DEVLETİN İŞÇİSİ OLMAK –NAZİLLİ BASMA FABRİKASINDA İŞÇİ SINIFI DİNAMİKLERİ
Üç yıl önce Nazilli Basma Fabrikası üzerine çalıştığınızı söylemiş ve fabrikaya yaptığınız ilk ziyaret için “O kadar kötü bir yok ediş ki, Çernobil gibi” demiştiniz. Nasıl bir yok edişten söz ediyoruz?
Aslıhan Aykaç: Çernobil nükleer felâketi olduğunda insanlar evlerini, bütün hayatlarını bırakıp bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Nazilli Basma Fabrikası’nı ilk gördüğümde benzer bir izlenim edindim. Makinelerin bir kısmı yerinde duruyordu, tiyatro salonunda üretimin durduğu 2002’nin yılbaşı kutlamasından kalma süsler tavandan sarkıyordu, ofislerde ofis malzemeleri kullanıma hazırdı, hatta fabrikanın girişinde kart basma makinesi dahi kartlarla birlikte öylece duruyordu. Böyle bir görüntüyle karşılaşınca, “üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen neden kimse bu fabrikaya dokunmadı” diye sormadan edemedim.
Dolayısıyla, abartılı bir karşılaştırma gibi gelse de, özelleştirmenin KİT’ler üzerindeki etkisi nükleer bir patlamaya benzetilebilir. Bu yok edici süreç, ekonomik bir motivasyondan çok politik bir hedef olarak ortaya çıktı. 24 Ocak kararlarını ve devamında 12 Eylül sürecini hatırlamak gerekirse, Türkiye hızlı bir biçimde dünya ekonomisine eklemlenmek adına IMF tarafından dayatılan Yapısal Uyum Programı’nı üzerinde pek düşünmeden, değerlendirme yapmadan kabul etti. Bu süreçte verimliliklerine, üretim süreçlerine ya da yenilenme potansiyellerine bakılmaksızın tüm KİT’ler topun ağzına kondu.
Evet, bu işletmelerin verimlilik sorunu vardı, gereğinden fazla insan istihdam edilmiş durumdaydı, ürünler yenilikçi ve rekabet edebilir durumda değildi, ama özelleştirme süreci bu işletmeleri verimli hale getirmek yerine yok etti. KİT’ler makineleri yenilenerek, ürün çeşitlilikleri artırılarak, işçilerin vasıf ve verimlilikleri güçlendirilerek muhafaza edilebilirdi. Böylece bugün gördüğümüz bölgesel eşitsizlikler, kırdan kente göç veya dışa bağımlılık gibi sorunlar bu derece derinleşmezdi.
Son yıllarda Nazilli Basma Fabrikası’yla ilgili çeşitli açıklamalar yapıldı: “Üretime geçecek; istihdama açacağız”, “Millet bahçesi yapacağız”, “Müze olacak”… Fabrika kompleksi bugün ne durumda?
Lojmanların olduğu kısım belediyeye devredilmiş ve yeşil alana dönüştürülmüş. Fabrika Nazilli merkezinin dışında ve küçük sanayi tabir edebileceğimiz bir alanın arasında. Fabrika yerleşkesi Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiş, burada bir meslek yüksek okulu yer alıyor. Ancak, bugün fabrika yerleşkesinin ne gerçek anlamıyla korunduğu ne de tam olarak terk edildiği söylenebilir. Tuhaf bir arafta. Yerel anlatımlara göre, bir ara fabrika binasının duvarı delinip makinelerin para eden parçaları alınarak satılmış, arşivinin bir bölümü SEKA’ya verilmiş. Fabrika arşivinden kalan kısım sergileniyor, fakat tasnif edilmemiş.
Fabrikada çalışan ve hâlâ Nazilli’de yaşan küçük bir kesim fabrikanın korunması ve yaşatılması için dernekleşti, ama bu süreç de fabrikanın akıbeti açısından somut bir sonuç vermedi. Artık bu noktadan sonra fabrikayı eski haline döndürmek ve yeniden üretim yapmak mümkün görünmüyor. Endüstri müzesi olması dahi planlama ve yatırım gerektiriyor. Türkiye’nin iktisadi tarihi için bu kadar önem taşıyan bir işletmeyi korumak ve gelecek nesillere tarihi bir deneyim yaşatmak çok değerli olurdu.
