EKONOMİ POLİTİK
KAPİTALİZMİN GÜNCEL EVRESİ VE YENİ UFUKLAR

Rota ve kerterizler

Dünya çapında sanayi üretimindeki akut kapasite fazlası ve ekonomik durgunluk “büyük gerileme” dönemini pekiştiriyor, iş güvencesi giderek ortadan kalkıyor, “eksik istihdam” norm haline geliyor. Hal böyleyken, otomasyonun birçok işi ortadan kaldıracağını, “karanlık fabrikalar”ın sonunun geldiğini savunanlar ne ölçüde haklı? Evrensel Temel Gelir güvencesiz yaşamlara mahkûm edilmiş geniş kitlelere deva olabilir mi? Peki, Evrensel Temel Hizmetler neden daha öncelikli olmasın? Ve bütün bunlar kapitalizmin şimdiki evresinde nasıl bir post-kapitalist ufka işaret ediyor? Dahası, kerterizlerimiz neler olmalı? “Otomasyon ve İşin Geleceği” adlı kitabı Türkçede yayınlanan (NotaBene, Kasım 2022) iktisatçı Aaron Benanav’a bağlanıyoruz.
Söyleşi: Ulus Atayurt
Resimler: Enrico Freitag, 2017-18

Dünya çapında sanayi üretimindeki akut kapasite fazlası ekonomik durgunluk –Robert Brenner’ın deyişiyle– “büyük gerileme” dönemini pekiştiriyor, iş güvencesi giderek ortadan kalkıyor, “eksik istihdam” norm haline geliyor. Hal böyleyken, otomasyonun birçok işi ortadan kaldıracağını, “karanlık fabrikalar”ın sonunun geldiğini savunanlar ne ölçüde haklı? Evrensel Temel Gelir güvencesiz yaşamlara mahkûm edilmiş geniş kitlelere deva olabilir mi? Peki, Evrensel Temel Hizmetler neden daha öncelikli olmasın? Ve bütün bunlar kapitalizmin şimdiki evresinde nasıl bir post-kapitalist ufka işaret ediyor? Dahası, kerterizlerimiz neler olmalı? “Otomasyon ve İşin Geleceği” adlı kitabı Türkçede yayınlanan (NotaBene, Kasım 2022) iktisatçı Aaron Benanav’a bağlanıyoruz.

Söyleşi: Ulus Atayurt

Siyasi yelpazede çok farklı konumlardaki birçok kuramcı otomasyonun kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Sadece Alex Williams, Nick Srnicek gibi sol ivmelendirmeciler, Paul Mason ve Aaron Bastani gibi otomasyona dayalı komünizmi savunanlar değil, Türkiye’nin en büyük patron örgütü TUSİAD da “karanlık fabrikalar”dan dem vurup geleceği otomasyona göre planlamak gerektiğini öne sürüyor. Sizce bu fikir neden bu kadar yaygın ve neden, kitabınızda iddia ettiğiniz üzere, gerçeği yansıtmıyor?  

Aaron Benenav: Bu yaygın inanışın arkasında birçok neden yatıyor. Genel anlamda modern çağ boyunca toplumsal sorunların temelinde teknoloji ve teknolojik gelişmelerin yattığına dair yaygın bir kanı hâkim. Bunu ekonomik düşüncede teknolojinin had safhada belirleyici olduğuna dair bir önyargı olarak tanımlayabiliriz. Şu anki otomasyon söylemi de önceden varolan bu ekonomik ve toplumsal kavram dağarcığı zemininde yükseliyor. İşveren örgütlerinin otomasyon fikrini desteklemesinin ardındaysa dikkatimizi işçilerin gündelik deneyimlerinden, işçi haklarından başka yöne çekme arzusu yatıyor. ABD’de Silikon Vadisi patronları da otomasyon fikrinin hararetli savunucuları. Ancak, bunu teknolojinin toplumsal sorunları çözeceğini düşündükleri için değil, bugün istihdam edilen insanların vahim çalışma şartları hakkında konuşmasını frenlemek için kullanıyorlar. Emekçilerin sorunlarının üzerinde fazla durursak, dünyayı çok daha iyi bir yer haline getirecek teknolojik gelişmelerin yavaşlayacağını vazediyorlar. Ne yazık ki, birçok sol analiz de otomasyonun kaçınılmazlığı tespitine pek sorgulamadan katılıyor.

Otomasyon ve İşin Geleceği’nde bu şirketlerin broşürlerinde, basın bültenlerinde yer alan, yaratmaya soyundukları geleceği verili kabul etmek yerine, uzun bir dönemi ele alıp somut ekonomik verilerden yola çıkarak nereye doğru yol aldığımızı anlamaya çalıştım. Kitapta yer alan, şimdilerde Paul Krugman gibi ana akım iktisatçıların dahi kabul ettiği verilere göre, otomasyonun hızla devreye gireceği düşünülen 2010’lar boyunca işgücü verimliliği artmadı. Örneğin, 2000’lerin ilk 17 yılında, ABD’deki verimlilik artışı yıllık yaklaşık yüzde 1,2 idi. Bu oran 1950-1973 arasındaki artışın yarısına tekabül ediyor. 2000-2017 arasında, Almanya ve Japonya’daki verimlilik artışıysa sadece yüzde 0,7.

Aaron Benanav

Aksine, son dönemde teknolojiden, robotların devreye sokulmasından, ileri bilgisayarlardan kaynaklanan radikal verimlilik artışı yerine, derin bir ekonomik durgunluk ve yavaşlama gözlemliyoruz. Teknoloji şirketlerinin abartılı otomasyon ve refah söylemi ile ekonomik veriler arasında derin bir uçurum var.

Kitabınızda sanayisizleşme sürecinin üretim, verimlilik ve istihdam açısından fotoğrafını çekiyorsunuz. Bu fotoğraf bize otomasyon ve istihdam açısından ne söylüyor?

Bugün her cepheden otomasyonu savunanların önemli argümanlarından biri de robotların, özellikle hizmet sektöründe, radikal bir dönüşüm yaratacağı yönünde. Bu, genel çerçevelerinin çok önemli bir parçası, çünkü dünya genelinde hizmet sektörü hızlı yükseldi. 1991-2017 arasında imalat sanayiinde istihdam yılda sadece yüzde 0,4 artarken, aynı dönemde istihdamın dünya çapındaki artışı yüzde 3’tü. Yani otomasyon ve ona bağlı olarak istihdamın azalması gerekiyorsa, bunun hizmet sektöründe de gözlemlenmesi gerekir.

Buradaki iddia şu: Yeni teknolojiler, sanayisizleşmenin gerçek sorumluları olarak, gelişmiş bilgisayarlar ve robotlar vasıtasıyla imalat sanayiini tüm dünyada zaten radikal şekilde dönüştürmüştü. Ve imalat sanayiinde yeni otomasyon teknolojileriyle beraber verimlilik katlanarak arttı.

