RADYO EXPRESS
FİLİSTİN DOSYASI

SİYONİZMDEN NAKBA’YA, SİLAHLI MÜCADELEDEN OSLO MUTABAKATLARI’NA, FİLİSTİN TARİHİ

Nehirden denize işgal ve direniş

Gazze’yi toplama kampına çeviren İsrail faşizmi, 7 Ekim’deki Hamas saldırısını fırsat bilerek ve uluslararası hukukun en temel kurallarını çiğneyerek bir soykırım-etnik temizlik harekâtına girişti. Aralık sonu itibarıyla, çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere, 20 bin Filistinliyi katletti, 1,7 milyon Filistinliyi yerini yurdunu terke zorladı. Bu gözü dönmüş ırkçılık, bu hiçbir hukuki-ahlâki-insani ilke, değer tanımayan vahşet rejimi, bu niteliği, bu gücü nasıl edindi, hangi evrelerden geçerek bugüne geldi? Filistin halkı bu ırkçı işgale, zulme, eziyete nasıl direndi, hangi yolları izledi, bugünkü seçenekleri neler?
Columbia Üniversitesi Edward Said Kürsüsü başkanı, Oslo Mutabakatları öncesinde, 1991-93 yıllarında, Madrid ve Washington görüşmeleri sırasında Filistin heyetinin danışmanı, başta Filistin’de Yüz Yıllık Savaş: Yerleşimci Sömürgeciliğinin ve Direnişin Tarihi, Filistin ve bölge tarihi üzerine birçok kitabı bulunan Rashid Khalidi’yi can kulağıyla dinliyoruz.
Derleyen: Ulus Atayurt
Yazan Abu Salameh, İsimsiz

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Siyonizmin kültürel, dinsel, siyasal farklı biçimleri var. Siyasal Siyonizmin şekillenmesinde en büyük pay sahibi olarak Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kitabı 1896’da yayınlanan Theodore Herzl’i gösterebiliriz. 1897’de Basel’de toplanan I. Siyonist Kongresi’ne de Herzl önayak olmuştu. Bu kongreye kadar Yahudilerin İsrail diye adlandırdıkları bölgeye bağlılığı daha çok dini nitelik taşıyordu. 19. yüzyıl boyunca yayılan kültürel Siyonizm Yahudilere özgü değildi, özellikle Büyük Britanya ve ABD’deki birçok Evanjelik Protestan da özgün bir İncil yorumuyla, Yahudilerin Kutsal Topraklar’a dönüşünü Hıristiyanlar açısından zaruret olarak görüyordu.

Rashid Khalidi

Siyonizmin ilk döneminde Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarında, genel olarak tüm Doğu Avrupa’da yükselen şiddetli antisemitizm dalgası yüzünden, Yahudiler arasında artık bu coğrafyalardaki halklarla beraber yaşayamayacakları ve bir devlet kurmaları gerektiği düşüncesi yaygınlaşıyordu.

Siyasi Siyonizm hareketi yeni devlet için Doğu Afrika, Sina Yarımadası gibi farklı bölgelerde birçok ihtimali değerlendirdi. Nihayetinde, Herzl’in baştaki hedefi olan Filistin üzerinde mutabakat oluştu. I. Dünya Savaşı başladığında Siyonist hareket tamamıyla Filistin’e odaklanmıştı.

“Devletinizi kurun, ama bizim ülkemizde değil”

Siyonist liderler baştan itibaren asıl amaçlarını, yani Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet kurma niyetlerini Araplardan gizledi. İsrail devletinin ilk başkanı Chaim Weizmann, 1918’de, Kudüs’te bir akşam yemeğinde Arap ileri gelenlerini “siyasi güç arayışındaki Siyonistlerin kalleş sinsiliklerinden sakınmaları” konusunda “uyarıyordu.” Siyonistler bütün Filistinlileri yerlerinden etmek istediklerini açık ettikleri takdirde uluslararası camianın sempatisini kaybedeceklerinin farkındaydı.

İlk Osmanlı Meclisi’ne vekil seçilmiş, Avrupa’da yaşamış, Viyana’da öğretmen olarak çalışmış, 13 yıl Kudüs’ün belediye başkanlığını yapmış akrabam Yousef al-Khalidi Almanca biliyor ve Siyonist hareketi yakından takip ediyordu. 1899’da, I. Siyonist Kongresi’nden iki yıl sonra, Siyonistlerin Filistin’de bir Yahudi devleti amaçladıklarının bilgisini haiz olarak Herzl’e bir mektup yazıyor. Yahudileri kuzen addettiklerini, onlara saygı duyduklarını, çektikleri ıstırabı anladıklarını, bir Yahudi devleti arayışının her ne kadar soylu bir fikir olduğunu düşünseler de Filistinliler namına mektuba şunu ekliyordu: “Ama bizim ülkemizde değil.”

Herzl ise bu mektuba son derece ikiyüzlü bir cevap veriyor. Al-Khalidi’nin bütün tespitlerini görmezden gelerek “asla Filistinlileri yerinden etmek gibi bir amacımız yok” diye yazıyor. Oysa Herzl 1890’larda kaleme aldığı günlüklerinde “tüm Arap nüfusu ihtiyatlı bir şekilde sınırın ötesine taşımak”tan söz der. Siyonistlerin bu yaklaşımı, bugün Gazze’de yaşananlarda gördüğümüz gibi, halen devam ediyor. Etnik temizlik Siyonizmin özünde var ve 1948’den günümüze, defalarca hayata geçirildi.

1947’de, Birleşmiş Milletler’de Filistin’i ikiye bölme ve toprakların yüzde 56’sını nüfusun yüzde 33-34’ünü oluşturan Yahudi azınlığa verme kararı alındı. Uluslararası güçlerin kontrolündeki tampon bölge çıkarıldığında, Filistinlilerin payına toprakların yüzde 42’si düşüyordu.

Siyonistlere hayati destek

I. Dünya Savaşı’nın arifesinde Filistin’i 16. yüzyıldan beri yöneten Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir yanında, sadece Araplar değil, Yunanlar, Balkan halkları, Türkler, Ermeniler arasında milliyetçilik yaygınlaşıyordu. Aynı dönemde, Siyonizmin ortaya çıktığı Doğu Avrupa’da ağır zulüm altında yaşayan, pogromlara maruz kalan Yahudiler arasında da ulusal bilinç gelişiyordu. Filistin’de de, diğer tüm sömürge ülkelerdeki gibi, ileride milliyetçiliğe evrilecek bir vatanperverlik yeşermeye başlamıştı.

1948’de İsrail’in kuruluşundan çok önce, 31 yıl boyunca, Filistin Britanya işgali altındaydı. 1917’deki işgalin ardından Britanya’nın 1920’de kurduğu manda yönteminin genel çerçevesi 1922’de Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) tarafından kabul edildi. Nüfusunun ezici çoğunluğu Filistinli Araplardan oluşan ve giderek artan bir Yahudi nüfusa sahip bölge mandayla yönetiliyordu.

Balfour Beyannamesi’nde ifadesini bulan “amaç” doğrultusunda, Britanya 1917’de Filistin’i işgal etti. Amaç Filistin’de Yahudiler için bir “ulusal yurt yaratmak”tı. Eğer Britanya Siyonistlere böyle bir destek vermeseydi, yüz yıldan uzun bir süredir şahit olduğumuz hadiseler bu şekilde yaşanmazdı. Siyonistlerin bugün elde ettiği konumda önce Britanya’nın, ardından ABD’nin verdiği destek tam mânâsıyla hayati bir rol oynadı.