Nazilli Basma Fabrikası 600 bin metrekarelik bir arazi üzerinde kurulan, pamuklu bez üreten, ilçeye bile enerji sağlayan elektrik santrali, demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, ayrıca okulu, kreşi, hastanesi, kampı, lojmanları, itfaiyesi, kooperatifleri, giyim mağazası, bandosu, müzik grubu, futbol takımı, treni, tiyatrosu, sinema salonu, işçilerin kurduğu bir radyosu olan bir KİT’ti.
Neden Nazilli örneğine odaklandınız?
Adnan Menderes Üniversitesi’nde bir jüri görevi için bulunduğumda fabrikayı ziyaret etme imkânı buldum. Farklı sektörlerdeki üretim süreçlerini takip ettiğim için de fabrika beni çok etkiledi. Daha sonra, Nazilli deneyimi üzerine yapılmış araştırmalara bakarken işçi sınıfı deneyimlerinin derinlemesine çalışılmadığını gördüm, bu da merakımı artıran bir başka unsur oldu. Farklı alanlarda Nazilli Basma Fabrikası üzerine çalışanlar, mimarlık ve sanat tarihi alanlarında yazılmış tezler var. Türkiye’de özellikle emek tarihi çalışmaları bugüne nasıl geldiğimizi anlamak, bugünü daha iyi analiz edebilmek için önem taşıyor ve işçi sınıfı deneyimleri de Türkiye iktisat tarihi açısından önemli bir gösterge.
Tam da Walter Benjamin’in dediği gibi: “Tarihsellik, tarihin değişik anları arasında bir neden-sonuç bağlantısı kurmakla yetinir. Ama hiçbir olgu, bir neden olduğu için zorunlu olarak tarihsel olgu niteliğini de kazanmaz. Bu niteliği, olup bitişinin ardından, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkan koşullar aracılığıyla kazanır. Bunu çıkış noktası yapan tarihçi, olaylar dizisini bir tespih gibi parmaklarının arasından kaydırmaktan vazgeçer. Kendi çağının geçmişteki son derece belirli bir çağla paylaştığı konumu kavrar.”[1]
Sümerbank’ın sizin de yaşamınızda nasıl bir yeri vardı?
Sümerbank 1980 öncesini hatırlayacak yaşta olan herkesin hayatına bir şekilde temas etmiştir. Çocukluğumda, İzmir’de Sümerbank mağazaları sıklıkla gidilen ve temel ihtiyaçların karşılandığı yerlerdi. Bugün hâlâ evlerimizde Sümerbank’ın tekstil ürünleri, mutfak eşyaları ya da dekorasyon ürünleri bulunur. Sümerbank hem üretim biçimiyle hem de sunduğu ürünlerin piyasadaki yeriyle bir dünya görüşünü ve bir yaşam biçimini temsil ediyordu.
Bu yaşam biçimi bugün neoliberal sistemin bize dayattığı tüketimcilikten çok daha farklı. Mesela, o dönemde ürün çeşitliliği daha az, ama yaşam standartları da aynı biçimde daha ortak, gelir düzeyleri birbirine daha yakındı. Şimdiyse ürün çeşitliliği belki sınırsız, ama gelir düzeyleri birbirinden o kadar farklı ki, artık ortak bir yaşamın izlerini sürmekte çok daha fazla zorlanıyoruz. Bizi ayıran şey basitçe kimlikler değil, aynı zamanda değişen sınıf kompozisyonu.
Bu çok katmanlı ve uzun dönemli tarihsel analizi oluştururken nasıl zorluklarla karşılaştınız?
Bu çalışmayı yaparken yöntemsel zorluklarla karşılaştım. Tarihçi ya da arşivci değilim, ama bu çalışma ciddi bir tarihsel analiz gerektiriyordu. Buradaki en büyük zorluk Sümerbank’la ilgili ve özellikle Nazilli Basma Fabrikası ile ilgili kaynakların çok dağınık, farklı yerlerde olmasıydı, o yüzden tutarlı ve bütünlüklü bir analiz ortaya koymak için bu parçaların izini sürmek zorunda kaldım.
Bir başka zorluk da nesnel bir tarih anlatısına ulaşma sıkıntısıydı. Türkiye’de tarih alanında yapılan çalışmaların önemli bir kısmı resmi tarih anlatısının yeniden üretiminden ibaret, böyle olunca tarihsel süreçleri devletin ana akım söylemlerinden arındırmak gerekiyor.