En çok robotlaşmaya giden ülkeler istihdamda en az kayba uğrayanlar. Diğerlerine nazaran daha yüksek oranda sanayi istihdamına da sahipler. ABD ve İngiltere gibi daha az robotlaşmaya giden ülkelerdeyse sanayideki istihdamın payı hızla düşüyor.

Bu argüman gerçek olsaydı, verimlilik hızla arttığı için imalat sanayiinde eskisi kadar çalışana ihtiyaç duymuyor olurduk. Ancak, veriler ülkelerin büyük çoğunluğunda tam tersinin ortaya çıktığını gösteriyor: İmalat sanayiindeki verimlilik yıllar içinde tedricen azalıyor, üretim artış oranı dünya ölçeğinde giderek yavaşlıyor.

Yaşanan aslında şu: Piyasalar imalat sanayiindeki üretim kapasitesine kıyasla doygunluğa ulaştı, ortaya fazla tedarik sorunu çıktı. Böylece pazarlar aşırı rekabetçi hale geldiği için firmalar ürünlerini satacak coğrafyalar bulmakta zorlanmaya başladı. Tam da bu yüzden üretimlerini eskisi kadar hızla artırmıyorlar. Böylece imalat sanayiindeki üretim artış oranı verimlilik artış oranının altına düşüyor. Yani, artık daha az işçiyle daha çok üretim yapabildiğimiz bir gerçek. Ama bunun nedeni teknolojide aşırı gaza basmamız değil. Asıl neden endüstriyel genişlemede aşırı seviyede frene basmamız.

İstatistiki açıdan, verimlilikteki ve istihdamdaki azalma sanayisizleşmenin nedeni olarak gösterilebilir. Ancak, otomasyon kuramcıları gelişmeleri tersten tasvir ediyor. Tıpkı imalat sanayiindeki gelişmeleri yanlış yorumlamaları gibi, hizmetler sektörü konusunda da yanılıyorlar. Dünya çapındaki istihdamın yüzde 52’sine, gelişmiş ekonomilerde ise yüzde 72’sine tekabül eden üretkenliği düşük hizmetler sektöründeki müstakbel istihdam kaybı da tüketimdeki doygunlukla alâkalı. Dünya ekonomisinin genel sorunu, yeni teknolojiler kaynaklı artan verimlilikten ziyade, ekonomik büyümede devam eden durgunluk ve yavaşlama. İstihdamın azalması da aslen buradan kaynaklanıyor.

Çin imalat kapasitesini sürdürebilmek için belli ölçüde robotlaşmaya gidiyor. Ama bir yandan da, Japonya ve Güney Kore’de olduğu geldiği gibi, sanayisizleşme yaşıyor. 2013-18 arasında sanayinin istihdamdaki payı yüzde 19,3’ten 17,2’ye geriledi.

Otomasyon ve İşin Geleceği’nde kapitalizmin altın çağı sayılan II. Dünya Savaşı sonrasındaki 20-25 yılda, üretim ve hizmetlerde yeni teknoloji kullanımının bugünkünden daha hızla artmasına rağmen istihdamın da sürekli arttığını anlatıyorsunuz. O günle bugün arasındaki fark ne?

Gerçekten de 1970’lerin başına kadar süren kapitalizmin altın çağında verimlilik artış hızı çok yüksekti. O dönemde üretimde bilgisayarların ve robotların devreye girmesiyle, örneğin Fransa’da yıllık verimlilik artışı 1950-73 arasında yüzde 5,2 civarındaydı. İlaveten, üretim artış oranı bundan da fazla, yaklaşık yüzde 5,9 civarındaydı. Dolaysıyla, 1950-73 arasında imalat sanayiinde istihdam da yılda yaklaşık yüzde 0,7 artıyordu. Kısacası, ekonomi çok hızlı büyüdüğü için istihdam da sürekli artıyordu. Giderek çok daha randımanlı üretim yapılsa da bunu sürdürebilmek için daha çok çalışana ihtiyaç duyuluyordu. Yüksek verimlilik ve yüksek üretim artışı Batılı kapitalist ülkelerde neredeyse tam istihdamı, Küresel Güney’de de yüksek istihdamı beraberinde getirdi.

Yakın geleceğe baktığımızda ise, otomasyonu savunanların aksine, şunu görüyoruz: Japonya, Güney Kore ve Almanya gibi en çok robotlaşmaya giden ülkeler aynı zamanda istihdamda da en az kayba uğrayan ülkeler. Diğerlerine nazaran daha yüksek oranda sanayi istihdamına da sahipler. Bunun nedeni, robotlaşmanın bu ülkelere uluslararası pazarlarda rekabet üstünlüğü sağlaması. ABD ve İngiltere gibi daha az robotlaşmaya giden ülkelerdeyse sanayideki istihdamın payı hızla düşüyor.

Beş yıl önce dünya ölçeğinde hizmetler sektörü birinci konuma yükseldi. Artık genel bir sanayisizleşmeden bahsediyoruz. Bu büyük dönüşümle beraber, sanayi devrine özgü ekonomik patlama – sönümlenme döngüleri de sona eriyor.

Bu çerçevede Çin’i nereye koyuyorsunuz? 1990’larda imalat sanayiinde görülen istihdam artışı Çin’de de belli ölçüde otomasyonla azalıyor.

Çin küresel pazarları kökten değiştiren radikal bir genişlemeye sebep oldu. Çin bunu yaparken aslında Güney Kore ve Japonya gibi ülkelerin ayak izlerini takip etti. Önce teknolojik açıdan basit ürünler ve ara mallar üretirken, zamanla değer zincirinde yükselerek sofistike mallar üretmeye başladı. Sonuçta, Çin son otuz yılda çok fakir bir ülkeden orta gelirli bir ülkeye dönüştü. Ülkenin belli coğrafyalarıysa epey yüksek gelir düzeyine sahip. Ancak, Çin bugünlerde Bangladeş ve Hindistan gibi daha düşük üretim maliyetlerine sahip tedarikçilerle rekabet içinde imalat kapasitesini sürdürebilmek için belli ölçüde robotlaşmaya gidiyor ve değer zincirinde daha da yukarı tırmanmaya çalışıyor. Ama bir yandan da, tıpkı daha önce Japonya ve Güney Kore’de olduğu gibi, 2012’den bu yana bir ölçüde sanayisizleşme yaşıyor. 2013-18 arasında sanayinin istihdamdaki payı yüzde 19,3’ten 17,2’ye geriledi.

Bu kadar büyük bir aktörün sanayisizleşmesi dünya çapında sanayisizleşme anlamına da geliyor. Çin, büyüme hızı düştüğü için, büyük miktarda kamu yatırımına, inşaata yöneliyor. Bu birçok açıdan verimsiz ve derin sorunlara gebe bir yönelim. Bu süreç devam ettiği, Çin’deki durgunluk derinleştiği ölçüde, dünya ekonomisinde daha vahim manzaralarla karşılaşmamız kaçınılmaz.