Balfour Beyannamesi’yle Yahudilere Filistin’de bir yurt vaat eden dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour ironik bir şekilde antisemitti. Balfour 1925 Tel Aviv ziyareti sırasında (soldan beşinci) İsrail devletinin gelecekteki ilk başkanı Chaim Weizmann ile (Balfour’un sağında) bir araya gelmişti.

Balfour Beyannamesi’yle Yahudilere Filistin’de bir yurt vaat eden dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour ironik bir şekilde antisemitti. Balfour 1925 Tel Aviv ziyareti sırasında (soldan beşinci) İsrail devletinin gelecekteki ilk başkanı Chaim Weizmann ile (Balfour’un sağında) bir araya gelmişti.

Bölgede yaşayan Yahudi olmayan nüfus

1922’deki manda anlaşmasında da, 1917’deki Balfour Beyannamesi’nde de Filistinlilerin adı anılmaz, nüfusun yüzde 94’ünü oluşturan Arap Filistinliler “bölgede yaşayan Yahudi olmayan nüfus” olarak geçer bu belgelerde. Manda yönetimi altında 1948’e gelindiğinde göç sebebiyle nüfusun yüzde 65’i Arap Filistinliler, geri kalanı ise Yahudilerden oluşuyordu.

Filistinli Araplar varlıklarını yadsıyan, kendi kaderlerini tayin etme haklarını reddeden manda yönetimine itiraz etmek için ellerinden geleni yaptı. [Bugünkü Birleşmiş Milletler’in selefi] Milletler Cemiyeti Suriye, Irak, Ürdün gibi manda yöntemi altındaki diğer ülkelerin aksine, Filistinlilere istikbalde kendi kaderlerini tayin etme hakkı öngörmüyordu. Bütün bir halk yok hükmündeydi. Manda sözleşmesinin sekiz maddesi Britanya’nın Yahudiler için ulusal yurdu nasıl kuracağını düzenlerken, Filistinlilerle ilgili tek bir madde mevcut değildi.

Britanya Siyonistlere birkaç nedenle destek verdi. En önemli olan ilk iki neden özü itibarıyla stratejikti. Britanya doğudan gelecek saldırılara karşı 1882’de işgal ettiği Mısır’ı savunmak için Filistin’i merkezi önemde görüyordu. Daha 1906’da, Siyonistlerle ilişkiye geçmeden çok önce bu düşünce hâkimiyet kazanmıştı. İkinci stratejik hedef Filistin vasıtasıyla Basra Körfezi ve Akdeniz arasındaki rotayı kontrol altına almaktı. Bu güzergâhta Filistin işgalinden de önce, Ürdün’e ve ardından Irak’a uzanan demiryolu, enerji boru hatları, hava üsleri ve karayolu ağı planlanmıştı.

Nüfusun yüzde 65’ini oluşturan Filistinlilerle bir devlet kurmaları imkânsızdı. Etnik temizlik kaçınılmazdı. Filistinlilerle beraber yaşamayı düşünen Siyonistler de vardı. Reformist Siyonistler, Filistinlilerin Yahudi devletinde azınlıklık olarak yaşayabileceğini savunuyordu. Fakat onları azınlık haline getirmek için de etnik temizlik gerekiyordu.

 Balfour Beyannamesi’nin antisemit müellifi

Bu iki stratejik hedefe bir de şunu eklemek lâzım: Evanjelik Protestanlar arasında, dini bir misyon mahiyetinde Siyonist davaya büyük bir sempati duyulsa da, Britanya’da antisemitizm epey yaygındı. İşin ironik yanı, 1917 Balfour Beyannamesi’ne ismini veren dönemin Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour 1905’te, Yabancıların Dışlanması Yasası (Alien Exclusion Act) parlamentodan geçirilirken başbakandı. Yasanın temel amacı Rusya İmparatorluğu’ndaki pogromlardan ve ağır zulümden kaçan Yahudilerin ülkeye girişini engellemekti.

Yahudi devletine önayak olan Balfour, antisemitizm tarihi 13. yüzyılda Yahudilerin adadan kovulmasına kadar geri giden Britanya’nın en antisemit yasalarından birini kaleme almıştı. Manda döneminde Kudüs’teki bir İngiliz bürokratın söylediği gibi, “asıl amaç ‘düşman’ Araplarla kaynayan bir denizde bir Ulster [Kuzey İrlanda’da Birleşik Krallık yanlısı bölge] yaratmaktı.Balfour Beyannamesi’nde “Yahudi devleti” yerine “Yahudiler için ulusal bir yurt” dense de asıl amaç açıktı.

 Yükselen itirazlar

Britanya Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Filistin’i işgal etmeden önce, Filistinliler belediye başkanlarını seçiyor, Osmanlı Meclisi’ne vekil gönderiyordu. Siyonizme itirazlar I. Dünya Savaşı öncesinde gerek yerel meclislerde, gerekse yazılı basında hızla yükseliyordu.

Britanya işgali sırasında, Filistinli çiftçiler sayıları giderek artan Siyonist sömürgecilerin toprak müsaderesine karşı sınırlı da olsa direniş gösterdi. Bu dönemde Filistin, ulusal bilincin, eğitimin hızla yayıldığı gelişmekte olan bir ülkeydi.

1933’te Hitler iktidara gelince Filistin’e Yahudi göçü ivme kazandı. 1936’da genel grevle başlayan Filistin ayaklanması üç yılın ardından Britanya’nın yaptığı büyük bir katliamla sonlandırıldı

Siyonizme muhalefet I. Dünya Savaşı’nın ardından da büyük ölçüde diplomasi ve siyaset sahnesinde yürütüldü. 1920, 1921 ve 1929’da kısmi isyanlar patlak verse de, 1936’da başlayan büyük kalkışmaya kadar, Filistin ulusal hareketinin temel itiraz yöntemi basın-yayın yoluyla haklarını dile getirmek, protestolar, boykotlar, kongreler düzenlemekti. Bu yöntemlerin hiçbiri sonuç vermedi.

Hızlanan Yahudi göçü ve değişen dengeler

Britanya Siyonistlere destek vermek konusunda tavizsizdi. 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesiyle Filistin’e Yahudi göçü müthiş bir ivme kazandı. Sadece 1935’te, 60 binin üzerinde göçmen geldi. Bu sayı 1917’de Filistin’de yaşayan Yahudi nüfusundan fazlaydı. 1930-31’de yüzde 17 olan Yahudi nüfusu, Nazilerden kaçan, ancak ABD’ye, Britanya’ya ve neredeyse hiçbir Batılı ülkeye girmelerine izin verilmeyen Yahudi göçmenlerle, 1930’ların sonunda yüzde 31’e çıktı. Batılı devletler Yahudileri kabul etseydi, holokost’ta katledilenlerin büyük kısmı hayatta kalacaktı. Dolayısıyla, trajedinin bir yüzü de Nazilerden kaçan Yahudilerin Britanya mandası altındaki Filistin’den başka gidebilecek bir yer bulamamasıydı.

Bu dönemdeki göçle beraber, Filistin’de sadece iyi eğitimli, yüksek beceri sahibi ve Siyonizme angaje Alman Yahudilerinin sayısı hızla artmakla kalmadı, Yahudiler sermaye açısından da üstünlüğü ele geçirdi. Siyonistlerin Nazilerle yaptığı pazarlıklar sonucunda, 25 Ağustos 1933’te varılan Haavara Anlaşması’yla göçmenlerin sermayelerinin ve mallarının bir kısmını yanlarında götürmelerine izin verildi.

.

