Kurt nihayetinde hayvan kadavralarının yanından çıktığında Almanlar, esirlere değişiklik olsun diye, bombardımanda ölen 130 bin kişiyi bulup gömme ayrıcalığı verdiler. Kısacası, hayvan kadavrasından insana terfi etmişlerdi. Yıllar sonra Kurt bu faaliyeti “fena halde ayrıntılı Paskalya yumurtası avı” diye nitelendirdi.

En sonunda Sovyet birlikleri gelip onları kurtardı. O zamanlar Rusların kurtarma anlayışı daha farklıydı. Şimdilerde bu sözcüğü yanlış anlıyorlar. Bakın, Ukrayna’yı kötü yöneticilerinden nasıl kurtarıyorlar.

Kurt ülkesine döndü ve tabak gibi açık birçok kunduz bulabilecekken oyun parkında bile birlikte oynadığı çocukluk aşkı, sınıf arkadaşı Jane Marie Cox’la evlendi. Chicago’da antropoloji okudu, baba oldu, tezi reddedilince okuldan ayrıldı, General Electric’te çalışmaya başladı, yine baba oldu, yazılarını yayınlatmaya başladı, havaya girip işinden ayrılarak Cape Cod’a taşındı, vesaire.

İlk romanı 1952’de yayınlandı (Player Piano) (Otomatik Piyano) ve çok olumlu eleştiriler aldı. Distopik mizaha başlamıştı artık, ama tenkitler gecikmedi. Bilimkurguyu ve satirik yazı türünü sevmeyenler Vonnegut’a yüklendi. Kurt “Hiç kimse aynı anda hem saygın bir yazar olup hem de buzdolabının nasıl çalıştığını anlayamaz” diyerek edebiyat eleştirmenlerinin hayatta ilk defa buzdolaplarının kullanım kılavuzlarını okumalarını sağladı. Yine de hâlâ birçoğu bilmez.

.

Aynı esnada, 1949’da reddettikleri sevimsiz tipin bir anda şöhrete kavuştuğunu gören The Atlantic Monthly dergisinin yöneticileri de saçlarını başlarını yoluyordu.

Derken, Kurt yine baba oldu ve sonra da üvey baba, üvey baba ve üvey baba oldu. Ablası, kocasının tren kazasında ölmesinden iki gün sonra kanserden vefat etti. Onların dört çocuğundan üçünü evlat edindi. Dördüncü ve en küçük olanı (iki yaşındaydı) bir gezgin sirke sattı. Şaka şaka, satmadı, kiraya verdi. Tamam tamam, kiraya da vermedi, ama bir akrabalarının yanına gönderdi, onlar sattı. Veya satmadılar, bilmiyorum. Zaten bu bilgiyi ne yapacaksınız ki? Olay 1958’de geçiyor. Artık geçmiş olsun.

Roman dediğin şey zart diye yazılmadığı için Kurt altı çocuklu bir aileyi kısa öyküler yazarak geçindirmeye çalışıyordu. Hatta bir ara (1957) araba satmayı denedi. SAAB marka arabaları satamadığı için de ilk yılında iflas etti. Zaten “Svenska Aeroplan Aktiebolaget” İsveçli bir havacılık ve savunma firmasıydı. Bir hevesle girdikleri araba işi ellerine yapışmıştı, hâlâ da yapışık vaziyette.

1959 ve 1961’de ardı ardına Sirens of Titan (Titan’ın Sirenleri) ve Mother Night (Gece Ana) romanlarını yazdı. Bunlar çok ses getirmese de Kurt aslında tüm eserlerinde yer alacak karakterleri biriktiriyordu. Adeta bir aile kuruyor ve onların kişiliklerini farklı maceralarda test ediyordu. Bazen isimler değişiyor, ama “karakterler” değişmiyordu. Her şey değişirdi, isimler, mekânlar, olaylar, meslekler, ama insanın paslanmaya yüz tutmuş robotluğu değişmezdi. İnsanlar bir karar veriyor, bir laf ediyor, bir davranışta bulunuyor, ama bunları öyle programlandıkları için yapıyorlardı. Her şey sahte, her şey satın alınabilirdi. Programın dışına çıkanlar cızırt oluyordu. Aslında cızırt diye bir kelime yok, ben uydurdum. Anlamını ben de bilmiyorum, kitapları okuyunca bulabilirsiniz.