1870’lerde ve 1920’lerde olduğu gibi, günümüzde de sermaye finans sektörüne kayıyor. Kapitalizmin bu evresinin andığımız dönemlerle benzeştiği ve ayrıştığı yerler neler? Ve bunlar çalışmanın geleceği üzerine bize ne söylüyor?  

Kapitalizm tarihi ekonomin hızlanıp yavaşladığı, emekçilerin üretim sürecine yüksek oranda dahil edildiği ya da işsizlik ve güvencesizliğin yayıldığı dönemlerle bezeli. Bu dalgalar daha çok tarımsal ve kırsal ekonomiden endüstriyel ve kentsel ekonomiye geçişin yaşandığı dönemleri izleyen hadiseler.

O yüzden şu anki özel durumu tespit etmekte fayda var: BM’ye göre, yaklaşık beş yıl önce, dünya ölçeğinde hizmetler sektörü birinci konuma yükseldi. Yani artık dünya ölçeğinde bir sanayisizleşmeden bahsediyoruz. Bu da tarımdan tasfiye edilen işçilerin yüksek üretkenliğe sahip sektörlerdeki istihdamının imkânsız hale geldiği, onun yerine düşük ücretli, düşük büyüme hızına sahip hizmetler sektöründe iş bulmaya çalışacağı anlamına geliyor.

Post-kapitalist toplumlarda da piyasalar ortadan kalkmayacak. Onları kullanmaya devam edeceğiz. Eğer başarırsak, ortadan kalkacak olan üretimde özel mülkiyet ve özel yatırım olacaktır.

Dolayısıyla, bu büyük dönüşümle beraber, sanayi devrine özgü patlama – sönümlenme döngüleri de sona eriyor. Halen teknolojik dönüşümler yaşansa da bu genel ekonomiye şamil olmak yerine, uygulandıkları alanlarla sınırlı kalıyor. Bundan sonra daha önceki dalgalara benzer büyüme seviyelerine geri dönüldüğüne tanık olmayacağız.

Marksist iktisatçı Robert Brenner’ın “uzun gerileme dönemi” diye tabir ettiği bu durumu, ana akım iktisatçılar, ilk uzun durgunluğu yaşayan ülke olduğu için, “Japonlaşma” diye adlandırıyor. Bu açıdan kapitalizmin kendini sürdürmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ancak, bu illa ufukta son büyük krizin belirdiği anlamına gelmek zorunda değil. Böyle giderse ekolojik krizin derinleşmesi kuvvetle muhtemel. Emekçi sınıfların çalışma, pazarlık ve hayat süreçlerini iyileştirmede giderek zorlanacağı bir döneme giriyoruz. Ekonomik eşitsizlikler artarken, kapitalizm büyüme evrelerine dönmeden düşe kalka devam edecek.

İktisatçı Paul Mason, kapitalizmin önceki dalgalarının aksine, içinde bulunduğumuz dalgada dijital teknolojilerin istihdamı artırmadığını, aksine otomasyonu tetiklediğini söylüyor. Teknoloji nötr bir etken değil; kimin hangi amaçla kullandığına göre anlam kazanıyor. Otomasyon yüksek ölçekte gerçekleşmiyor olsa da, teknoloji çoğunluğun esenliği için yeniden şekillendirilemez, otomasyona ağırlık verilemez mi?

Otomasyon elbette daha faydalı kullanılabilir, seviyesi artırılabilir. Kapitalist kuralların geçerli olmadığı farklı bir dünyada, kârlılığa ya da şirketlerin yatırım hedeflerine yönelik değil, angarya işlerden kurtulmak için hayata geçirilebilir. Bu yönde henüz keşfedilmemiş, bugünkü ekonomik yapıdan bakınca keşfedilmesi pek muhtemel gözükmeyen birçok imkân mevcut.

Ancak, şunu teslim etmek önemli: Çalışmayı ortadan kaldıracak, neredeyse tüm otomasyon kuramcılarının referansı olan Star Trek: Yeni Nesil dizisindekine benzer bir teknolojik kapasiteden fersah fersah uzaktayız. Geleceğe dair olumlu bir senaryo çizerken daha çok bu senaryoyu hangi faillerin hayata geçireceği üzerine kafa yoruyoruz ve o senaryoyu mümkün kılacak teknolojik kapasiteye sahip olup olmadığımız sorusunu gözardı ediyoruz. Örneğin, ileride çok daha az hemşire ve doktora ihtiyacımız olacağını iddia eden Silikon Vadisi patronlarının aksine, araştırmalar sağlık emekçilerine duyulan ihtiyacın giderek arttığını gösteriyor. Dolayısıyla, kapitalizmin ötesindeki muhtemel gelecekler üzerine kafa yorarken otomasyon söylemi dikkat dağıtan bir işlev de görebiliyor.

.

Günümüz kapitalizminde, istihdam yaratma açısından imalat sanayiine rakip bir sektör olmadığını, ne dijital ekonominin ne de hizmetler sektörünün bu anlamda bir alternatif oluşturduğunu söylüyorsunuz. İmalat sanayiindeki aşırı kapasite sorununun da aşılamadığını ekliyorsunuz. İstihdam sorununun çerçevesini çizer misiniz?

Bunlar aynı problemin iki farklı veçhesi. İlk veçhe küresel ölçekteki aşırı kapasite. Kitapta bunun en önemli nedenlerinden birinin altını çiziyorum: Temel olarak II. Dünya Savaşı sonrası dönemde tüketim patlamasını yaratan önemli sebeplerden biri de yeni teknolojilerin, dönemin teknoloji açısından lideri konumundaki ABD’den önce Batı Avrupa’ya, ardından Doğu Asya ve Latin Amerika’ya ve başka coğrafyalara transfer edilmesiydi.

Bu sayede imalat kapasitesi hızla tırmanırken, dünyada bir ilk yaşandı, Küresel Güney’de bağımlılık ilişkisine dayansa ve düşük seviyelerde seyretse de, sanayideki üretim kapasitesi artışı tüm gezegen sathına yayıldı. Yeni teknolojilere dayalı üretim kapasitesi dünya ekonomisinin kaldırabileceğinden çok daha hızlı şekilde yaygınlaştı.

Bunun sonucunda dünya çapındaki ülkeler sanayileşmeye çalışırken küresel pazarlarda aşırı kapasite sorunuyla yüzleşmek zorunda kalındı. Böylece azılı bir rekabet ortaya çıkarken ülkelerin büyüme imkânları giderek sıfır toplamlı bir hedef haline geldi. Çin’in son dönemdeki başarısı Meksika, Mısır ya da benzeri sanayileşme hamlesi yapan ülkeler pahasına gerçekleşti. 1950 ve 1960’ların aksine bazı bölgeler diğerlerinin gerilemesi sayesinde büyüdü.