Genel grev ve büyük isyan

Barışçıl yöntemler sonuç vermeyince ve Yahudi göçü 30 Ocak 1933’te Hitler’in iktidara gelmesinin ardından çığ gibi artınca, Filistinliler 1936’da başlayan ve üç yıl süren bir dizi ayaklanma gerçekleştirdi. İleri gelen Filistinliler krize bir çözüm getiremediği için 1936’da tamamıyla tabandan neşet eden bir genel grev başladı. Filistinli seçkinler dahil, herkes şaşkına döndü.

Altı ay süren grev bölgenin karışmasından endişelenen Britanyalı efendilerinin sözünden çıkmayan Arap liderlerin, Ürdün Kralı Abdullah’ın, Irak Kralı II. Faysal’ın ve Mısır Kralı Faruk’un araya girmesiyle sona erdi. Grevin akabinde, Britanya hızla bir İsrail devleti kurmaya karar verdi. Bu karar genel grevin tüm Filistin’e yayılmasına, silahlı mücadeleye dönüşmesine neden oldu. Mücadele sonucunda Britanya Filistin’in büyük bölümünde hâkimiyetini kaybetti.

Filistinliler silahlı mücadeleden barışçıl müzakereye, tek devlet hayalinden iki devletli modele yöneldi. Bu dönüşüm uzun yıllara yayıldı. FKÖ’nün silahlı mücadeleden vazgeçtiği dönemde, 1987’de, Hamas ortaya çıktı. FKÖ’nün vazgeçtiği tüm Filistin’in silahlı mücadeleyle özgürleştirilmesi hedefini devraldı.

Hitler’in Mart 1938’de Avusturya’yı ilhakının ardından II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Britanya bölgeye hemen takviye kuvvet gönderemedi. Sudan’daki ayaklanmalar da onları zorluyordu. Araplara karşı savaşıp savaşmayacaklarından emin olamadıkları Hintli birlikleri bölgeye sevk edemediler. Hintliler arasında Filistinli Araplara yönelik sempati giderek artıyordu. Çaresiz kalan Britanya Siyonist milis güçlerini silahlandırmaya ve eğitmeye başladı. Siyonist milislerin İngilizlerden öğrendiği vahşi kontrgerilla taktikleri günümüzde de İsrail ordusunun icraatlarının ana hatlarını çizer. İsrail ordusunun ilk generalleri, Moşe Dayan, Yigal Allon, İzak Sadeh gibi isimlerin hepsi Britanya ordusunun tedrisatından geçti.

Avrupa’daki kriz 30 Eylül 1938’deki Münih Anlaşması’yla bir süreliğine yatışınca, Britanya korkunç bir vahşet sergilemek üzere geri döndü. Bölgeye sevk edilen 100 bin asker mahalleleri bombaladı, insanları infaz etti, binlerce kişiyi toplama kamplarına hapsetti. Filistin erkek nüfusunun yüzde 14-17’si öldürüldü, yaralandı ya da sürgüne gönderildi.

Cenin, 1948

Britanya-Siyonizm ittifakının sonu

Bu katliamlar Britanya üzerinde öyle ağır bir baskı yarattı ki, 1939’da yayınlanan “beyaz belge”yle Siyonist yanlısı politikalardan kısmen vazgeçmeye başladılar. Siyonistler bu tavır değişikliğine çok öfkelendi. Britanya daha sonra, II. Dünya Savaşı’nın ortasında bir “Yahudi Tugayı” kuracak olsa da “beyaz belge”nin sonrasında Irgun, Stern Gang ve ardından Haganah gibi Yahudi milis güçleri Filistin’de Britanya’ya karşı terör estirmeye başladı. Bu örgütlerin mensupları, özellikle en büyük milis gücü olan Haganah militanları Filistinlileri bastırmak üzere Britanya tarafından eğitilmişti.

Gerçekte Britanya emperyalist çıkarları gereği Siyonistlere sırt çeviriyordu. II. Dünya Savaşı başlamak üzereydi. Filistin yanlısı Hindistan’da kalkışmalardan endişe duyuluyordu. Hindistan valisi Lawrence Dundas Britanya hükümetine yazdığı mektupta “Filistin artık bir Hindistan sorunudur” diyordu.

Britanya’nın sergilediği vahşet arttıkça Arap ülkelerinde Filistin sempatisinin yükselmesi de onları endişeleniyordu. II. Dünya Savaşı’nda Doğu ve Güney Akdeniz’de de savaşmak zorunda kalacaklarının farkındaydılar. Siyonist hareket ise, 1939’da Britanya’nın sırtını dönmesinin ardından, yeni hami arayışıyla ABD ve Sovyet Birliği ile yakınlaşmaya başladı.

1948-1949’da, Arapların  Nakba olarak adlandırdığı etnik temizlik sırasında, Siyonistler birçok katliam, yargısız infaz yaptı ve 750 bin Filistinliyi yurtlarından sürdü.

Siyonistlerin giderek artan saldırılarının ardından, 1947’de karar alıp 14 Mayıs 1948’de Filistin’i tamamıyla terk ettiğinde, Britanya geride tam anlamıyla bir karmaşa bırakmıştı. 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler sorunu kucağında buldu. Kasım 1947’de, BM’de Filistin’i ikiye bölme ve toprakların yüzde 56’sını nüfusun yüzde 33-34’ünü oluşturan Yahudi azınlığa verme kararı alındı.

Uluslararası güçlerin kontrolündeki tampon bölge çıkarıldığında, Filistinlilerin payına toprakların yüzde 42’si düşüyordu. Filistinliler bu kararı doğal olarak adaletsiz buldu. Şunu da unutmamak gerek: Britanya aynı dönemde, 1947’de Hindistan’ı da terk etmeye karar vermişti. Dolayısıyla, gerek Mısır’ın müdafaası, gerekse doğuya açılan koridor olma açısından Filistin’in önemi azalmıştı.  

1948-1949’da, Arapların Nakba olarak adlandırdığı etnik temizlik sırasında Siyonistler birçok katliam, yargısız infaz yaptı ve 750 bin Filistinliyi yurtlarından sürdü

Adım adım gelen etnik temizlik

1948’de Siyonistler açısından etnik temizlik kaçınılmazdı; Filistinliler içinse Nakba, yani felâket. Koruma altında bir azınlık haline gelmek Siyonist hedeflere tam mânâsıyla ters düşüyordu. Siyonizmin tüm savları mücadelenin Yahudilerle goyim (Yahudi olmayan herkese verilen İbranice isim) arasında yaşanacağı üzerine kurulmuştu. Zira goyim iflah olmaz antisemitlerden oluşuyordu. Hıristiyan Avrupa’da bin yıldan fazla bir süredir Yahudiler vahşete, sürgüne uğruyordu. Avrupalılar Haçlı seferleri sırasında Kudüs yolu üzerinde önlerine çıkan tüm Yahudileri katletmişti. Yahudiler tarih boyunca İngiltere’den, Fransa’dan, Portekiz’den, İspanya’dan defalarca kovulmuştu. Hıristiyan teolojisinde 20. yüzyıla kadar “İsa’nın katilleri” diye tanımlanan Yahudiler defalarca pogroma maruz kalmıştı. Yahudi düşmanlığı holokost’la tepe noktasına ulaştı.

Mesele, Siyonistler açısından, kutsal topraklara duyulan özlemden ibaret değildi. Herzl’in kitabının başlığının da işaret ettiği gibi, bir Yahudi devleti kurmayı, Arapların çoğunlukta olduğu bir ülkede Yahudileri çoğunluk haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Dolayısıyla, bir yandan kendi sayılarını çoğaltırken, diğer yandan Filistinlilerin sayısını azaltmayı hedefliyorlardı. Siyonizmin özü, o zaman da tıpkı bugün Gazze’de gördüğümüz gibi, buydu.