Üçüncü zorluk da sözlü tarih yaparken konuştuğum kişilerin aktardığı bilgileri nesnel olarak değerlendirme aşamasında oldu. Fabrikada çalışanlar fabrikaya hâlâ büyük bir aidiyet hissediyorlar. O kadar ki, vefat eden çalışanların mezar taşlarında dahi Sümerbank çalışanı oldukları yazılıyor. Sosyal medya gruplarında anılarını, fotoğraflarını paylaşıyorlar. Neredeyse her hanede bir Sümerbank çalışanı, bir Nazilli Basma Fabrikası deneyimi olduğunu söylemek mümkün. Bu bilgileri derlerken farklı noktalara odaklanan anlatıları seçmeye, aynı zamanda işçi sınıfı deneyimlerini öne çıkaran, örneğin sendika üyesi olan hem mavi yaka hem beyaz yaka kesimi temsil eden, fabrikanın farklı dönemlerinde çalışmış kişilere ulaşmaya çalıştım. Ancak fabrikanın erken dönemine tanıklık eden işçilerin vefat etmiş olması, diğerlerinin de ileri yaşlarda olması örneklem açısından zorlayıcı bir başka unsur oldu.
Nazilli Basma Fabrikası nasıl kuruldu?
Fabrikanın kurulmasında belirleyici olan dışsal faktörler Birinci Dünya Savaşı ve onu takiben ortaya çıkan Büyük Buhran, içsel faktörler ise cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan yeniden inşa süreci ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşme atılımları. Yeni kurulan cumhuriyet daha önce örneği görülmemiş bir iktisadi atılım gerçekleştiriyor. O kadar ki, Atatürk’ün bir yılda beş fabrika birden açması Avrupa basınında büyük ilgi uyandırıyor.
Bu fabrikalar Soğuk Savaş öncesinde Türkiye’nin hem batıdan hem de Sovyetler Birliği’nden aldığı finansal ve teknik desteklerle kuruluyor. Bu dönemde dış politika açısından Türkiye henüz kendisini Batı yanlısı olarak konumlandırmamış durumda. Dolayısıyla, bu yeniden inşa sürecinde farklı kaynaklardan dış yardımlar alıyor.
Nazilli Basma Fabrikası hem finansal hem de teknik olarak Sovyet fabrika modelinin tipik bir örneği sayılabilir. Sovyetler Birliği kırsal bir toplumun proleterleşme hedefi için ülkenin çok farklı noktalarında devlet planlamacılığı ekseninde bir sanayileşme atılımı gerçekleştirdi. Sovyetler Birliği’nde fabrikalar basitçe birer ekonomik birim değildi, bu fabrikalardaki amaç sadece üretim yapmak değildi, aynı zamanda bir Sovyet insanı (Homo Sovieticus) yaratmaktı. Bunun için de fabrikalar üretimden tüketime, ulaşımdan yaşam alanına, sosyal faaliyetlerden eğitime kadar bireyin yer aldığı tüm sosyal ortamları içeren yapılardı.
Burada küçük bir parantezle Sovyet edebiyatına bir referans vermek istiyorum. Rus edebiyatının değil, Sovyet edebiyatının altını çizmek istiyorum. Daha fazla bilinen Aleksandr Soljenitsin, Boris Pasternak gibi örnekler dışında Türkçeye çevrilen Mihail Bulgakov, Andrey Platonov ya da Sergey Dovlatov gibi yazarlar Sovyet planlamacılığının hem iktisadi hem de sosyal boyutlarını farklı yönleriyle gözler önüne serer. 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü alan Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu kitabı Sovyet ve post-Sovyet dönemleri karşılaştırması ve iki dönemi de yaşamış insanların ağzından anlatması açısından ilham verici bir okuma.
Devletin işveren olması, ama aynı zamanda bölüşümden, vatandaşın refahından, kamu yararından sorumlu olması nasıl bir ikircikli konum yaratır? İkinci bir soru işçiler için geçerli: Devletin işçisi olmak devletin vatandaşı olmakla yan yana durduğunda ne ifade eder? İşçi olmaktan kaynaklanan taleplerle vatandaş olmaktan kaynaklanan talepler yan yana geldiğinde ne tür çatışmalar meydana gelir?
