FİLİSTİN’İN KIZILDERİLİLERİ
Gilles Deleuze: Filistin tarafında bir şeyler olgunlaşmış gibi görünüyor. Yeni bir ton gelmiş gibi… İçinde bulundukları krizin ilk safhasını aşmışlar, yeni bir bilince tanıklık edecek bir kendinden eminlik ve dinginliğe, bir “hak” zeminine ulaşmışlar gibi. Bu da ne saldırgan ne de savunmacı bir pozisyonda, bütün taraflarla “eşite eşit” olarak konuşmalarına imkân verecek bir hal. Filistinlilerin henüz hedeflerine ulaşamadığını göz önünde bulundurarak bu durumu nasıl açıklıyorsun?
Elias Sanbar: Derginin ilk sayısı çıktığından beri böyle bir etkiyi hissediyoruz. “Bak sen, Filistinliler böyle dergiler de çıkarıyormuş” diyenler oldu, kafalardaki yerleşik imaj sarsıldı. Unutmayalım ki, birçok insan için bizim sahiplendiğimiz Filistinli mücadeleci imgesi çok soyuttu. Şöyle açıklayayım. Varlığımızın gerçekliğini ısrarla kabul ettirmeden önce, sadece “mülteci” olarak algılanıyorduk. Direniş hareketimiz mücadelemizin dikkate alınması gereken bir mücadele olduğunu ortaya koyduğunda, yine indirgeyici bir imgeye hapsedildik. Sonsuz sayıda çoğaltılmış ve bağlamından koparılmış, sadece ve sadece savaşçılardan ibaret bir imge. Ve yaptığımız tek şey savaşmak olarak görülüyordu. Bundan sıyrılmak için mücadeleci imgesini kelimenin dar anlamıyla savaşçı imgesine tercih ediyoruz.
Derginin ortaya çıkışının yarattığı şaşkınlığın, bazı insanların artık Filistinlilerin var olduğunu ve sadece soyut ilkeleri hatırlatmakla kalmadıklarını anlamaya başlamalarından da kaynaklandığına inanıyorum. Her ne kadar bu dergi Filistin’den sesleniyorsa da, yine de birçok farklı kaygının dile getirildiği, sadece Filistinlilerin değil, Arapların, Avrupalıların, Yahudilerin ve diğerlerinin de söz sahibi olduğu bir alan.
Her şeyden önce, artık şu anlaşılmalı: Eğer ortada böyle bir ürün, böyle bir ufuk çeşitliliği varsa, bu herhalde ressamlar, heykeltıraşlar, işçiler, köylüler, romancılar, bankacılar, oyuncular, esnaflar, öğretmenler, kısacası, varlığı bu dergiye yansıyan gerçek bir toplum olmasa olmazdı.
Filistin sadece bir halk değil, aynı zamanda bir topraktır. Bu halk ile yağmalanmış toprakları arasındaki bağdır, bir yokluğun ve muazzam bir geri dönüş arzusunun harekete geçtiği yerdir. Ve burası, halkımızın 1948’den bu yana yaşadığı tüm sürgünlerin oluşturduğu eşsiz bir yerdir. Filistin gözünüzün önünde olduğunda, onu inceler, mercek altına alır, her hareketini takip eder, onu etkileyen her değişikliği not eder, tüm eski imgelerin eksiklerini tamamlarsınız, kısacası, onu asla gözden kaybetmezsiniz.
Filistin sadece bir halk değil, aynı zamanda bir topraktır. Bu halk ile yağmalanmış toprakları arasındaki bağdır, bir yokluğun ve muazzam bir geri dönüş arzusunun harekete geçtiği yerdir. Halkımızın 1948’den bu yana yaşadığı tüm sürgünlerin oluşturduğu eşsiz bir yer.