1948’e gelindiğinde, Siyonistlerin nüfusun yüzde 65’ini oluşturan Filistinlilerle beraber bir devlet kurmaları imkânsızdı. Dolayısıyla, Siyonist açıdan etnik temizlik kaçınılmazdı.

Peki, Filistinlilerle beraber yaşamayı düşünen Siyonistler var mıydı? Elbette. Brit Shalom grubu gibi bazı Siyonistler müşterek yaşamın yollarının bulunabileceğini düşünüyordu. Ze’ev Jabotinsky gibi reformist Siyonistler, Filistinlilerin bir Yahudi devleti içinde azınlıklık olarak yaşayabileceğini savunuyordu. Hatta onlara koruma statüsü verilmesini öneriyordu. Fakat Filistinlileri azınlık haline getirmek için de etnik temizlik gerekiyordu.

Planlı ve merkezden yönetilen şiddet

Siyonist milis güçleri ve Avrupa’dan gelen Yahudi Tugayı, 14 Mayıs 1948’de Britanya bölgeyi terk edene kadar, her biri 70 bin civarı nüfusa sahip Arap şehirleri Hayfa ve Yafa’da Filistinlileri denize doğru sürmeye başlamıştı. Britanya geri çekilene kadar Filistin’in farklı bölgelerinde 300 bin civarında Filistinli yerinden edildi.

Yerinden yurdundan edilenlerin bazıları BM planına göre Yahudilere, bazıları ise Filistinlilere ayrılan topraklarda yaşıyordu. 20. yüzyılda Britanya’nın başının altından çıkan tüm coğrafi parçalanmalarda, Hindistan’da, Kıbrıs’ta, Filistin’de, İrlanda’da büyük bir şiddet dalgası yaşandı. Şiddet gösterenler sadece başta Britanya ve söz konusu devlet aktörleri değildi. Filistin’de şiddetin failleri 1908’de kurulan ve daha sonra İsrail devletine dönüşecek İsrail Yahudi Ajansı altında savaşan milis güçleriydi.

15 Mayıs 1948’de, İsrail’in kurulmasından sonra, şiddete resmileşen İsrail ordusu devam etti. İsrail ordusu 1948-49 arasında kuzeyden güneye tüm Filistin’de birçok katliam yaptı, silah zoruyla insanları sürgüne yolladı, halkın gözü önünde infazlar yaparak insanları sürgüne teşvik etti, evlerini terk etmeye direnenlerin katliama uğrayacağı söylentileri yaydı.

Bu büyük şiddet dalgası en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı ve tek merkezden yönetiliyordu. İsrail’in kuruluşundan önce yerinden edilen 300 bin Filistinliye savaşla birlikte 400-450 bin kişi daha eklendi. Savaş sırasında en az 20 bin Filistinli öldürüldü.

Liberal Siyonistlerin “Filistinliler başlangıçta bir İsrail devletine izin vermeyi düşünmüyordu” iddiası elbette doğru. Filistinliler ülkelerinin bir kısmının sökülüp alınmasını asla istemiyordu. Yahudilere Avrupa’da uygulanan vahşetin müsebbibi onlar değildi. Zulümden kaçan Yahudilere ABD, Birleşik Krallık ve diğer Batılı ülkeler gibi sınırlarını kapatanlar da Filistinliler değildi. Kendi kaderlerini tayin haklarının ellerinden alınmasını kabul etmediler. Sonuçta, Filistin Filistinlilerin ülkesiydi.

1948’den itibaren Filistinliler mağdurların mağduru haline geldi. İsrail’in kurulduğu 1948’de, Filistinliler ekilebilir arazilerin yüzde 80’ine, tüm Filistin’in ise yüzde 94’üne sahipti. BM ise topraklarının yüzde 55’ini Yahudi devletine vermeyi öngörüyordu. Plan açıkça adaletsiz ve zalimdi.

1948’in ardından uluslararası camia sorunun barışçıl yöntemlerle çözümüne yönelik çeşitli adımlar attı. BM yerlerinden sürülen Filistinlileri İsrail’in mülteci olarak geri kabul etmesi için çok bastırdı. 1948’de yapılan oylamayla mültecilerin geri dönüş ve tazminat hakkı kabul edildi. Uluslararası camia ve ABD işgal ettiği yerlerin bir kısmını geri vermesi için İsrail’i ikna etme yönünde kimi girişimlerde bulunduysa da bunlar sonuç vermedi. Yani, liberal Siyonistlerin iddiasının aksine, her türlü çözüm önerisini reddeden Filistinliler değil, İsrail’di.

Sistematik ayrımcılık

Filistinliler 1948’den itibaren 18 yılı aşkın süre askeri işgal altında yaşadı. İsrail’de Yahudiler için demokratik, Araplar için ise askeri bir rejim söz konusuydu. İsrail’de yaşayan Filistinli azınlık, evet, oy kullanabiliyordu, ama bir şehirden diğerine seyahat edebilmek ya da belli işlere girebilmek için genel güvenlik servisi Shabak’a (Shin Bet) kayıt yaptırmak zorundaydı.

Diğer yandan, Yahudi üstünlüğüne dayalı antidemokratik düşünce, demokrasiyi tamamen terk etme arzusu Haham Meir Kahane ve 1971’de kurduğu faşist Kach partisiyle hızla yayıldı. 1990’da Kahane bir suikastla öldürülse de, Kach 1994’te yasaklansa da, mirası olan antidemokratik fikirler bugünkü hükümet koalisyonunda yer alan sağcı partilerde yaşamaya devam ediyor.

İsrail’in kuruluşunun hemen ardından, İsrail’de yaşayan iki milyon Filistinli, Yahudi vatandaşların sahip olduğu –toprağa erişim gibi– birçok haktan mahrum bırakıldı. İsrail’de iki milyon Filistinli vatandaşı sistematik ayrımcılığa maruz bırakan yirmi kadar yasa mevcut. İsrail’in yüzde 99 mahkûmiyet oranına sahip askeri mahkemeler dışında hiçbir mecraya başvurmadan yönettiği işgal altındaki topraklarda yaşayan milyonlarca Filistinliden bahsetmiyorum bile.

İsrail’in 1967’de işgal ettiği Batı Şeria, Gazze şeridi ve Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilerin kendi hayatları üzerinde tek bir söz hakkı dahi yok. 56 yıllık işgalin modern dünya tarihinde uzunluk bakımından bir eşi benzeri de mevcut değil.

1967’deki Altı Gün Savaşları’nda İsrail sadece 250 bin Filistinliyi daha yerinden etmekle kalmadı, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü de işgal etti. Günümüzde devam eden bu işgalin süre açısından modern tarihte benzeri yok.

“Küçük ve mazlum İsrail” efsanesi

1967’deki Altı Gün Savaşları’nda küçük ve mazlum bir ülkenin bir grup Arap devletini yenilgiye uğrattığı hikâyesi de propagandadan ibaret. Yaratılan en büyük mitlerden biri de İsrail’in her daim sayısal açıdan dezavantajlı olduğu ve düşmanlarca kuşatma altına alındığıdır. Gerçekte kendisinden daha fazla nüfusa sahip ülkelerle çevirili olsa da İsrail ordusu her zaman tüm Arap komşularının ordularının toplamından çok daha üstün bir güce sahipti. 1948’deki savaştan açık ara bir zaferle çıktı. 1956’da Mısır ordusunu darmaduman etti. 1967’deyse beklenmedik bir taarruzla Mısır, Suriye ve Ürdün ordularını mağlup etti.