Sovyet sistemi basitçe sanayileşme, proleterleşme, üretim ve büyüme sistemi değildir. Bu sistem birlik içerisindeki etnik ve kültürel farklılıkları ve uçsuz bucaksız coğrafi uzaklıkları aşmayı hedefler. Nazilli Basma Fabrikası’nı bir Sovyet fabrikasının Türkiye uyarlaması olarak görürken bu paralellikleri de gözardı etmemek gerekir.
Nitekim, yaklaşık 600 bin metrekare araziye sahip, başlangıçta 2400 işçinin çalışacağı ve yılda 200 milyon kilo pamuk sarf ederek 20 milyon metre pamuklu bez üretecek olan üç fabrikadan oluşan (iplik, dokuma ve basma) ve kendi enerjisini üreten, ilçeye bile enerji sağlayan elektrik santrali, demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, ayrıca okulu, kreşi, hastanesi, kampı, lojmanları, itfaiyesi, kooperatifleri, giyim mağazası, işçi-memur yardım sandıkları, bandosu, müzik grubu, futbol takımı, Gıdı Gıdı ismi verilen treni, tiyatrosu, sinema salonu, işçilerin kurduğu bir radyosu olan bir KİT’ti. Hatta bölgedeki sıtma ile mücadeleye ciddi katkısı olmuştu, öğrenci bursları veriyordu…
Tüm bunlara karşın fabrikaya çok yoğun bir çalışma düzeni hâkimdi. Üretim pazar günleri hariç her gün üç vardiya olacak şekilde aralıksız devam ediyordu. İşçiler vardiyalarının yanısıra akort denilen bir düzende ekstra saatlerde çalışıyor ve bunun için ekstra ücret alıyordu. Dolayısıyla, bir kamu işletmesi olarak iş güvencesi ve ücret güvencesinin yüksek olmasının yanısıra, daha fazla çalışana daha fazla gelir seçeneği de vardı. Evet, daha fazla gelir elde etme imkânı iyi bir şey, ama daha fazla çalışmanın emeğin yeniden üretimini zora soktuğu da bir gerçek. Bugün ILO’nun vurguladığı kavramla düşünecek olursak, “insana yakışır iş” anlayışıyla örtüşmeyen bir verimlilik hedefi söz konusuydu.
Üretimin kutsandığı, örgütlendiği mekânlar olan fabrikaları, politik olarak da devletin sınıf inşası, kültürel hegemonyanın kurulması, hatta bir toplum projesi için kullandığı bir ideolojik aygıt olarak görmek mümkün. Burada da, sınıf bilinci geliştirmek yerine, daha çok vatandaşlık hak ve sorumlulukları çerçevesinde bir sınıfsal ve sosyal kimlik inşa edildiği söylenebilir.
‘‘İstanbul’da eşine az rastlanır bir tiyatro salonu var…Bazı düğünler burada yapılmış. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi, bol bol dans edildi.” (Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Nazilli İzlenimleri, 1953)
Köylü/proleter, küçük esnaf/proleter, kadın emeği ve göçmen emeği olarak kategorize ettiğiniz fabrika emekçilerinin tümü fabrika kompleksinin imkânlarından yararlanabiliyor muydu?
Nazilli Basma Fabrikası’nın üretimini devam ettirdiği süre boyunca bünyesinde çalışan işçi sayısı 2 bin ila 4 bin aralığında seyretmiş. Bu istihdamın ağırlıklı kısmı makine başında çalışan işçilerden oluşurken, yaklaşık 150-200 kişilik bir kesimi de idari memur olarak görev yapıyordu.
Fabrikada çalışanların tümü fabrikadaki imkânlardan yararlanabiliyor, fakat burada iki noktanın altını çizmek isterim. Birincisi, memur olarak çalışanlarla işçi olarak çalışanlar arasında bir ayrım var, bu ayrım bugün de beyaz yakalılarla mavi yakalılar arasında gördüğümüz ayrıma paralel. Memurlar genellikle başka fabrikalardan tayin yoluyla gelen, daha eğitimli olan veya büyük kentlerden gelen kişiler oldukları için biraz daha ayrıcalık sahibi. Bu durum diğerlerini tamamen sistemin dışına itmiyor, çünkü çoğunluk mavi yakalı işçilerden oluşuyor, ama sınırlı da olsa bir hiyerarşi yaratıyor.