Revue d’Études Palestiniennes’deki (Filistin Araştırmaları Dergisi) makalelerin birçoğu, Filistinlilerin topraklarından sürülme süreçlerini yeni bir bakışla hatırlatıyor ve analiz ediyor. Bu çok önemli, çünkü Filistinlilerin yaşadığı sömürgeleştirilme değil, topraklarından tehcir edilme, yerinden yurdundan sürülme. Üzerinde çalıştığın kitapta Kızılderililer ile karşılaştırmayı özellikle vurguluyorsun [Palestine 1948, l’expulsion, (Filistin 1948, Tehcir (1983)]. Kapitalizmin birbirinden hayli farklı iki eğilimi var. Bazen bir halkı kendi topraklarında tutmak ve artıdeğer birikimi sağlamak için onları çalıştırmak, emeklerini sömürmek söz konusu; buna genel olarak sömürgeleştirmek diyoruz. Bazen de tam tersine, başka bir yerden işgücü getirmeyi gerektirse bile, ileri doğru bir sıçrama yapmak için bir coğrafyayı halkından boşaltmak söz konusu. Siyonizm ve İsrail’in tarihi tıpkı ABD’ninki gibi seyrediyor: Bir toprağı nasıl bomboş hale getiririz, bir halkı nasıl kovarız?
Yaser Arafat bir söyleşide [Revue d’Études Palestiniennes, Sayı 2, Kış 1982] bu karşılaştırmanın sınırlarını çiziyor ve bu sınır Revue d’Études Palestiniennes’in de ufkunu oluşturuyor: Burada bir Arap dünyası var, oysa Kızılderililerin kovuldukları topraklar dışında mevzileri ve yaslanabilecekleri güçler yoktu.
Biz benzersiz sürgünleriz, çünkü yabancı topraklara değil, “evimizin” bir uzantısına sürüldük. Sadece kimsenin bizi içine alıp eritmek istemediği değil, bu fikrin garip karşılandığı Arap topraklarına tehcir edildik. Bu mevzuda, bizi içlerine alıp “entegre” etmedikleri için diğer Arapları suçlayan kimi İsraillilerin beyanatlarındaki muazzam ikiyüzlülüğü hatırlatmak istiyorum; İsraillilerin dilinde bu “yok etmek”le eşanlamlı… Bizi yerimizden yurdumuzdan kovanlar bir anda Arapların bize yönelik ırkçılığından endişe eder oluverdiler. Bu dediğim, kimi Arap ülkelerinde çeşitli ihtilaflarla karşı karşıya kalmadığımız anlamına mı geliyor? Elbette hayır, ancak bu ihtilaflar bizim Arap olmamızdan kaynaklanmıyor, bazen de kaçınılmazdı, çünkü biz silahlı bir devrimdik ve hâlâ öyleyiz. Biz aynı zamanda Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin Kızılderilileriyiz. Onların gözünde bizim tek ve yegâne rolümüz yok olmak. İsrail’in kuruluş hikâyesinin bu bakımdan ABD’yi doğuran sürecin bir tür tekerrürü olduğuna şüphe yok.
Bu iki devletin, ABD’yle İsrail’in, karşılıklı dayanışmasını anlamak için belki de en önemli unsurlardan biri budur. 1923-1948 Britanya mandası döneminde de alışılagelmiş “klasik” sömürgeleştiren ile sömürgeleştirilenin bir arada yaşadığı durumla karşı karşıya olmadığımız gerçeği gibi unsurlar da var. Fransızlar, İngilizler ve diğer sömürgeciler kendilerine, içinde yerlilerin de bulunduğu bölgeler kurmayı amaçlıyorlardı, bu bölgelerin var olabilmesi için yerlilerin varlığı şarttı. Tahakkümün gerçekleşmesi için tahakküm edilenlerin orada olması gerekiyordu. İster istemez bu, müşterek alanlar, yani sömürgeleştirenler ile sömürgeleştirilenler arasında “karşılaşmanın” gerçekleştiği kimi ağlar, çeşitli sosyal hayat seviyeleri yaratıyordu. Bu durumun tahammül edilemez, ezici, sömürücü, hükmedici olması “yerel” insanlara hükmetmek için “yabancının” o “yerel” insanlar ile “temas halinde” olması gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu.