Başta İsrailli yetkililer, herkesin bildiği üzere, İsrail tüm savaşlarda askeri açıdan sınırsız üstünlüğe sahipti. Öte yandan, Arap yönetimleri Filistinlilerin mücadelesine hiçbir zaman tam mânâsıyla angaje olmadı. Bugün bölgede iktidarda olanlar zaten antidemokratik rejimler, mutlak monarşiler ya da diktatörlükler.  Bölgedeki kleptokrasiler Batılı hamilerinin sözünden pek çıkmıyor.

1967 yenilgisi ve küçülen hedefler

1967 savaşının galibi İsrail ordusu Ürdün denetimindeki Batı Şeria, Mısır denetimindeki Gazze Şeridi’yle Sina Yarımadası ve Suriye topraklarındaki Golan Tepeleri’ni ele geçirmenin yanısıra, birçok yerleşimden, Ürdün Nehri boyunca yer alan mülteci kamplarından ve Kudüs’ten yaklaşık 250 bin Filistinliyi sürgün etti. 1967 yenilgisinin ardından, günümüzde hâlâ devam eden Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs işgali başladı.   

Tüm ülkelerini kaybetmelerinin üzerine Filistinliler arasında direniş yöntemi olarak silahlı mücadele ön plana çıkmaya başlamıştı. Öte yandan, 1967’deki işgalden sonra da boykotlara, grevlere, gösterilere, diplomatik girişimlere devam ettiler. 1970’lerde temel bir değişiklik yaşandı. İsrail’e karşı 1973 Ekim Savaşı’nı başlatan Mısır ve Suriye hedeflerini Sina Yarımadası’nın ve Golan Tepeleri’nin geri alınmasıyla sınırlı tuttu. Bu da Filistinlilerin de önce hedeflerini, ardından araçlarını sınırlandırmalarına yol açtı.

İki devletli modele yöneliş ve Hamas’ın doğuşu

Filistinlilerin hedefi daha önce tüm Filistin’i özgürleştirmek, Arapların ve Yahudilerin beraber yaşayacağı tek bir demokratik devlet kurmaktı. Komşu Arap devletlerinin hedeflerini küçültmesiyle Filistinliler de silahlı mücadeleden barışçıl müzakereye, tek devlet hayalinden iki devletli modele doğru yöneldi. Bu dönüşüm uzun yıllara yayıldı. 1973 savaşından Filistinlilerin BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 sınırlarına göre iki devlet öngören 242 sayılı kararını açıkça kabul ettikleri 1988’e kadar sürdü. Bu karara göre, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti kurulacaktı. Böylece uzun sürecek müzakereler dönemi başladı.

1950’lerde örgütlenmeye başlayan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1964’te kaleme aldığı tüzüğünü ve amaçlarını 1980’lerde değiştirerek silahlı mücadeleyi tedricen bıraktı ve bağımsız Filistin devleti için görüşmelere başladı. Fakat ABD ve İsrail coğrafi açıdan kesintiye uğramayan, kendi ayakları üstünde durabilecek bir Filistin devleti önerisini masaya asla getirmedi.

100’ün üzerinde ülkede diplomatik temsilcisi bulunan, Filistinlilerin uluslararası alandaki resmi temsilcisi konumundaki FKÖ’nün silahlı mücadeleden vazgeçtiği bu dönemde, 1987’de, Hamas ortaya çıktı. FKÖ’nün vazgeçtiği tüm Filistin’in silahlı mücadeleyle özgürleştirilmesi hedefini devraldı.

Birinci İntifada sırasında Gazze

Şiddet içermeyen direnişe yönelik vahşet

1987-1993 yılları arasındaki Birinci İntifada şiddet içermeyen bir isyandı. İsrail barışçıl gösterilere karşı korkunç bir şiddet gösteriyordu. Barışçıl protestolar Batılı ülkelerin sempatisini kazanma riskine sahip olduğu için İsrail’in işine gelmiyordu. Protestoların işgale ya da yerleşimci sömürgeciliğine karşı direniş olduğunu gizleyerek Filistinlileri terörist diye yaftalarsanız, müzakere ihtimaline de kapıyı rahatça kapatırsınız.

ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından İsrail Başbakanı Ariel Şaron tam da bunu yaptı, Filistin meselesini ABD’nin “terörle küresel savaş”ına dahil etti. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni ayrıştırma, Filistin yönetimi ile Gazze’deki Hamas hükümeti arasındaki bölünmeyi derinleştirme ve böylece müzakereden kaçınma taktiğini Hamas yönetimini el altından destekleyen Netanyahu hükümetleri de benimsedi.

Birinci İntifada‘nın ardından Filistinlilerin bakış açısı hızla değişmeye başlamıştı. Yine de 1993 Oslo Anlaşmaları’nın aslında statükoyu dondurmak, hatta daha kötüleştirmek için tasarlandığı fark edilinceye kadar, FKÖ Filistinliler arasında çoğunluğu temsil ediyordu. İsrail, kendi istihbaratçılarının da açıkça ifade ettiği gibi, 1980’lerin sonunda FKÖ’ye karşı Hamas’ın kuruluşuna destek oldu. İsrail FKÖ’nün altındaki halıyı çekince, İkinci İntifada [2000-2005] başladı.

1993 ve 1995’te imzalanan Oslo Mutabakatları, ABD’nin arabuluculuğuyla, önce 1991’de Madrid’de başlayan, ardından iki yıl Washington’da devam eden görüşmelerin devamıydı. Oslo’dan önce, Ekim 1991’den 1993 yazına kadar yapılan görüşmelerde, Filistin heyetinde danışman olarak yer aldım. Toplantılardan çıkardığımız sonuç şuydu: Temelde aynı pozisyona sahip ABD ve İsrail, Yahudi yerleşimcilerin istilaya devam etmesi, Filistinlilerin doğal kaynaklar ve sınırlar üzerinde denetime sahip olmaması şartıyla, İsrail hâkimiyetinde bir otonom bölge öneriyordu. Filistinlilere vaat edilen yegâne özgürlük belediye yönetimi ve çöp toplamaktı.

İzak Rabin, Bill Clinton ve Yaser Arafat, 13 Eylül 1993'te Oslo Barış Anlaşması görüşmelerinde. 1993-95 Oslo Mutabakatları’nın vahim sonuçları Filistinlilerin FKÖ’ye büyük bir öfke duymasına yol açtı.

Sözde “otonomi”

Yahudi yerleşimcilerin durmaksızın yayılmaya devam edeceği, işgalin sonlanmayacağı, hiçbir güvence vermeksizin muhayyel bir gelecekteki görüşmelerle otonomiden daha fazla özgürlük ihtimalinin vaat edildiği, fakat bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran, bütünleşik bir coğrafyaya sahip bir devlet sözü verilmediği için öneriyi her bakımdan yetersiz bulduk.

Ne yazık ki, FKÖ yönetimi İsrail’le doğrudan müzakereye devam etme kararı aldı ve Oslo görüşmeleri sonucunda benzer şartları kabul etti. Böylece, Oslo Mutabakatları’nın ardından, İsrail askeri işgali altında faaliyet gösterecek, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te yayılmaya devam edecek Yahudi yerleşimcilere ses çıkartamayacak, egemenlik, yasama ve yargı hakkı bulunmayan “otonom” bir Filistin Otoritesi tesis edildi.

Artık Ramallah’ta siyasi açıdan iflas etmiş, yozlaşmış bir yönetim var. Oslo Anlaşmaları’ndan sonra başarısızlığı defalarca kanıtlanmış bir stratejide ısrar ediyor. Çoğu Filistinli Filistin Ulusal Otoritesi’ni İsrail işbirlikçisi olarak görüyor ve ondan nefret ediyor. İsrail ise elbette bizzat ABD ile beraber yarattığı Otorite’nin devamını istiyor.