İkinci bir konu, Nazilli’nin yerlisi olanların fabrikada çalışırken dahi tarımla olan bağlarını kaybetmemiş olması. Fabrikadan çıktıklarında kendi bağlarında, bahçelerinde, köylerinde çalışmaya devam ediyorlar. Nazilli’de fabrikanın kapanmasından sonra büyük bir çöküş yaşanmamasının en önemli sebeplerinden biri, yerli nüfusun tarımsal üretim konusunda sahip olduğu imkânlar. O yüzden Nazilli Basma Fabrikası’ndaki proleterleşme süreci çalışanlar açısından sınırlı bir kültürel dönüşüm yaratıyor.
Bu iki fark Sovyet modelinin Türkiye uyarlamasında ortaya çıkan sonuçların tam olarak Sovyet deneyimine benzemediğini, yerel dinamiklerle birleştiğinde kendine özgü bir yapıda seyrettiğini düşündürüyor. O yüzden, burada özellikle vurgulamak istiyorum, ister Sovyet modelinden uyarlansın, isterse ABD kalkınmacılığının bir uzantısı olsun, dışarıdan alınan reçeteler yerel dinamikleri ve toplumsal yapıyı dikkate almadıkları için Türkiye’de işe yaramayabilir. Kaldı ki bugün ABD kalkınmacılığının başarısızlığı, Sovyet planlamacılığının olumsuz sonuçları üzerine sayısız araştırma var.
Nazilli Basma Fabrikası örneğine yakından bakınca, bir toplum projesi söz konusu. Bu bağlamda “devletin işçisi” olmak ne anlama geliyordu?
Aslında, devletin işçisi olmak kavramsal olarak bir tezat içeriyor, işçi olmaktan bahsederken kapitalist sistem içinde geçerli olan mülkiyet ve üretim ilişkilerinden bahsederiz. Ama devletin işçisi olmak dediğimizde, devletin sermayenin rolünü üstlendiği, dolayısıyla işçinin kendisini sermayeye karşı değil, devlete karşı konumlandırması gereken yeni bir bağlamdan söz ederiz. Bu durum bizi birkaç soruyla karşı karşıya bırakır.
Birinci soru, devletin ekonomik rolüne ve sınıflarla ilişkisine ya da sınıfsal konumuna dair bir sorudur: Devletin kapitalist olması, işveren olması, ama aynı zamanda bölüşümden, vatandaşın refahından, kamu yararından sorumlu bir siyasi otorite olması nasıl bir ikircikli konum yaratır?
İkinci bir soru ise, bu ilişkinin karşı tarafında yer alan işçiler için geçerlidir: Devletin işçisi olmak devletin vatandaşı olmakla yan yana durduğunda ne ifade eder? İşçi olmaktan kaynaklanan taleplerimizle vatandaş olmaktan kaynaklanan taleplerimiz yan yana geldiğinde ya da bir arada düşünüldüğünde ortaya ne tür çatışmalar, çıkar hiyerarşileri meydana gelir?
Nasıl ki Sovyetler Birliği’nde proletarya yaratmak aynı zamanda bir Sovyet insanı yaratmak anlamına geliyordu, Türkiye Cumhuriyeti’nde de KİT’leri ve devlet girişimleri aracılığıyla bir taraftan işçiler, diğer taraftan devlete ve devletin modernleşme projesine sadakat gösteren vatandaşlar yaratılıyordu. Fabrikanın kurulduğu ve işlediği tarihsel bağlam düşünüldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti ne ulus inşası bakımından ne de ulusal ekonomi inşası ve sanayileşme bakımından dünyanın dışında kalıyordu.
Ama bugün bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. Bir taraftan ulus devletin içinde bulunduğu politik kriz ve ulusal vatandaşlığın içerdiği değerler açısından sorgulanması, hatta alınıp satılabilen bir metaya dönüşmüş olması, kamu kurumlarının veya kamu iktisadi teşekküllerinin siyasi misyonunu ortadan kaldırıyor. Devlet bugün kültürel hegemonyayı ulus devletin kaçınılmaz sonuna ve siyasetin değişen değerler sistemine karşı bir direnç mekanizması olarak kullanıyor, o yüzden yerli ve milli vurguları, neo-Osmanlıcılık ve birtakım nostaljik vurgular öne çıkıyor.
Yapılanı geri almak mümkün değil, öğrenilmiş olanı bellekten silmek de mümkün değil. Tarihin ilerleyişine karşı gelip nostaljik duygularla eskiyi inşa etmeye girişmek yerine, geçmişin bilgisinden evrensel temel değerleri alıp bugünün koşullarına uyarlamak gerek.