Ardından, tam tersine yokluğumuzun gerekliliğini önkoşul gören ve bunun ötesinde, kendi mensuplarının özgüllüğünün (Yahudi cemaatine ait olma) reddedilmemizin, yerinden edilmemizin, Ilan Halevi’nin çok iyi tanımladığı gibi “nakil” ve ikame edilmemizin köşe taşını oluşturduğu Siyonizm geliyor. Ve böylece bizim için, “yabancı sömürgeciler” olarak adlandırdığım, ama “meçhul sömürgeciler” olarak adlandırmanın daha doğru olduğunu düşündüğüm “yerleşimciler” peydah oldu. Bu bilinmeyen sömürgecilerin yaklaşımı kendilerine has vasıfları Öteki’nin toptan reddinin temel gerekçesi haline getirmekti.
Siyonist hareket Filistin’deki Yahudi cemaatini Filistinlilerin bir gün çekip gideceği fikri üzerine değil, ülkenin “boş” olduğu fikri üzerine seferber etti. Bu topluluğun büyük bir kısmı, her gün fiziksel olarak temas halinde oldukları insanlar sanki orada değilmiş gibi hareket ediyor.
Ayrıca, 1948’de ülkemizin sadece işgal edilmediğini, bir bakıma “yok olduğu” düşünüyorum. O tarihte “İsrailliler” haline gelen Yahudi yerleşimciler bunu mutlaka böyle yaşamış olmalı.
Siyonist hareket Filistin’deki Yahudi cemaatini Filistinlilerin bir gün çekip gideceği fikri üzerine değil, ülkenin “boş” olduğu fikri üzerine seferber etti. Elbette oraya vardıklarında bunun hiç de öyle olmadığını fark eden ve bu konuda yazıp çizenler de oldu! Ancak, bu topluluğun büyük bir kısmı, her gün fiziksel olarak temas halinde oldukları insanlar sanki orada değilmiş gibi hareket ediyordu. Ve bu körlük fiziksel değildi, kimse o kadar şapşal değildir, ama herkes o gün orada olan insanların “yok olma sürecinde” olduğunu biliyordu ve herkes bu yok oluşun başarılı olması için en başından beri sanki zaten gerçekleşmiş gibi, yani ötekinin varlığını asla “görmeyerek” hareket etmeleri gerektiğinin farkındaydı. Başarılı olabilmeleri için, “ötekini” yerleşimcilerin kafalarından çıkararak sahadaki boşluğun yaratılması gerekiyordu.
Bu amaca ulaşmak uğruna, Siyonist hareket Yahudiliği ötekinin sürülmesi ve reddedilmesinin temeli haline getiren ırkçı görüşleri sonuna kadar kullandı. Avrupa’daki diğer ırkçıların başını çektiği zulümler de bu hareketin amaçladığı şeye onay bulmasına önemli ölçüde yardımcı oldu.
Dahası, Siyonizmin Yahudileri hapsettiğini, onları az önce tarif ettiğim bakışa tutsak ettiğini düşünüyoruz. Onları tutsak “ettiğini” diyorum, herhangi bir zamanda tutsak “etmiş olduğunu” değil. Böyle söylüyorum, çünkü holokost sona erdikten sonra, amaç ve yaklaşım evrildi, Yahudilerin her zaman ve her yerde içinde yaşadıkları toplumların “ötekisi” olduğunu ileri süren sözüm ona bir “ebedi ilke”ye dönüştü.
Ancak, hiçbir halk, hiçbir topluluk, reddedilen ve lanetlenen “öteki” konumuna her daim sahip çıkamaz –ve ne mutlu onlara.