Evrensel Temel Gelir sorunun ana kaynağına, yani üretimin sil baştan yeniden örgütlenmesi gerekliliğine odaklanmadığı için yetersiz bir çözüm. Bu şartlarda ihtiyacımız sadece ETG değil, hatta daha ziyade Evrensel Temel Hizmetler. 

İkinci veçhe ise taleple ilgili bir dönüşümün yaşanmasından kaynaklanıyordu. II. Dünya Savaşı’nın ardından emekçi kesimlerin gelirleri arttığı ölçüde tüketim alışkanlıklarında mallardan hizmetlere doğru bir kayış yaşandı. Bu kayış aşırı kapasite sorununu iyice derinleştirdi.

Sorunun iki veçhesi özetle bu: Bir yanda gelirleri artan insanlar hizmetler sektöründeki talebi artırdı, diğer yandan daha fazla ülke küresel imalat sanayii pazarlarına üretim yaptığı ölçüde işin üretim tarafında sorunlar yaşanmaya başlandı.

Bu gelişmelerin sonucunda, çoğu ülkenin pek seçim şansı kalmadı. Yeşil devrim sonrası dünya ölçeğinde tarımsal üretimde arz fazlası vardı. Uluslararası ticarette hizmetlerin payı epey düşüktü. Böylece küresel üretimde giderek daha fazla aşırı arz sorunu yaşanmaya başlandı. Elbette hizmetler sektöründe, dijital ekonomiler alanında bir patlama bekleniyordu.

1960’larda, akut işsizlik yerine “eksik istihdam” tespitini yapan Amerikalı iktisatçı William Baumol sorunun özünü ortaya koydu: Hizmetler sektöründeki üretim artışı üretkenlikten daha hızlı gerçekleşmiyordu. Üretim artışının çoğu istihdamdaki genişlemeden kaynaklanıyordu.

Evet, hizmetler sektöründeki düşük büyüme mutlak bir doğruluk olmaktan ziyade bir eğilimdi. Ancak, hizmet sektörü faaliyetlerini tanımlayan özelliklerden biri de sektörün sanayileşmesinin çok zor olmasıydı. Sanayi ürünlerimiz, örneğin çamaşır makineleri çamaşır yıkamak gibi birçok hizmeti endüstriyel hale getirdi. Bulaşık makineleri ya da motorlu taşıtlar da benzer dönüşümlere neden oldu. Tüm bu süreçler teknoloji vasıtasıyla sanayideki patlamaya el verdi. Ancak, genelde hizmetler sektörünün büyük dilimi bu türden bir sanayileşmeye uygun değildi ve bu yüzden de endemik olarak düşük büyüme oranlarından mustaripti.

Yeni teknolojilerin dolaşıma girmesiyle yeni bir büyüme dalgasına şahit olmamamızın nedeni ise, hizmetler sektöründeki sanayileşme ne ölçüde gelişirse gelişsin, bu düşük verimliliğe sahip sektörlere emekçi yığınlarının dolup taşmasından kaynaklanıyordu.

.

Emekçi sınıflar açısından işin bir de “eksik tüketim” ayağından bahsedemez miyiz? 1970’lerde, krizin ilk yıllarında kapitalistlerin kâr marjı önce doygun tüketimle azalmış, ardından geçici çare işçi haklarının, emekçi sınıfların payının tırpanlanmasında bulunmuştu. Sonra da bütçe açıkları, enflasyon ve kişisel borçlanma yoluyla başka çareler aranmıştı.

Eksik tüketim sorunu elbette yadsınmaz. Nihayetinde üretilen malları alacak yeterli gelire sahip insan olmadığında aşırı kapasite ve eksik tüketim iç içe geçmiş sorunlar haline geliyor. Benim gibi düşünenlerin aşırı kapasitenin krizin birincil niteliği olduğuna vurgu yapmasının iki nedeni var: Sorun aşırı yatırım yapılan ve muazzam büyüme yaşanan bir dönemde hasıl oldu. Sorunun asıl kaynağı buydu.

Ancak, bu sorun ortaya çıktığında, bir yanda aşırı üretim, diğer yandaysa eksik yatırım, hatta sıfır yatırım gerçekleşti. Bu da yeni istihdam alanlarının yaratılmamasını, ücretlerde durgunlaşmayı beraberinde getirdi.  

Keynesçi iktisatçılar sorunu çözmek için tüketimi teşvik etmek adına daha fazla kamu harcamasının gerektiğini savundu. Ancak, sermayenin yatırımları azaltmasıyla beraber, 1970’lerden itibaren devletler tüketimi körüklemek için zaten büyük kamu harcamaları yapmaya başlamıştı.

1970’lerden itibaren tüm dünyada gerek kamu, gerek şirket, gerekse hane halkı borçlarının dramatik şekilde arttığını görüyoruz. 1950’ler ve 1960’lardan “Keynesyen dönem” diye bahsetmek yaygındır. Ancak, aslında bu dönemde G20 ülkeleri genelinde, kamu borçlarının GSYH’ye oranı yüzde 107’den yüzde 23’e düştü. Yani iddia edildiği gibi, tam istihdamın ardında Keynesçi bir talep teşviki yatmıyordu. Devletler vergi gelirlerine nazaran daha az harcama yapıyor ya da en azından büyüme oranlarına paralel bütçeler harcıyordu.

Hollanda’da evde bakım emeğinin yüzde 75’i Buurtzorg örgütü üyesi hemşireler tarafından veriliyor. Yani kapitalist işletmelerin pazar payını ellerinden alıyorlar. Buurtzorg’un örgütlenme modeli dünyanın birçok köşesine hızla yayılıyor.

1973’te iyice belirginleşen krizle başlayan aşrı borçlanmaysa derde deva olmadı. Sadece ekonomi aksi takdirde olacağından daha yavaş durgunlaştı. Yani meseleyi özünde bir “eksik tüketim” krizi olarak ele alıp kamu harcamalarını artırarak çözmeyi savunmak elimizdeki ampirik verilerle uyuşmuyor. O yüzden sorunun köklerinin daha derinde olduğunu, büyük sanayileşme döneminin sona ermesinin ardından çok daha yavaş büyüyen hizmetler sektörüne geçişten kaynaklandığını düşünüyorum. İşin özü çok daha yapısal.

Biraz daha ileri gidip tüketimi teşvik etmeye dair argümanın radikal Keynesçi düşünceye tekabül etmediğini de söylemeliyim. Keynes’in kendisi durgunluk sorununun eksik tüketimden kaynaklandığını düşünmüyordu. Dolaysıyla, çözümü de aslen tüketimi teşvik etmek değildi. Kendisi de post-Keynesçi bir iktisatçı olan Joan Robinson bu türden bir Keynesçiliği “gayrimeşru” ya da “hidrolik” Keynesçilik diye adlandırıyor.