Bugün devletin işçisi olmak neye karşılık geliyor?
Bugün iktisadi açıdan baktığımızda, devletin işçisi olmak veya daha geniş bir çerçevede kamu sektöründe çalışmak çok farklı işleyişleri düşündürüyor. İlk akla gelen atanamayan öğretmenler, atanamayan hemşireler ve sağlık çalışanları. Bugün eğitim sisteminde her branşta binlerce öğretmen açığı olmasına rağmen öğretmen ataması yapılmıyor, sağlık sektörü tamamen çökmüş durumda, doktorlar ülkeyi terk ediyor veya hassas birimlerde hemşire, hastabakıcı açığı olmasına rağmen atama yapılmıyor.
Kamu kurumlarındaki atamalarda, işçiler dahil, KPSS ve benzeri sınavların uygulanması, mülâkatlarda liyakate bakılmaksızın eleme yapılması bir arada düşünüldüğünde, devletin iktisadi işlevlerinin artık siyasileştiğini söylemek yanlış olmaz.
Bu konudaki üçüncü bir sorun da bugün kamu kurumlarında, devlet okullarında ve devlet üniversitelerinde, devlet hastanelerinde veya bakanlıkların uzmanlık gerektiren birimlerinde çalışmak için yandaşlık, parti üyeliği veya kayırmacılık ağlarının bir parçası olmanın gerekmesi. Üniversitelerde adrese teslim ilanlar, bakanlıklarda yakın akrabaların atamaları bu durumun medyaya en fazla yansıyan örnekleri.
Öte yandan, neoliberal dönemde piyasanın genişlemesini yalnızca özelleştirmelerle görmüyoruz, aynı zamanda refah sisteminin ve sosyal güvenlik ağlarının küçülmesinde, kamu sektörünün daralmasında ve devletin kendisine maliyet yaratacak faaliyetlerden geri çekilmesinde de görüyoruz. Bu da artık devletin çalışanları veya çalışanların haklarını gözetmediği anlamına geliyor. Birçok kamu kurumunda bugün çeşitli hizmetlerin taşeron firmalar tarafından yürütüldüğünü gözlemliyoruz. Bunun en önemli sonucu kamu sektöründe ciddi bir güvencesizleşme oluyor.
Nazilli Basma Fabrikası’nda kadın işçilerin eşit işe eşit maaş, kreş gibi hakları var mıydı?
Fabrika üretmeye başladığı andan itibaren kadın çalışanları da istihdam ediyor. Bu durum o tarihsel bağlam için aslında çok ilerici. Kadınların bir kısmı köylerden geliyor, bir kısmı da yüksek kademedeki teknik personelin eşleri olması nedeniyle memur olarak çalışıyor.
Erkek çalışanlar su santralı, teknik işler, tamir atölyesinin yanısıra, boya, dokuma, iplik, gibi çok farklı alanlarda, kadınlar daha çok iplik ve dokuma makinelerinde çalışıyor. Bir de memur olarak çalışan, masa başı iş yapan kadınlar var. Dolayısıyla, çok farklı profillerden kadınlar bir arada. Kadın istihdamı açısından fabrika çok büyük avantajlar sağlıyor.
En önemlisi çocuk bakımı ve kreş açısından destekleyici bir sistem; sabah çocukları kreşe bırakıp işe gidiyorlar, vardiya bittiğinde çocuklarını alıp evlerine dönüyorlar. Bir kısmı lojmanda oturuyor, ama Nazilli’nin yerlisi olan ve kendi evi olanlar lojmana ihtiyaç duymuyor; orada geleneksel dayanışma mekanizmaları daha belirleyici olabiliyor. Fabrikanın yemekhanesi olması kadınların yükünü bir nebze azaltıyor, görüştüğüm kimseler yemeklerin o dönemde Nazilli’de görülmemiş düzeyde olduğunu vurguluyor.
Üçüncü bir konu da emeğin yeniden üretimi açısından, yani çalışanların kendilerini yenileyebilmesi ve yeniden çalışacak motivasyonu bulabilmesi açısından sosyal faaliyetlerin veya sosyal tesislerin bulunması.