Filistin heyetinin danışmanı olarak yer aldığım Madrid ve Washington (1991-1993) görüşmelerinde Filistinlilere asla bir devlet önerilmedi. 1995’te, Knesset’teki son konuşmasında, dönemin başbakanı İzak Rabin zaten “bir devletten daha azı” ifadesini açıkça telaffuz etmişti. İsrail hâkimiyeti altında önerilen sözde “otonomi” 2000’de Yaser Arafat, Ehud Barak ve Bill Clinton arasında gerçekleştirilen Camp David Zirvesi ya da İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in 2008 Barış Planı dahil, tüm pazarlıklar için geçerliydi. Dolaysıyla, Filistinlilerin masaya gelen tüm devlet önerilerini ellerinin tersiyle ittiği iddiası saçmalığın daniskasıdır.

Yerleşimci sömürgeciliği

İsrail etrafı düşmanlarla sarılı, mazlum ve küçücük bir devlet olduğu düşüncesini yaymak için 1950’ler, ‘60’lar ve ‘70’ler boyunca çok sistematik bir çalışma yürüttü. “Uçsuz bucaksız öfkeli Arap sürüleri tarafından kuşatılmış küçücük Yahudi devleti olan İsrail” fikri zamanla genel kabul gördü. Bu sayede, Filistinlilerin İsrail’e duyduğu haklı düşmanlık antisemitizm olarak yaftalandı. Oysa Filistinlilerin öfkesinin kaynağı yerleşimci sömürgeciliğidir.

Aslına bakarsanız, “Bölgede sadece Yahudilerin kendi kaderini tayin etme, hükümet kurma hakkı vardır” ifadesi 2018’de İsrail Anayasası’na da girdi. Likud Partisi’nin 1977’den beri tüzüğünde yer alan bu iddiayı bugünkü koalisyon hükümeti de hararetle savunuyor. Yasa Ürdün nehri ile Akdeniz arasında sadece Yahudi egemenliğinin mümkün olduğunu açıkça ifade ediyor.

İster yerleşimci sömürgeciliği diye adlandırılsın, ister başka insanların topraklarına el koymak densin, bunu Marslılar, Mozambikliler ya da Portekizliler yapmış olsaydı da Filistinliler direnecekti. İstilacıların Yahudi olması asli bir unsur değil. Tüm yerli hakların yaptığı ve yapacağı gibi Filistinliler de ülkelerini gasp etmek isteyen işgalcilere karşı direniyor. Siyonizm tam da bu: Herhangi bir yerde değil, Arapların ezici çoğunlukta olduğu bir coğrafyada, sadece Yahudilerin yer aldığı bir devlet kurma isteği. 

Kimin teröristi?

Solda sıklıkla dile getirilen “Hamas terör örgütü müdür, yoksa bir ulusal kurtuluş hareketi mi?” sorusunu cevaplamak için öncelikle “terör” kavramını yapıbozuma uğratmak gerekir. Hamas uluslararası insani hukuka aykırı eylemlerde bulunuyor, savaş suçları da işliyor. Fakat, aynısını İsrail de yapıyor.

7 Ekim’den bu yana 20 bini aşkın Gazzeliyi hava bombardımanı ve topçu ateşiyle öldüren bir devlet terörist ilan edilmiyor, çünkü “terör” kavramı devletler bağlamında kullanılmıyor. Oysa durumu illa daha tarafsız dile getirmek istiyorsanız, bunca insanın katledilmesini uluslararası hukukun çiğnenmesi ve “savaş suçu” olarak ilan edebilirsiniz. 

Peki, Hamas sivillere karşı şiddet uyguluyor mu? Evet. Bu eylemlerde uluslararası insani hukuk çiğneniyor mu? Evet. Peki, İsrail kat be kat yüksek bir nüfusa karşı, kat be kat ölçüsüz bir şiddet uyguluyor mu? Evet. 7 Ekim’de Hamas’ın öldürdüğü 1200 İsraillinin 800’ü sivildi. İsrail ise o günden bu yana 20 binden fazla Filistinli sivil öldürdü. Üstelik, İsrail’in işlediği insanlık suçları sadece sivilleri katletmekle kalmıyor. İki milyon 200 bin kişiyi su, gıda, elektrik, sağlık gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakıyor. Bu da başta Cenevre Sözleşmesi, uluslararası insani hukukun tamamen çiğnenmesi anlamına geliyor.

İsrail ile Batı Şeria'daki Haliliye şehrini ayıran sekiz metre yüksekliğindeki duvarın inşası, Ağustos 2002

Birileri Hamas’ı ulusal kurtuluş örgütü olarak görüyor olabilir. Zaten Hamas’ın iddiası da bu. Hiç telaffuz edilmiyor ama, Hamas yıllar içinde 1987 tüzüğündeki bazı hedeflerinden ödün verdi. İçeriği epey muğlak olsa da, FKÖ’nün pozisyonu kadar netlik içermese de iki devletli çözümü kabul etmeye başladı. Bu gelişmeler Hamas’a karşı takınılan tavırda tamamen gözardı ediliyor.

Batı Şeria ve Gazze yönetimlerini birbirinden ayırmak, ilkini resmi Filistin Otoritesi’ne, ikincisini Hamas’a vermek İsrail’in çok işine yaradı. Böylece, hem Filistin ulusal hareketini ikiye bölüp Hamas’ı şeytanileştirme propagandası yapabilirken, hem de Gazze’deki ablukayı yeniden tesis etti.

Netanyahu hükümeti dahil, tüm geçmiş İsrail yönetimleri bu durumdan “müzakere yapılacak kimse kalmadı” demek adına ziyadesiyle faydalandı. “Bu taraftakiler yolsuzluğa bulaşmış, diğer taraftakiler terörist” söylemiyle toprak ilhakına devam etti, işgal altındaki Batı Şeria’nın içlerine doğru ilerledi. Kısacası, “Hamas teröristtir” söylemi İsrail’in toprak gaspına devam etmek için geliştirdiği stratejinin önemli bir parçası.

Yerleşimci metastazı ve güvenlikçi şiddet

İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesi ve bölgedeki yerleşimlerini boşaltması asla Filistin devleti yönünde atılmış bir adım değildi. Bunu iddia edenler belli ki İsrail medyasını hiç takip etmiyor. 2005’te, dönemin İsrail Başbakanı Ariel Sharon’un amacı, aslında tam tersine bir Filistin devletinin kurulmasını engellemekti. En yakın danışmanı Dov Weissglas açıkça “Bu hamle muhtemel bir Filistin devletini kapalı kutuya tıkmak anlamına gelecek” demişti.

Dönemin İsrail hükümeti, tıpkı öncekiler gibi, bir Filistin devleti kurulmaması için elinden geleni ardına koymadı. Bırakın egemen devleti, Gazze’ye serbest hava sahası, kendi sınırlarını kontrol hakkı dahi tanınmadı. Aslına bakarsanız, Sharon’un amacı Batı Şeria ve Gazze arasındaki bağı tamamen koparmaktı. 2005 öncesinde Batı Şeria ile Gazze arasında hareket etmek serbestti. Amaç önce kontrol noktaları ve bariyerler kurarak, ardından Gazze’yi tamamen kuşatma altına alarak Batı Şeria ve Gazze arasındaki bağı kopartıp Filistin devletini imkânsız hale getirmekti.