Keynes aslen işin üretim yanına odaklanmış, orada yatırım teşvikini ele almıştı. 1930’lardaki Büyük Buhran sırasında, ister doğrudan, isterse emekçi sınıfların tüketim seviyesini artıracak dolaylı özel yatırımların çözüm getirmeyeceğini iddia etmişti. Tersine, kamusal bir ekonomiye geçişi savunuyordu.

Yatırımların kamu eliyle, özünde bir grup teknokrat tarafından planlanması gerektiğini söylüyordu. Çok fazla teknokratik olsa da, bu yüzden kıyasıya eleştirilmesi gerekse de bu önerileri ciddiyetle ele almalıyız. Ama aslen yapmamız gereken Marx’ın izinden gidip “radikal demokratik bir ekonomi”nin nasıl inşa edileceğine kafa yormak olmalı.

Keynes üretim kapasitesinin artmasıyla torunlarının neslinin haftada 15 saat çalışmasının yüksek bir refah düzeyi için yeterli olacağını söylüyordu. Bu da bizi bir ölçüde Evrensel Temel Gelir fikrine getiriyor. ETG’yi sadece sol düşünce değil, sağ, hatta aşırı muhafazakâr yelpazede yer alan birçok akım da savunuyor. Siz de ETG’nin muhafazakâr savunucularının sola kıyasla daha tutarlı olduğunu iddia ediyorsunuz. İstihdam artışının giderek azaldığı günümüzde bu iddianızı nasıl temellendiriyorsunuz?

ETG’yi sağ yelpazeden savunanların tahayyülünde eşitlikçi bir toplum yok. ETG’yi uzun vadede müreffeh bir topluma geçiş için bir araç olarak ele almıyorlar. Amaçları yoksulluğu çözecek, gelir düzeyini onun bir gıdım üzerine çıkaracak masrafsız bir zemin tesis etmek, böylece eşitsizliğin daha da derinleşmesinin önündeki engelleri kaldırmak. Zaten bunu da açıkça savunuyorlar. Sağda son dönemde geniş kitlelerin temel ihtiyaçlarının minimum düzeyde karşılanmasının daha eşitlikçi bir toplum kurmaya ciddi bir alternatif olabileceğine dair büyük bir literatür gelişti. Solun ise ETG ile çok daha yüksek bir hedefi var. ETG’nin temel ihtiyaçları karışılmakla sınırlı kalmayacak, emekçilerin onurlu bir yaşama kavuşmasını sağlayacak bir seviyede olması savunuluyor. Böylece daha eşitlikçi bir topluma geçiş mümkün hale gelecek.

Sola göre, ETG aynı zamanda otomasyonun yarattığı sorunlara da çare niteliği taşıyabilir ve böylece görece müreffeh bir topluma geçişe el verebilir. Öte yandan, daha önce de dile getirdiğim gibi, sol yelpazeden ETG’yi savunanlar otomasyonun geleceği konusunda yanılıyor. Bu gruptaki solculara göre, ihtiyaçlarımız her geçen gün daha fazla robot tarafından karşılandığı ve bu yüzden istihdam giderek azaldığı için, sorunun özünü paylaşım meselesi oluşturuyor. Bu yüzden, yeteri kadar parayı ihtiyaç sahipleriyle paylaştığımızda sorunun üstesinden gelebiliriz. Ancak gerçekte, otomasyonun hızlanmasının aksine, ekonominin yavaşlaması, sanayileşmenin hız kaybetmesi sorunuyla karşı karşıyayız. Üstelik, buna ilaveten son elli yılda iktisadi büyüme adına, özel yatırımların teşvik edilmesi amacıyla hükümetlerin giderek artan gırtlak sıkma politikalarına şahit oluyoruz.

Yani şu anki durgunluk altında hayata geçirilecek ETG’nin derinleşen yoksulluğa ucuza mâlolacak bir çözüm niteliği taşıması, minimum miktarda verilmesi daha muhtemel gözüküyor. Büyük ihtimalle böylece sosyal yardım programlarında kesintiye, kemer sıkma politikalarına devam edilecek.

Bu yüzden ETG’nin günümüzdeki sorunun ana kaynağına, yani üretimin sil baştan yeniden örgütlenmesi gerekliliğine odaklanmadığı için yetersiz bir çözüm olacağını düşünüyorum. Hatta emekçi sınıfın elini güçlendiren radikal sol varyant hayata geçirilse dahi, yapılmaya çalışılan özünde insanların ne kadar emek verdiği ile ne kadar gelir elde ettiği arasındaki bağı koparmak. ETG fikri zenginlerin, kapitalist odakların ne kadar varlığa sahip olduğu ve bu varlıklardan ne kadar gelir elde ettiğiyle ilgilenmiyor. Oysa varlıkların bir azınlığın elinde toplanmasını engellemeden diğer sorunları çözmek mümkün değil.

Solda ETG’yi savunan herkesin çıkış noktası otomasyon değil. Örneğin, dünya ETG ağının (BIEN) kurucularından Philippe van Parijs endüstrideki taşeronlaşma sebebiyle otomasyona şüpheyle yaklaşsa da, ETG’nin radikal bir toplumsal dönüşüm için önemli araçlardan biri olduğunu, emekçilerin elini güçlendirebileceğini söylüyor. Çoğu Zarar Azı Karar –Dünyayı Küçülme Kurtaracak’ın (Metis, 2002) yazarı Jason Hickel gibi, radikal küçülmeyi savunan ekolojist iktisatçılar da doğal varlıkların müşterekliğinden ve artık değerin ortaklaştırılmasından yola çıkarak ETG’yi savunuyor. ETG toplumsal ve ekolojik dönüşüme dair kapsamlı bir planın parçası olamaz mı?

Olabilir, ama ETG’nin sihirli bir çözüm olmadığını, hatta birincil önemde bir çözüm niteliği taşımadığını düşünüyorum. İnsanlara belli bir oranda ETG verdiğinizde, belki örneğin temiz su satın alabilir, musluktan berbat su içmekten kurtulabilirler. Ancak, aldıkları parayı su dağıtım şebekesini ve arıtma sistemini iyileştirmek için kullanamazlar. İnsanlara para dağıtmak özünde onları serbest piyasada sorunlarına ve ihtiyaçlarına çözüm aramaya teşvik etmek anlamına geliyor.

Bu şartlarda ihtiyacımız sadece ETG değil, hatta daha ziyade Evrensel Temel Hizmetler (ETH) diye düşünüyorum. Sağlık, eğitim, çevre alanlarında kamusal hizmetleri tesis etmek için çok, ama çok yüksek seviyede kamusal koordinasyona ihtiyacımız var. Bu da büyük kamusal projelere nasıl yatırım yapılacağına, neye ne kadar para ayrılacağına, yeni hastanelerin, sosyal konutların, gelişmiş altyapıların planlamasına beraberce karar vermek anlamına geliyor.