.

Devam eden üç yılda Cat’s Craddle (Kedi Beşiği) ve God Bless You, Mr Rosewater’ı (Allah Senden Razı Olsun, Bay Rosewater) yazdı. Artık başyapıtlar sürüme giriyordu. Özellikle Eliot Rosewater karakteri ilerdeki romanlarına da konuk olacak ve farklı rollerle karşımıza çıkacaktı.

Kedi Beşiği’nde uydurduğu, inananlarının çıplak ayaklarını birbirine sürterek ruhsal bağlantı kurdukları Bokononizm dinini seçenler oldu. Yine uydurduğu “foma” (zararsız yalan), “stuppa” (kafası sisli çocuk, yani gerizekâlı) gibi sözcükler okuyucuları tarafından gündelik hayata taşınmaya başlamıştı. Ayrıca, Ice-Nine (Buz-9) adını verdiği ve ancak 45.8 derecelik ısıda sıvılaşan ve temas ettiği her şeyi kendine dönüştüren bir madde uydurması da bize yaşadıklarını zihninde nasıl biriktirdiğini gösterir. Bunları yazarken biyokimya eğitiminin üzerinden yirmi yıl, General Electric’te çalıştığı döneminin üzerinden on yıl geçmişti.

Sonra birden yazarlık kariyerini terk etmeye karar verdi. İflas etmişti, kitapları tekrar basılmıyordu ve bir sürü çocuğu vardı. İşte o günlerde bir hayranı Vonnegut’un haberi olmadan imdadına yetişti. Iowa Üniversitesi’ne onu önerdi ve uygun bulunup teklif gönderilmesini sağladı. Kurt maddi ve manevi olarak rahatladı. Yine rahat battı ve savaş karşıtı, aktivist bir iç mihrak olarak neredeyse kahramanlık mertebesine ulaştı.

Bu dönemde yazdığı Slaughterhouse Five (Mezbaha Beş) romanında Dresden’de esir tutulduğu ve ayak parmaklarının bir bölümüne mâlolan soğuk hava deposunda saklandığı mezbahayı “ziyaret ederek” insanlara onu bir kahraman ilan etmelerinin karşılığını verdi. Ortada kusursuz bir şaheser duruyordu ve bu kusursuzluğa yaptığı, yazdığı bir sürü kusurla ulaşmıştı. Yazdığı her kelimenin bedelini ödemiş birinden bahsediyorum. Aloooo! Kime diyorum? Yazım stili, ironik ve satirik kara mizahı, parodilerle eklektik bir bütün çıkarma yeteneği ve karakterlerinin sivriliği Vonnegut’u sembolleştirdi diyorum.

Nerde kalmıştık, orada ağlayalım halimize…

.

Yazar Kurt Vonnegut Jr. (ansızın ortaya çıkan yabancılaşma ve mesafe koyma sendromum var.) bu başarısından sonra Harvard dahil çeşitli üniversitelerde dersler verdi, bir anda Hristiyanlığa kucak açan karısı tarafından terk edildi, yazdığı iki oyun sahnelendi, Mezbaha Beş filme çekildi, karısının geride bıraktığı tek oğlu Mark’a şizofreni tanısı konmasıyla kendisi de depresyona girdi, Breakfast of Champions (Şampiyonların Kahvaltısı) gibi bir şaheser yazdı, eleştirmenlerin lincine uğradı, tekrar evlendi, bir çocuk daha evlat edindi, intihar etti, ölmedi, kendi olarak bir filmde boy gösterdi, bir sürü bir sürü hikâye, roman, falan yazdı. Vesaire.

On üç yaşından beri filtresiz Pall Mall içme marifetiyle kendini öldürmeye çabalamasına rağmen bir türlü başarılı olamadı ve 2007’de evinde düşüp beyin kanaması sonucu öldü.   