Oslo Mutabakatları öncesinde, Filistinliler Batı Şeria, Doğu Kudüs ya da Gazze’den yola çıkarak Golan Tepeleri’ne, Hayfa’ya, Yafa’ya, kısaca İsrail’in herhangi bir yerine sorgusuz sualsiz gidebiliyordu. Hareket özgürlüklerini engelleyen hiçbir kısıtlama yoktu. Oslo görüşmeleriyle beraber, Batı Şeria’da bir bantustan (Güney Afrika’da apartheid rejiminin siyah nüfusu denetim altında tuttuğu tecrit alanları) yaratıldı.

Gazze 2005’te İsrail’in geri çekilmesinin ardından tam bir kuşatma altına alındı. Oslo görüşmeleri sırasında İsrail, bırakın işgali sonlandırmayı, yerleşimcilerin yayılmasını engellemeyi bile reddetmişti. 1991’de, Madrid görüşmelerine gittiğimizde, 100-120 bin civarında işgalci yerleşimci vardı. Bugün sayıları 750 bini aştı. Sonu gelmez sömürgeleştirme, toprak müsaderesi, arazi hırsızlığı ve giderek derinleşen askeri işgal berdevam.

İsrail’de faşizm giderek yerleşiyor. Aşırı dinci Yahudiler “Araplara ölüm” sloganlarıyla gösteriler düzenliyor.

“Dahiya doktrini” ve yüz yıllık ateşkesin reddi

İsrail kabinesine yakın zamanda katılan emekli genelkurmay başkanlarından Gadi Eisenkot, 2006’da İsrail Lübnan’ı büyük yıkıma uğratırken Harekât Ordusu’nun başındaydı. Eisenkot o dönemde asimetrik bir savaş stratejisi olan Dahiya Doktrini’ni geliştirdi. İsrail Hava Kuvvetleri Beyrut’un güneyinde yer alan Dahiya’daki tüm mahalleleri yerle bir ettikten sonra, Eisenkot şöyle dedi: “Bizim nezdimizde bu mahalleler sivil yerleşimi değil, askeri üslerdir.” Ayrıca, “2006’da Dahiya’da yaşananların İsrail’e ateş açılan her yerde tekrarlanacağına” söz verdi. Eisenkot bugün süregiden etnik temizliği planlayanlardan biri.

İsrail’in tüm yapıp ettikleri Hamas’ı güçlendirdi. 2005’te İsrail’in Gazze’den geri çekilmesinin ardından ABD ve İsrail Filistin’de seçim yapılması için bastırdı. 2006’daki seçimlerde, Hamas yüzde 44,55 oyla Oslo Mutabakatı’na göre kurulan Filistin Yasama Konseyi’nde (FYK) çoğunluğu kazandı. İşin ilginç yanı, ilk kez girdiği seçimlerde çoğunluğu kazanmasına rağmen, Hamas seçimden ikinci çıkan, FKÖ’nün en baskın kanadı El Fetih ile koalisyon hükümeti kurma konusunda anlaştı.

Koalisyon iki devlet temelli çözüm bağlamında İsrail’le müzakerelerde Filistinlilerin yetkili merci haline gelecekti. Yani, Hamas Oslo sürecini kabul etmiş, seçimlere girmeye rıza göstermiş, seçim sonuçlarının ardından El Fetih’le beraber hükümet kurmaya onay vermişti. Dahası, bir önceki yıl Filistin Devlet Başkanı seçilen Mahmud Abbas’ın koalisyon hükümetiyle beraber görüşmelere katılmasını kabul etti. Hatta “yüz yıllık ateşkes” teklifinde bulundu.

İsrail, ABD ve Avrupalı güçler koalisyonu ellerinin tersiyle itti. Tony Blair daha sonra lûtfedip bunun yanlış bir hamle olduğunu söyleyecekti. Bugün geldiğimiz noktanın taşlarını İsrail ve Batılı güçlerin bu yanlış tutumu döşedi. Artık sadece sürekli işgalden, sürekli kuşatmadan, sürekli kolonileştirmeden, Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılardan bahsediyoruz.

Gazze’de soykırıma varan bir etnik temizliğe girişen İsrail sadece 20 binden fazla kişi katletmedi, 2.2 milyon nüfuslu kenti yerle bir etti.

Mescid-i Aksa provokasyonları

Her geçen gün daha da çok sayıda aşırı dinci yerleşimci Mescid-i Aksa’nın avlusunda dua ediyor. 1994’te El Halil kentindeki, Atababalar Mağarası da denen İbrahimi Camii’nde faşist Kach Partisi mensubu Baruch Goldstein’ın gerçekleştirdiği katliamı hatırlayan Filistinliler arasında bu durum korku salıyor.

Mart 2023’te Mescid-i Aksa’ya gittiğimde, İsrail kolluk kuvvetleri eşliğinde dua etmek için Harem-i Şerif’e giren kalabalık bir aşırı dinci Yahudi yerleşimci gruba şahit oldum. Bu durum artık hemen her gün yaşanıyor. 7 Ekim’deki Hamas saldırısından bir gün önce de en az bin kişilik aşırı dinci Yahudi topluluk Mescid-i Aksa’nın önünde topluca dua etmişti.

Moşe Dayan’ın savunma bakanlığı döneminden bu yana İsrail hükümetlerinin talimatlarına aykırı olmasına rağmen, Netanyahu hükümetinin teşvikiyle gerçekleştirilen bu ölçüsüz provokasyonlar yüzünden insanlar Mescid-i Aksa’yı kaybedeceklerini düşünüyor. Bu türden uygulamalar, giderek şiddetlenen işgal, kuşatma ve İsrail hapishanelerinde yargısız hapsedilen binlerce Filistinli üst üste birikerek bir saatli bomba yaratmıştı. Bunu aslında herkes görüyordu.

Antisemitizm yaftalaması

7 Ekim’e giden süreçte her türden direniş sonuçsuz kaldı. Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü (30 Mart 2018 – 27 Aralık 2019) sırasında Gazze sınırlarındaki dikenli tellere dayanan tamamı silahsız 200’den fazla Filistinli İsrail keskin nişancılarınca katledildi. Batı Şeria’daki tüm gösteriler göz yaşartıcı gazla engelleniyor, insanların üzerine ateş açılıyor.

Batı medyasında “Filistinliler neden şiddet içermeyen yöntemlere başvurmuyor” diye yazılıp çiziliyor. İsrail açısından hiçbir şey fark etmiyor. Filistinlileri öldürmeye devam ediyorlar. İsrail’e yönelik BDS (Boykot, Tecrit, Yaptırımlar) kampanyası kapsamında yapılan her şey antisemitizm diye yaftalanıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gittiğimizde “bu İsrail’i gayrimeşru göstermektir, yapamazsınız” deniyor. İşin özü, İsrail tüm olası istikametleri sistematik bir şekilde tıkayarak alanı tamamen Hamas’a bıraktı.

Yeni bir etnik temizlik fırsatı

2023’ün başında koalisyon müzakerelerinin ardından iktidara gelen şu anki aşırı sağcı İsrail hükümeti Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün sömürgeleştirilmesini hızlandırmıştı. Savaşı etnik temizlik için büyük bir fırsat olarak gören Netanyahu hükümeti, 7 Ekim’den bu yana, Filistinlileri Gazze Şeridi’nden mümkün olduğunca dışarı itmeye çalışıyor. Bunu sadece hükümetin açıklamalarından değil, ABD diplomasisinin Mısır ve Ürdün hükümetlerini İsrail’in yerinden edeceği Filistinlileri kabul etmeye zorlayarak oynadığı utanç verici rolden de biliyoruz.