Bu alanlardaki giderek derinleşen sorunlara piyasaya dayalı çözüm arayışlarının çok verimsiz olacağı artık liberallerin bile malûmu. Sorunları ETG ile çözmeye çalıştığınızda, sadece “al sana para, git meseleni hallet” demiş oluyorsunuz. ETG’nin çözümün bir unsuru olabileceğini yadsımıyorum. Ancak, insanların gerçekten güvende ve rahat hissetmeleri için öncelikle çok daha cömert bir Evrensel Temel Hizmetler sistemi kurmamız gerekiyor. Bu da aslında sermayeyle ve onun yeni yatırımlar üzerindeki gücüyle mücadelenin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor.

Marx da Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde üretimin kolektifleştirilmesinin ardından işçilere emek-zaman hesabına göre kupon dağıtılmasını, buradan kesilen vergilerle kamusal hizmetlerin sağlanmasını savunuyor. Siz de üretim ve hizmetlerin kolektifleştirilmesini ve ardından ETG’nin kullanılmasını mı savunuyorsunuz?

Marx’ın orada emekçi kuponları üzerinden vergilendirmeyle çözümü biraz kısa kestiğini düşünüyorum. Şu anki karmaşık faaliyetlerimizi nasıl koordine edeceğimiz, temel hizmetleri nasıl sağlayacağımız, çalışmayı sil baştan nasıl şekillendireceğimiz 21. yüzyılın şartlarına uygun olmalı. Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde yazdıklarının çözüm önerisinden ziyade bir eskiz mahiyeti taşıdığını gözardı etmemek lâzım. Ama o metinde çizdiği şu çerçeve doğru: Önce toplumsal ihtiyaçların tedarikine ve üretimin kolektifleştirilmesine dair sorunu çözmeli. Ardından, ETG gibi araçları kullanabiliriz.

ETG vasıtasıyla kolektif üretimi hayata geçirebileceğimiz ham hayalden ibaret. Son dönemde ivmelenen iklim kriziyle bu gerçek iyice belirginleşti. 1990’larda iklim değişikliğine piyasa vasıtasıyla çözüm bulunabileceği iddia ediliyordu. İnsanlardan karbon salımları oranında vergi toplama fikri revaçtaydı.

Bugünse hemen herkes üretim sistemimizde çok köklü bir dönüşüm gerçekleşmeden iklim krizine herhangi bir çözüm bulamayacağımızı teslim ediyor. Bu da yüksek miktarda planlama ve ekonomik müdahale gerektiriyor. Zaten bu yüzden serbest piyasa temelli çözümlerden planlama temelli çözümlere doğru bir kayış var. Bu da mesela ETG temelli bir çözümle daha çok sosyal konut inşa etmek gibi farklı çözümleri karşı karşıya getiriyor.

Piyasadan kastınızı açar mısınız? Kapitalizmden önce de piyasalar mevcuttu. Buna en klasik örnek olarak 18. yüzyılda herkesin temel ihtiyaçlarının karşılandığı bir refah dönemi yaşayan Çin veriliyor. Piyasalar insanların temel ihtiyaçlarını tespit etmeye yarayan bir gösterge sistemi olarak da değerlendirilebilir. İlla da “serbest” olması gerekmiyor, değil mi?

Doğru. Piyasalar temel ihtiyaçların tespiti bağlamında kapitalizm öncesinde de bir işleve sahipti. Ama daha önceki dönemlerde piyasalar kısıtlıydı. Özellikle tarım arazileri açısından piyasa yoktu ve emek piyasası küçüktü. Kapitalizmin büyük icadı, piyasadan ziyade, üretim için gerekli kaynakların alım ve satımı yoluyla yatırımın örgütlenmesiydi. Yani büyük dönüşüm özel yatırımların artmasıyla ve emek piyasasının genişlemesiyle, emekçilerin giderek sermayenin alanına dahil olan ürünleri satın almak adına ücretli işçi haline gelmesiyle gerçekleşti. İşin püf noktası buydu. Post-kapitalist toplumlarda da piyasalar ortadan kalkmayacak. Şu anda gerçekleştirdiğimiz bir sürü karmaşık üretim adına onları kullanmaya devam edeceğiz. Eğer başarırsak, ortadan kalkacak olan üretimde özel mülkiyet ve özel yatırım olacaktır.

Asıl büyük soru şu: Yatırımları nasıl yapacağımıza dair kamusal ve demokratik sorumluluğu nasıl üstleneceğiz? Bunu hayata geçirebilirsek, kârlılık yerine çeşitli ihtiyaçlarımıza odaklanan bir planlama yapabiliriz. Böylece sadece ileri bilgisayarlara değil, kişisel otonomiye, insanlarla beraber olmaya, sürdürülebilir bir yaşama, güzelliğe dair tüm ihtiyaçlarımıza beraberce karar verebiliriz. İnsanların ihtiyaçlarına dair tüm araştırmalar mutluluk için tüm bunların beraberce elzem olduğunu gösteriyor.

1970’ler krizi sırasında, Portekiz, Bologna-İtalya, Şili ya da İsveç gibi coğrafyalarda üretimin kamulaştırılması / kolektivizasyonu farklı nedenlerle direkten döndü. Bu sonuçta, sizin de kitabınızda altını çizdiğiniz gibi, “sermaye grevinin” çok büyük payı vardı. Günümüzdeyse o döneme kıyasla işçi örgütlenmesi çok daha zayıf. Marksist iktisatçı Andrea Fumagalli, yeni kırılgan işçi sınıfını “prekarya 2.0” diye tanımlıyor. Siz de benzer şekilde büyük sorunlardan birinin işsizlikten ziyade eksik istihdam (underemployment) olduğunu söylüyorsunuz. 1970’lerde eşiğinden dönülen kolektif üretim, sizin deyişinizle, “yatırımların kamulaştırılması” işçi sınıfının çok daha güçsüz olduğu, sermayeninse giderek azmanlaştığı günümüzde çok daha zor değil mi?

1970’ler krizinin yapıtaşları çok daha önce döşenmişti. Keynesçilik iki nedenle başarısız oldu diyebiliriz. Asıl mağlubiyet aslında çok daha önce, 1940’larda, henüz hızlı büyüme dönemi başlamadan önce yaşandı. O dönemde yeni krizlerin ortaya çıkmasına karşı uluslararası ölçekte kurumsal bir yapı tasavvur edilmişti. Dünya Ticaret Örgütü’nün özgün isminin aslında Uluslararası Ticaret Örgütü (UTÖ) olması hedefleniyordu. Plan 1947’de ABD’nin reddetmesiyle hayata geçirilemedi.