Geriye on dört roman, on öykü kitabı, yedi oyun, beş kurgu dışı ve bir çocuk romanı bırakıp attaya gitti. Bir de, bizlere kendi sefaletimize kahkahalar eşliğinde katlanmanın mümkün olduğunu kanıtladı.

.

Buyurduğu “Burada olmamızın bir amacı yok, tabii eğer biz bir tane icat etmezsek” sözüyle bile, hayatına anlamlar uydurmaya hevesli biz fanilerin kendimizi kandırmamızı zorlaştırdığı kesin. Peki, neden biri kendini bu kadar sefil hissettiren bir kitap okumak istesin ki? Neden biri kör olmayı dileyebilecek kadar parlak bir ışığa bakmayı seçsin ki?

Kurt elindeki aynayı bize doğrultuyor. Kitaplarında gerçekleri parçalıyor ve algılarıyla oynanmış bir toplum tarafından ciddiye alınabileceğinin bir mucize olduğunu bilerek mizahı kullanıyor. Ayrıca, insanların programlanmış makineler olduğu fikri konusunda oldukça ciddi ve bu doğrultuda kimyasalların “normallik” ve delilik arasındaki geçişkenliğe katkısını da masaya yatırıyor.

Ona göre, hastayız ve kablolarımız kopuk. Sevmek için doğduk, ama nefret etmeye programlandık. Enfeksiyonlarımız bulaşıcı ve hem hastalığın hem de inkârın geç evrelerindeyiz. Prognozumuz[1] korkunç ve bizi kurtarmak için bir mucize gerekiyor. Kurt bu “ahval ve şerait içinde dahi”, yani toplumların horladığı, salyalarını akıttığı ve ağrı kesicilerle uyuşturulduğu yoğun bakımda otururken, bize insanlığı gösteriyor.

Şampiyonların Kahvaltısı’nda kusurlu ve sakar biri olarak kendini romanın içine atar ve iki ana karakterinden biri olan Kilgore Trout’tan “bütünlük ve iç uyumu daha önce hissetmesine izin vermemiş” olduğu için bir nevi özür diler.

Kurt mizahı bir silah gibi kullanır. Bizi yöneten muktedirlere namlusunu doğrultup “bahşettikleri” ve direttikleri bu yaşamı mizahıyla kurşunlar. Bu tamamen bir nefsi müdafaadır. O nefs insanlığın onurudur.

Kendi laneti olan farkındalığıyla bile, en başta kaybettiğini bildiği halde, bu dünyayı anlama çabası ve iradesini gösterir.

Klasik Vonnegut stilinin yoğunluğunu her kitabında hissedebilirsiniz. İnsanlar, mizah anlayışlarına bağlı olarak, bazen eğlenerek, bazen de iç sızılarıyla, bir şekilde bu yolculuğa eşlik edebilirler. Bana sorarsanız, okurken içimde büyüyen sızının, Vonnegut’un sık sık yaptığı saçmalık ataklarına yüksek sesle gülmekten mi, yoksa gerçeğin üstündeki örtüyü hafif kaldırarak ipuçlarını verdiği içimi burkan bakış açısından mı kaynaklandığını söylemem zor.

Kitaplarını okurken bazen bir his geliyor, Kurt yazarken “Bugün insanları nasıl huzursuz ederim, onları nasıl yaşamlarının rahatsızlığından şikâyet ettirebilirim?” diye düşünüyormuş gibi. Oysa “Sistem ne güzel, ne güzel!” Bu mesut rüya hiç bitmese, hiç uyanmasak, ne güzel. Dedim ya, bok içinde badem yaşıyoruz.

Evet! Kurt Vonnegut bir robottur, senin gibi, benim gibi. Şükürler olsun ki, birçoğumuzdan farklı olarak, Evrenin Yaratıcısı onu yazmaya programlamış. Ancak, sonuçta maalesef benim için değişen pek bir şey yok, hâlâ kıçımdan bir tuvalet kâğıdı parçası sarkıyor.

V-E-S-A-İ-R-E.

[1] Prognoz, bir hastalığın seyri ve hastanın iyileşme olasılığı hakkında yapılan tahmin anlamında kullanılan tıbbi bir terimdir.