Bu öneriyi Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve diğer tüm Arap hükümetleri kesinkes reddedince Biden geri adım atmak zorunda kaldı. Fakat amaçlananın bir etnik temizlik olduğunu ABD Yönetim ve Bütçe Ofisi’nin 20 Ekim’de Kongre’ye sunduğu İsrail için 14 milyar dolarlık fon talebinden anlıyoruz. Talebin 40. sayfasında açıkça Gazze’den ayrılacak Filistinli göçünün maddi açıdan desteklenmesinin gerekçeleri sıralanıyor. Arap hükümetlerinin karşı çıkması üzerine, ABD şimdilik geri adım attığı için İsrail de hedef küçültmek zorunda kalmış gibi görünüyor. Şu anda Gazze nüfusunu daha küçük bir alana sıkıştırmaya çalışıyor.

Batı Şeria ve Gazze yönetimlerini birbirinden ayırmak, ilkini resmi Filistin Otoritesi’ne, ikincisini Hamas’a vermek İsrail’in çok işine yaradı. Böylece, hem Filistin ulusal hareketini ikiye bölüp Hamas’ı şeytanileştirme propagandası yapabilirken, hem de Gazze’deki ablukayı yeniden tesis etti.

 Vahim savaş suçları ve suç ortakları

Hedefin Hamas olduğu iddiasını düzinelerce okulun vurulması bile tek başına yalanlıyor. Altlarında tüneller bulunması mültecilerle dolu bir okulu yok etmek için bahane olamaz. “Bodrumunda bir Hamas militanı yaşadığı için 12 katlı binayı içindeki herkesle beraber yıktık” da ne demek?

İsrail defalarca mülteci kamplarını, okulları, hastaneleri, morgları bombaladı. 100’ün üzerinde BM çalışanı, 50’den fazla gazeteci öldürüldü. Uluslararası insani hukuk açısından vahim savaş suçları işlendi. Sergilenen bu büyük vahşet ABD ve Batılı hükümetler nezdinde kabul gördü, desteklendi. Dolayısıyla, onlar da işlenen savaş suçlarının ortakları.

Öte yandan, Demokrat Parti tabanı ile yönetimi arasında Filistin konusunda büyük bir açı farkı var. Cumhuriyetçiler İsrail’i çok daha fazla destekliyor. Bu kısmen Hıristiyan Siyonizminden, bazı Evanjeliklerin Yahudilerin kutsal topraklara geri dönmesi için gösterdiği gayretten kaynaklanıyor olabilir. Cumhuriyetçilerin bir kısmı İsrail’in sergilediği eril, sömürgeci, ırkçı saldırganlığı takdir ediyor da olabilir. Ancak, her iki partinin en tepesindeki, belli bir kuşaktan yöneticilerin İsrail’in propagandasına inanmaları da muhtemel. ABD’de bir gerontokrasi, yani yaşlı hâkimiyeti hüküm sürüyor. Senatoda öne çıkan figürlere, Biden’a bakın. Bu insanların görüşleri ‘60’larda ve ‘70’lerde, İsrail’inkinden başka bir anlatının olmadığı dönemde şekillendi.

7 Ekim’e kadar ABD siyasi elitleri ve Ortadoğu’yla ilgilenen neredeyse tüm düşünce kuruluşları arasında genel kanı, Filistin’in Arap siyaseti açısından önemli olmadığı yönündeydi. Filistin’de normalleşmenin amansız bir süreç olduğunu, İsrail’in er ya da geç bölgeye entegre olacağını, petrol monarşileriyle beraber yeni bir refah ve bölgesel entegrasyon çağının ufukta göründüğünü düşünüyorlardı. Özellikle ABD ve bölgedeki en eski iki müttefikleri Suudi Arabistan ile İsrail yönetimlerindeki yaygın kanı buydu. Biden’ın dış politikasının ana eksenlerinden biri Suudi Arabistan ile İsrail arasında normalleşmeyi sağlamaktı. En ufak bir tarih bilgisi olan herkesin tahmin edebileceği üzere, hepsi yanıldı. Şu anda Filistin’de yaşananlar ABD ve müttefiklerinin gücünü, itibarını ve güvenliğini zedeleyecek. İnsan hakları ve demokrasiden bahseden Amerikalı elit politikacılar aşağılık, mide bulandırıcı ikiyüzlü muamelesi görecek.

Demokrat Parti’de taban ile liderlik arasındaki büyük ayrışma giderek derinleşiyor. Posta emekçileri ateşkes talep ediyor, Siyah kiliselerinin rahipleri ateşkes talebiyle New York Times’a tam sayfa ilan veriyor. Siyah, Amerikan yerlisi, Hispanik aydınlar İsrail’e karşı seslerini yükseltiyor. Aynı durum sadece Siyah, Latin kökenli, Arap veya Müslüman öğrenciler için değil, Yahudi öğrencilerin büyük kısmı için de geçerli. Kampüslerdeki Barış için Yahudi Sesi örgütlenmesi üniversitelerinin İsrail işgalini destekleyen şirketlerle ilişkisini kesmesi için mücadele veriyor. Columbia Üniversitesi’nde zafer kazandılar.

Alçakların sığınağı

Diğer yandan en güçlü İsrail lobisi AIPAC (Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) Filistin kökenli Demokrat Partili Kongre üyesi Rashida Tlaib’in ve ateşkes çağrısında bulunan diğer siyasetçilerin bir daha seçilmemesi için 100 milyon dolar harcayacağını açıkladı. Bu, ABD’deki tüm siyasal yapılar için geçerli bir sorun. Bu ülkede politikacılar parası ödenerek satın alınır. Başkanından belediye meclisi üyesine kadar tüm siyasetçiler kampanyalarını finanse eden bağışçılarla var olur. Aynı durum üniversiteler ve sanat dünyası için de geçerli.

Ders verdiğim Columbia Üniversitesi yönetimi Filistin’de Adalet İçin Öğrenciler ve Barış İçin Yahudi Sesleri’nin kampüs içinde faaliyet göstermesini yasakladı. “Antisemitizm alçakların sığınağıdır” diye bir deyiş vardır. Ne yazık ki, ABD’de bugün yaşanan tam da bu. ABD toplumunda, çoğunluğu sağda olmak üzere, gerçekten de nefret dolu antisemitler var. Fakat antisemitizm argümanına sığınarak 56 yıllık işgali haklı çıkarmak mümkün mü?

Barış için Yahudi Sesi gibi batı metropollerindeki örgütlenmeler İsrail’in insanlık suçlarını ifşa ediyor, dünya kamuoyunun Filistin direnişini desteklemesi için çaba harcıyor.

Ulusal kurtuluş hareketleri özgürlüklerini sadece sömürgelerdeki cephelerde kazanmadı. Vietnamlılar ve Amerikalılar yenişemiyordu. Cezayirliler savaş alanında kaybediyordu. IRA 1921’de askeri açıdan neredeyse tükenmişti. Bu ülkeler bağımsızlıklarını Batı metropollerindeki insanların vicdanlarını harekete geçirerek de elde etti. Fransızlar Cezayirlileri öldürmeye devam edebilir, savaş sonsuza kadar sürebilirdi. Aynı şey Güney Afrika için de geçerliydi. ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ABD ve Britanya kamuoyunu saflarına katabildiği ölçüde savaşı kazandı.

 

Bu yazı Rashid Khalidi’nin 7 Ekim sonrasında Novara Media, The Real News Network, The Intercept, The New Statesman ve The Drift’e verdiği söyleşilerden derlendi.

İÇİNDEKİLER
RADYO EXPRESS: FİLİSTİN DOSYASI
ŞEHİR HATLARI
HAYAT VE SANAT
HAL VE GİDİŞ
EKONOMİ POLİTİK
KIRAAT
AĞIR EXPRESS
MÜZİK DOLABI