UTÖ’nün amacı uluslararası ekonomi açısından tam istihdamı en az serbest ticaret kadar önemli kılmaktı. II. Dünya Savaşı’nın akabinde sadece teknokrat iktisatçıların sözü geçmiyordu, aynı zamanda çok güçlü işçi hareketleri de vardı. Bu hareketlerin, çeşitli sosyal demokrat partilerin ve daha solda duran partilerin çabasına rağmen, yeni sistemin şekillenmesinde kapitalizm galip çıktı, serbest ticaret tam istihdama yeğ tutuldu. Ve 1940’ların sonundan itibaren uluslararası ticaretten kaynaklanan krizleri kamusal planlamayla eşgüdümlü şekilde çözmek imkânsız hale geldi. Tekil ülkeler kamusal harcamaları artırarak sorunlarla baş etmeye çalışsa da, bu çaba daha derinde yatan kapasite fazlasına ve sanayisizleşmeye çözüm üretmekten yoksundu. Küresel ölçekteki bir soruna beyhude yere ulusal ölçeklerde cevap arandı.

1970’lerin krizi öncesinde ve sırasında, bahsettiğiniz gibi, Kızıl Bologna’da ya da İsveç’te örneğin, radikal hareketler ve öneriler vardı. İsveç’te Meidner Planı’yla varlıkların planlı bir şekilde toplumun geneline aktarılması, böylece üretim araçlarının aşamalı olarak kolektivizasyonu düşünülüyordu.

ETG’yi savunanların da öncelikle böyle bir plana ihtiyacı var. Ancak, o dönemde Küresel Kuzey’deki birçok işçi hareketi, özellikle büyük sendikalar ve siyasi örgütler krizin ardından büyümenin küllerinden yeniden doğacağına inanıyordu. Yakın gelecekte yaşanacak büyük kayışları, dönüşümleri tahayyül etmekten yoksunlardı. Bunu sadece “işbirliği” olarak tanımlamak da yanlış olur. II. Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik patlamanın yerleştirdiği bir dünya görüşünden de kaynaklanıyordu. Bu da belli bir ölçüde gevşemeye neden oldu.

Sorunuzda en radikal, en heyecanlandırıcı örnekleri saydınız. Ancak, işçi sınıfının büyükçe bir parçası bir tür devlet sosyalizmiyle yetinmeye hazırdı. Takip eden yıllardaki hızlı dönüşümün ardından işler çok daha zorlaşacaktı. 

Şimdiyse uzun zamandır giderek daha zor şartlarda yaşayan bir işçi sınıfı var. Bu bazı açılardan bir avantaj olabilir. Zira insanların giderek daha az kaybedecek şeyi kalıyor. Öte yandan, “prekarya 2.0” tespiti bir ölçüde doğru olsa da, 2008’den beri tüm dünyada çok büyük toplumsal mücadelelerin yaşandığını da gözardı etmemek lâzım. Mesela İran’da yaşananlar önceki mücadeleleri katbekat aşan bir niteliğe sahip. Hakeza 2019’daki ayaklanma Sri Lanka tarihinde görülmemiş düzeydeydi. İnsanlar geleceklerinin ellerinden alındığının farkında ve buna tepki veriyor.

Esas sorun bu hareketlerin tarihin bir aktörü olabilmek adına henüz bir programa sahip olmamaları. Kuşkusuz bu mücadeleler yükselerek devam ederken elimizdeki en büyük ödevlerden biri radikal dönüşüm için beraberce ne talep edeceğimizin çerçevesini çizmek. Bu aşamada insanların susup kenara çekilmeyeceklerine ve makinelerin dünyasına uysal şekilde boyun eğmeyeceklerine dair derin, ama temkinli bir iyimserliğe sahip olabiliriz.

Tam da bu noktada soldan ETG’yi savunanların şöyle bir argümanı var: ETG örgütlenmek için zaman ve emek ayırmanın yolunu açabilir. Bu da çarpan etkisiyle başka hak alanlarında ses yükseltmeyi, kazanımlar elde etmeyi sağlayabilir.

Bunun gerçekleşme ihtimali yok değil. Devletler açısından ETG yoksullukla mücadelenin çok pahalıya çıkmayacak bir çözümü olabilir. Şu anda sadece fiyatlara değil, tüm ihtiyaçlara sirayet eden, mesela barınma sorununu iyice derinleştiren bir enflasyon döneminden geçiyoruz. Makûl miktarda bir ETG’nin nüfusları giderek artan şehirlerdeki barınma sorununu çözme ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Bunun çözümü daha çok sosyal konut yapmaktan geçiyor.

Kendimi tekrarlamak adına söyleyeyim. ETG’nin çözüm haline gelmesi için demokratik bir şekilde hazırlanacak çok daha geniş bir kamusal programın parçası haline getirilmesi lâzım. Elimizdeki kaynakları daha çok sosyal konut, daha iyi bir sağlık sistemi, daha nitelikli ve ücretsiz eğitim için kullanmalıyız.

Günümüz şartlarında birçok öğrenci okurken çalışmak zorunda, insanlar zar zor hayatta kalmak için birden çok işte çalışıyor. Örgütlenme için serbest zamana ihtiyaç duyduğumuza katılıyorum. Ama sadece ETG’nin buna izin vereceğini düşünmüyorum. Bugün sadece ETG değil, sıkı bir vergi reformuyla zenginlerden alıp Evrensel Temel Hizmetleri tesis etmeli, daha geniş çerçevede demokratik bir şekilde çalışmanın yeniden örgütlenmesini sağlamalıyız.

Bunu yapmak için mücadele ederken karşımıza yeniden “sermaye grevi” sorunu çıkacaktır. Zenginler, finans çevreleri ve iş insanları bizleri yeni yatırımlar yapmamakla tehdit edecektir. Bunun için de sadece bir araya gelmiş, beraber mücadele eden insanlara değil, zenginlere tehdit mahiyetinde, onlar olmadan da ekonomiyi rasyonel şekilde yönetebileceğimiz sağlam bir plana ihtiyacımız var. Bu yüzden son 10-15 yılda ortaya çıkan toplumsal mücadeleler hem daha uzun erimli olmalı hem de somut hedeflerini daha net belirlemeli.

.

Böyle bir plan hazırlarken Alex William ve Nick Srnicek’in Geleceği İcat Etmek (Delidolu, 2018) kitabında yer aldığını düşündüğünüz teknokratik çözümlerden de kaçınmak gerektiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Aslında bu tespitle iki şey kastediyorum: İlkin, teknolojinin her derde deva olacağı kanısından kaçınmak lâzım. “Teknolojik çözümcülük” diye adlandırdığım konumla teknokratik yaklaşım arasında üstü örtülü bir ittifak söz konusu. Bu yaklaşımın tarihte epey kötü sonuçlar doğuran örnekleri var. Mesela, “yeşil devrim” diye adlandırılan proje Küresel Güney’de küçük çiftçiler açısından bir felâkete sebep oldu. Yarattığı aşırı üretime rağmen açlık dünya ölçeğinde derinleşti.  