Böyle gelişmeleri bugünün aklıyla ve talepleriyle değil, tarihsel bağlam içinde değerlendirmek gerekir. Böyle baktığımızda, kadının işgücüne katılımının desteklenmesinde, “ikinci vardiya” dediğimiz hane işleri yükünün azaltılması, çocuk bakımına destek sağlanması ve emeğin yeniden üretimi açısından sosyal şartların güçlendirilmesi çok büyük önem taşıyor.
Belki bugün anladığımız biçimiyle bir ekonomik özgürleşme veya politik bilinçten söz edemeyiz, ancak bugünün toplumsal cinsiyet taleplerinin ortaya çıkmasında o günkü kadınların çalışan kadınlar olmasının büyük bir önemi olduğunu düşünüyorum. Çalışmak tek başına kadının sosyal hayatta varlık göstermesi, birey olması, ekonomik bağımlılık zincirini kırması açısından önem taşır.
Özellikle bugün kadınların işgücüne katılım oranının yüzde 30’larda seyrettiği, ücretsiz aile işçiliğinin ve kayıt dışı istihdamın yaygınlığı düşünülürse bu tür fabrikalarda kadınların çalışıyor olması çok önemli bir örnek. Kadınlar hangi şartlarda istihdama yakın durur ve nelerin eksikliğinde eve hapsolur? Bunu anlamak için geçmişteki başarı öykülerinden ders çıkarmak gerek.
Muhalefet sık sık kamulaştırmadan söz ediyor. Nazilli deneyimi bugünkü kamulaştırma girişimlerine dair ne söylüyor?
Eğer kamulaştırmadan anladığımız şey bir işletmenin mülkiyetinin özel sektörden devlete geçmesi ise bu çok dar bir bakış açısı. Ama kamulaştırmadan anladığımız şey bir işletmenin üretim sürecinde ve piyasaya bir mal veya hizmet arz ederken kamu yararına öncelik vermesi ve ekonomik hedefler için bu kamu yararından taviz vermemesi ise, o zaman daha anlamlı bir kamulaştırma fikrinden söz edilebilir.
Bu durumda kamu yararı hem üretim sürecinde üreticiler için hem tüketim sürecinde bu mal ve hizmeti satın alanlar için geçerli olmalı. Bu ne demek? Üretim yaparken çalışanların haklarını korumak, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda bütün önlemleri almak ve insanlara hak ettikleri ücreti vermek demek. Örgütlenme hakkı, demokratik yönetim, işçi konseylerinin kurulması ve bu sayede insana yakışır iş anlayışının hayata geçirilmesi demek. Tüketim sürecinde ise halka sunulan mal ve hizmetin eksik olmaması, hasarlı olmaması, tüketicinin hiçbir şekilde kandırılmaması anlamına geliyor. Bu durum hem üretimde hem tüketim de şeffaflık, kuralların uygulanması, aksaklıklar karşısında yaptırımların kişisel durumlara bakılmaksızın herkese uygulanması anlamına da geliyor.
İktidar bugüne kadar gerek Yap-İşlet-Devret modeli kullanarak gerekse kamu ihaleleri aracılığıyla birtakım altyapı yatırımlarını, barınma sorununa yönelik toplu konut inşaatlarını özel sektöre devretti. Bunları yaparken ne kamu yararını ne de kamu maliyesinin gereklerini dikkate aldı. Yanlış yerlere yapılan havaalanlarının, kullanım garantisi verilen köprülerin devlete maliyeti sürekli haberlere konu oluyor. Bunların hepsinin maliyeti bir Nazilli fabrikasından çok daha fazlasına denk geliyor. Muhalefet özellikle bu konuda kamulaştırma söylemini kullanıyor.
Yapılanı geri almak mümkün değil, öğrenilmiş olanı bellekten silmek de mümkün değil. Tarihin ilerleyişine karşı gelip nostaljik duygularla eskiyi inşa etmeye girişmek yerine, geçmişin bilgisinden evrensel temel değerleri alıp bugünün koşullarına uyarlamak gerek. Yeniden devletçilik, yeniden refah devleti ya da yeniden korumacı ekonomi politikalarından, kamulaştırmadan bahsederken biraz daha dikkatli ve temkinli olmak gerekir. Nasıl bir devlet sorusunun yanı sıra nasıl bir kamu sorusunu da düşünmek ve en önemlisi de soruların cevabını seçkinlerde değil, tabandaki kitlelerde bulmak gerek.
[1] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, 2002.