Bugün Ortadoğu’da “öteki” Araptır, Filistinlidir. İkiyüzlülüğün ve sinizmin şahikası ise, ortadan kaybolması sürekli gündemde olan bu “öteki”den Batılı güçlerin birtakım güvenceler talep edip durması. Halbuki İsrailli militarist yetkililerin çılgınlıklarına karşı güvenceye ihtiyacı olan biziz.
Buna rağmen, tek temsilcimiz olan FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) çatışmaya çözüm olarak Filistin’de demokratik bir devlet, kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşları arasında bugün varolan duvarların yıkılacağı bir devlet önerdi.
Siyonistlerin “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı yoktur” dediklerini asla duyamazsınız, hiçbir güç böyle bir pozisyonu destekleyemez, onlar da bunu çok iyi biliyor. Buna karşılık, “Filistin halkı diye bir şey yoktur” dediklerini mutlaka duyacaksınız.
Revue d’Études Palestiniennes’in birinci sayısının ilk iki sayfası manifestonuza ayrılmış: “Biz diğerleri gibi bir halkız.” Bu birden çok anlamı olan bir haykırış. Birincisi, bir hatırlatma ve bir çağrı. Filistinliler İsrail’i tanımaya yanaşmadıkları gerekçesiyle sürekli kınanıyor. “Görüyorsunuz,” diyor İsrailliler, “bizi yok etmek istiyorlar”. Ancak, Filistinliler 50 yılı aşkın bir süredir kendileri tanınmak için mücadele ediyor.
İkincisi, bu bir karşıtlık. Zira, İsrail’in manifestosu esas olarak “Biz diğerleri gibi bir halk değiliz” üzerine kurulu, “çünkü bizim aşkınlığımız ve gördüğümüz zulümlerin büyüklüğü kıyaslanamaz.” Derginin ikinci sayısında iki İsrailli yazarın holokost hakkında, Siyonistlerin holokost’a bakışları hakkında ve bu olayın İsrail’de taşıdığı anlam, olaya dahil olmayan Filistinliler ve bir bütün olarak Arap dünyasıyla bağlantısı hakkında yazdıkları metinler çok önemli. İsrail devletinin “normların dışında bir halk olarak muamele görmeyi” talep ederek, Batı’yla hiçbir devletin daha önce yaşamadığı denli ekonomik ve mali bağımlılık ilişkisine girdiği söyleniyor.
İşte bu yüzden, Filistinliler tam tersi iddiaya, yani oldukları gibi, tamamen “normal” bir halk olarak tanınma iddiasına bu kadar sıkı sıkıya sarılıyor.
Mahşeri tarihe karşı, başka bir tarih anlayışını var. Sadece mümkün olanla, mümkün olanın çoğulluğuyla, her bir anda mümkünlerin çokluğuyla yapılan bir tarih. Derginin ortaya koymak istediği de bu değil mi, hatta ve özellikle güncel olaylara ilişkin analizlerde?
Kesinlikle öyle. Varlığımızı dünyaya hatırlatma meselesi elbette çok anlam yüklü, ama aynı zamanda son derece basit. Bu öyle bir hakikat ki, gerçekten kabul edildiği anda, Filistin halkının yok olacağını öngörenlerin işini çok zorlaştıracak. Çünkü nihayetinde meselenin özü, her halkın, şöyle ya da böyle, “haklara sahip olma hakkı” olduğu. Bu aşikâr bir ifade, ancak öylesine güçlü bir ifade ki, her türlü siyasi mücadelenin başlangıç ve varış noktasını temsil ediyor. Peki, Siyonistler bu konuda ne diyor? “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı yoktur” dediklerini asla duyamazsınız, hiçbir güç böyle bir pozisyonu destekleyemez, onlar da bunu çok iyi biliyor. Buna karşılık, “Filistin halkı diye bir şey yoktur” dediklerini mutlaka duyacaksındır.
İşte bu nedenle, Filistin halkının varlığını beyan etmemiz ilk bakışta göründüğünden çok daha güçlü bir anlam taşıyor.
Kaynak: Libération, 8-9 Mayıs 1982