Küresel Kuzey’de “teknik uzmanlara” yaptırılan sosyal konutların birçoğu sakinleri üzerinde derin bir yabancılaşma etkisi yarattı. ABD’de ekonomik patlamanın mimarı teknokrat ekonomistler Vietnam Savaşı’nın mimarları haline geldi. Bu örneklerden sonra teknokratik çözümler konusunda geniş halk kesimlerinin şüphesi iyice derinleşti. 

Elbette teknik uzmanlık olmadan hiçbir sorunu çözmemiz mümkün değil. Ancak, teknik uzmanlıkla demokratik karar alma süreçleri arasındaki dengeyi tekrar düşünmemiz gerekiyor. Post-kapitalist ekonomi üzerine kafa yorarken en önemli kerterizlerimizden biri de bu olmalı.

Şimdi ilkinin devamı niteliğinde ikinci bir kitap üzerinde çalışıyorum. Teknokratik çözümcülüğe kaçmayan, ancak yeni teknolojilerden de faydalanan örnekleri ele alıp post-kapitalist bir dünyanın gerçekte nasıl görünebileceğine kafa yoruyorum. İşin güzel yanı, dünyanın dört bir yanında esinlendirici örnekler var. İnsanların hiyerarşiden muaf çalıştığı, teknolojiyi çalışanları bastırmak ve denetlemek yerine birlikte daha iyi çalışmak için kullanan birçok örgüt ve işletme mevcut. Ancak, dönüşümün bunların toplamından, bir araya gelmesinden kaynaklanmayacağını eklemek gerek. Tüm örgütlerin üzerinde anlaşacağı geniş bir makro ölçekli plan elzem.

Yeni kitabınızda ele aldığınız esinlendirici örgütlerden örnek verir misiniz?

Hollanda’da 10 binden fazla üyesi olan Buurtzorg adlı bir hemşire örgütlenmesi var. Evde bakım hizmeti veriyorlar. Hemşireler oradan oraya koşmak zorunda kaldıkları, hastalara ya da bakıma ihtiyaç duyan insanlara sadece kısa bir süre ayırabildikleri kapitalist bakım şirketlerinin aksine mahalle bazlı örgütleniyor. 8-12 üyeye sahip hemşire grupları mahallelerindeki hastalarla ilgileniyor, böylece aralarında sıkı bir bağ kuruluyor. Örgütlerde ekstra yönetici bulunmuyor. Hemşire kolektifleri yatay bir öz-örgütlenmeye sahip. Farklı kolektifler iletişim kurmak, beraberce karar almak için mahir bir şekilde teknolojiden faydalanıyor.

Bu örgütlenmenin etkisi çok esinlendirici: Hollanda’da evde bakım emeğinin yüzde 75’i Buurtzorg üyesi hemşireler tarafından veriliyor. Yani aslında kapitalist işletmelerin piyasa payını ellerinden alıyorlar. Ayrıca, devlet başka alanlara ayırmak üzere sağlık bütçesinden milyarlarca avro tasarruf edebiliyor, çünkü düzenli ve samimi ilişkiye dayalı bakım hizmeti alan insanların sağlığında şaşırtıcı düzeyde iyileşme görülüyor. Buurtzorg’un örgütlenme modeli dünyanın birçok köşesine hızla yayılıyor. Bu örgütlenme modeli sağlığın aslen ne olduğuna, ne olması gerektiğine dair de pek çok şey anlatıyor.  

Otomasyonun sanıldığı kadar hayata geçmeyeceği bir dünyada çalışmanın ve ortak yaşamın geleceğini anlatmak için, kitabın sonunda Aristo’dan ilhamla “zorunluluk alanı” ve “özgürlük alanı” arasında ayrım yapıyorsunuz. Post-kapitalist dünyada çalışmaya dair tahayyülünüz nasıl?     

Kapitalizmin ortaya çıkışından beri her zaman onu aşmayı, onun sadece geçiş süreci olduğunu düşünen ve ardından gelecek toplumsal hayatı hayal eden insanlar olageldi. Kitapta bunun tarihçesini aşağı yukarı Thomas More’un Ütopya’sına kadar götürüyorum. Ütopya kavramının mucidi More İngiltere’de tam da arazi çitlemelerinin yaşandığı, köylülerin tarımdan hızla koparıldığı kapitalizmin ilk dönemlerinde yaşadı ve olup biteni yakından gözlemledi.

Zenginlerin ve fakirlerin beraberce varolduğu serbest piyasa sistemi yerine, gerekli emeğin kolektif olarak verildiği, ürünlerin yine kolektif depolarda toplanıp bilâbedel dağıtıldığı bir dünya tasavvur etti. More’a göre ekonomik açıdan güvencesizliğin hüküm sürdüğü dünyayı aşmak gayet mümkündü. Onun tasarladığı dünyada bolluktan kasıt herkesin istediği kadar tüketmesi değildi. İnsanların temel ihtiyaçlarının giderileceğinden emin şekilde yaşamasıydı. Böylece sadece soyluların ya da ayrıcalıklıların değil, herkesin serbest zamanı olacaktı.  

“Serbest zaman” dinlenmeden ibaret kalmayacak, insanların kendilerini geliştirebildiği olumlu bir deneyime vesile olacaktı. Bu türden bir tahayyül daha sonraki birçok düşünüre, 19. yüzyılda Karl Marx, Étienne Cabet ya da Pierre Leroux gibilerine ilham kaynağı oldu. Bu düşünürlerin hepsi makinelerin emek süresini azaltmak adına kullanılabileceğini öne sürüyor, böylece insanların kişisel gelişimleri için serbest zamana sahip olabileceğini savunuyordu. Fakat aynı zamanda eşitlikçi bir dünyayı, toplumsal dayanışmayı teknolojinin kendiliğinden sağlamayacağının da altını çiziyorlardı.

Onlara göre, ancak toplumsal örgütlenme yoluyla teknoloji güvenlik hissimizi, bolluğu artırmak için bir araç haline gelebilirdi. Böylece insanlar gündelik endişeler içinde boğulmadan tutkularının ve arzularının peşinden gidebilirdi. Bence bu tasavvuru günümüzde de post-kapitalist bir toplum yaratmak adına kullanabilir, bunun için gerekli üretim ve yeniden üretim emeğinin, kısaca çalışmanın sil baştan örgütlenmesini sağlayabiliriz. 

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI

Reklamı Kapat

‘Kompleks’, odaklandığı ana konuyu oluşturan her bir parçaya derinlemesine bakarak, analog ve dijital hikâyeler hazırlayan bir yayıncılık girişimi. İlk fasikülünde güvencesizlik ekonomisine odaklanan yayında yer alan emek, ekoloji, kültür, yaşam, siyaset ve daha birçok konudaki fikir yazıları, söyleşiler, uzman yorumları ve video haberlere kompleks.org adresinden ulaşılabiliyor.